Good bye Lenin!

Şahsi blogum dışındaki bir alanda yorumlar haricinde ilk blogpostum diyebilirim. Bu yüzden biraz heyecanlıyım.
Bana bu imkanı tanıdığı için Sayın Haavi’ye ayrıca teşekkür ederim.
“Ben işin tekniğinden anlamam ama” dedim; “Olsun, hissettiklerini yazarsın” dedi.

Ben de son zamanlarda bana en çok şey hissettiren filme dair yazmaya karar verdim ilk yazımı...


Konumuz Wolfgang Becker’in 2003 yapımı filmi Good bye Lenin! Gösterime girdiğinde Almanya’da 6 Fransa’da 1 milyon kişi tarafından izlenen; Türkiye’de maalesef az sayıdaki küçük alternatif sinemada gösterilse de Internet ve kayıt teknolojilerinin nimetlerinden faydalanan bir kitle arasında hızlıca yayılıp kendi çapında efsaneleşebilmiş bir başyapıt bence bu film. Hatta abartıp desem ki Fatih Akın’ın Im Juli’sini Alman filmi saymazsak, ki Cannes’da aldığı ödülü Türk sinemasına adadığına göre kendisi de koymamaktadır filmlerini bu kategoriye, Good bye Lenin! bugüne kadar en hissederek izlediğim Alman filmidir (bu arada buradan Tom Tykwer’e sonsuz saygılarımla başka bir yazıya da çengel atmak isterim).

Konusunu bilmeyen yok gibi artık: 1978 yazında o zamanın Doğu Almanya’sında, yani Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde başlayan hikayemizde genç Alex’in sosyalizme yürekten bağlı annesi 1989 sonbaharında komaya girer. Kendisi komadayken ülkede yaşanan apansız değişiklikler sonucu Doğu koşa koşa Batı’yla kucaklaşmaya gider, ülke bir anda Burger King’den Coca Cola’ya kadar kafamızda sermaye stereotipiyle eşleştirdiğimiz her türlü tüketim ürününün istilasına uğrar. Artık turşu kavanozlarının üzerinde DDR yazmaz da Kühne yazar. Alex de babası kendilerini Batı’ya gitmek için terk ettiğinde geride kalan tek ailesi, çok sevdiği annesinin komadan çıktığında bu manzarayla karşılaşırsa yüreğinin dayanmayacağını düşündüğünden bu durumu ona fark ettirmemek için türlü kumpaslar kurar; reçellerden TV yayınlarına kadar her şeyi kontrol etmeye çalışır ama... nereye kadar?

Spoiler’dan hallice bu özetin akabinde demek lazım ki Good bye Lenin!’i izlerken alt üst oldum ben; gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Filmi birden fazla kez birden fazla gözle izledim. Her seferinde ayrı başarılı buldum, her seferinde ayrı çarptı beni. İlk seferinde sadece ve sadece güzel bir film izlemek isteyen sıradan bir seyirci olarak izledim. Yönetmenin, oğulun anne sevgisini ifadesi büyüledi beni. Herkes kendi annesini en çok sevdiğini düşünür ya; ben Alex’ten daha hayırlı evlat olmadığına karar verdim.

İkincisinde siyaset bilimci kimliğimle, politik analizleri önemseyerek izledim. Son yıllarda izlediğim en derdini göze sokmadan anlatabilen politik film olduğuna karar verdim. Hotel Rwanda’nın tek taraflı bakışını, Munich’in propagandanın ötesine geçemeyen gerçekleri bile önemsemeyen sözde nesnelliğini, Syriana’nın zoraki karışıklığını... hiçbirini görmedim bu filmde. Hatta daha sonra okuduğum bir yorumda yönetmen duvarın (Berlin Duvarı) üzerinden anlatıyor hikayesini dendiğinde “Hah” dedim “işte benim yaşadığım hissiyat da bu”. Sosyalist rejimin baskıcılığından da, kapitalizmin insanı insanlıktan çıkarıp gününü sürekli “Burger King’i seçtiğiniz için teşekkür eder, yine bekleriz” cümlesini kuran bir makineye çevirmesinden de aynı oranda nefret ettim. (çocukluğunuzdan beri görmediğiniz, sizi terk eden babanızı görüp sadece ve sadece bu cümleyi kurduğunuzu düşünsenize...)

Son olarak da sinema gözümle izledim: eleştirilecek yanları yok değildi filmin. Stereotiplerin üzerine gittiği doğruydu, hatta anlatmak istediğini karikatürleştirdiği bile söylenebilirdi. Ama yine de çok çok çok iyiydi. Kubrick ve Fellini göndermeleri, helikopterle taşınan Lenin heykeli, Alex’in çocukluk idolü kozmonot adam, “Coca Cola bir komünist içeceğidir” ve benim için en etkileyici sahne: “kırk yıldır o sizin de paranızdı”. Filmle ilgili herşeyi unutsam da elinde bir tomar kağıt parçasıyla Alex gözümün önünden gitmeyecek gibi. Kim bilir daha ne diyaloglar vardı aşık olunacak, ama sizin de Almancanız benimki gibi pek kuvvetli değilse eğer altyazının azizliğine uğramak mümkün olabiliyor.

Bu arada kurgu ne kadar iyi olursa olsun oyunculukları da göz ardı etmemek lazım; falsosuzdular bana göre. Lakin filmin bu kadar etkili olmasının üçte bir mimarı yönetmen üçte bir mimarı da oyuncularsa geriye kalan üçte bir tartışmasız müziklerindir. Ülkede sosyalizmin sonunu annenin ölümüyle paralel anlatmayı bu kadar iyi beceren bir sonlar filminde filmin yapmak istediği işi Yann Tiersen’in notaları kadar iyi yapabilecek bir müzik olamazdı diye düşünüyorum. Kendisini seven vardır sevmeyen vardır, müziğine “bu da müzik mi?” diyen vardır. Ama bence Tiersen, ki her durumda hastasıyız ailecek, bu filmin albümü için kendini aşmıştır. Le Fabuleux Destin d’Amelie Poulain’den de, C’etait Ici’den de, Les Retrouvailles’den de iyidir Good bye Lenin!

Son söz: izlemeyenin izlemesi şart olan herşeyiyle tamamına ermiş bir film Good bye Lenin! İzleyelim, izlemeyenlere izletelim...

Biterken Summer 78 çalıyordu...

3 yorum:

  1. Unknown said,

    Özellikle i saw daddy today ve first rendez-vous filmde beni yere serenlerdir, izlediğim en samimi filmlerden, gönlümün başyapıtlarından :)
    Yazınız için de aynı görüşler, ayrı dille, süper olmuş.

    on 3 Haziran 2007 22:21


  2. oinone said,

    sinemada gittigim gunu unutmuyorum. arkadasin tekini ve onunla beraber gidecekleri mona lise smile'dan ayartip bu filme sokmustum. onlardaki etkiyi hatirlamiyorum ama sonrasinda sahip oldugum dvd'yle bir daha seyrettim ve seyrettirdim.
    sanirim misyonum tam (=

    filmde sizi yolunuza koyacak binbir sahne var. ama bir tanesi var ki o da ariane'in mutfakta babasinin mektuplarini ararken ki hali.. bu sebepten dolayi yukaridaki parcalara bir de the letters'i eklemek istiyorum kendi adima.

    on 11 Haziran 2007 18:54


  3. SE7IN said,

    the letters benim de her zaman için favorim olmuştur dinler dinler bıkmam da ah keşke az daha uzun olsaydı derim. yetmiyor insana 1 dakika 21 saniye

    on 8 Ağustos 2007 00:51