Conversations with other women


İzlemeye oldukça geç kaldığım filmlerden biri conversations with other women. Gerçi 2005 çıkışlı olmasına rağmen Türk izleyicisinin 2007 yılında izlediği filmde, özellikle Fight Club'tan seyrine alışık olduğumuz Helena Bonham Carter ve Thank you for Smoking ile aşina olduğumuz Aaron Eckhart kadın ve erkek ilişkilerini, geçmişin geçmişte mi kaldığını yoksa onu hep yanımızda mı taşıdığımız sorularını ele alıyor bir biçimde.

Bir insan birini ne kadar çok severse sevsin O'nunla beraber olabilir mi tüm hayatı boyunca? Ya da O'ndan ayrılsa bile O'nu unutması mümkün müdür? Peki ya bir gün karşılaştıklarında birbirini tanımazlıktan gelmek bütün herşeyin üstünü örtmeye yeter mi? Kadın ve erkek, iki farklı bakış açısından- iki farklı kamera gözünden birbirlerini tanımaya başlıyorlar yeniden.

İkisi de hayatlarını farklı bir yöne doğru götürmeye devam etseler de ( birinin doktor bir kocası varken diğerinin de genç güzel bir sevgili vardır) ve kameralar hiç kesişmese de bir şeklide birbirlerinin çekim alanına girmek o kadar kolay ki; eski defterleri açıp senede bir gün tadında yaşanan bir gece ne kadar etkileyecektir acaba hayatalarını? Kadın arkasını dönüp giderken, erkek, kadına methiyeler düzüp aşkına cevap mı arayacaktır, yoksa kadın herşeyi içine gömüp hiç gerçekleşmeyecek bir hayale, bir umuda arkasını dönüp gidecek midir?

Birbirini yeniden tanıma çabası ne kadar anlamlıdır ki karşındakinin herşeyini bildiğin zaman? Geçmişte yaşanan güzel zamanların hatırına "nostalji " dediğimiz o derin çukuru eşelemek günümüze ne kadar yarar sağlar ki? Ana rahmine dönüş istemiyle geçmişin karanlık taraflarına yolculuk keşke ya da bir daha olsa nidalarıyla geçirilen bir gece, birbirine kızgın ama bir taraflarıyla hala birbirlerini seven iki kişiye; kadın ve erkeğe nasıl bir yarar sağlayacaktır ki birbirlerini biraz daha acıtmaktan başka? ( en çok canını yaktıklarım en sevdiklerimizdir hesabı)

35 yaşında bir erkek ve 35 yaşında bir kadın onları takip eden 20'li yaşlarına dönebilir mi bir gece içinde?

3 yorum

Le Scaphandre et le Papillon

Jean-Dominique Bauby (Mathieu Amalric), Elle dergisi editörüdür. Hareketli ve başarılı bir hayatı varken geçirdiği felç onu yatağa mahkum eder. "Locked-in syndrom" adlı bir hastalığa yakalanmıştır. Hareket edemez, yemek yiyemez ve konuşamaz. Sadece sol gözünü hareket ettirebilmektedir, bunun dışında tamamen hareketsizdir. Bedenini saran "dalgıç giysisi"nden kurtulmasının tek yolu, elindekileri, yani tek gözünü ve hayal gücünü kullanmaktır. Bu şekilde bir kitap bile yazar.

Kendi bedenine hapsedilmiş bir adam Jean-Dominique. Görebiliyor, düşünebiliyor, ama konuşamıyor, düşündüklerini aktarmasının tek yolu çalışan gözünü kullanmak. Ama onu kullanabilmek için önce onun önündeki perdeyi kaldırması gerekiyor. O perde kendine acıma, ölüm isteği ve korkuyla kaplı.. Ama o çok geçmeden hareketsizken de aslında hareket edebileceğini, istediği yere gidebileceğini, istediği kişiyle birlikte olabileceğini fark ediyor. Gözünün dışında çalışan çok önemli bir şeyi daha var çünkü; hayal gücü. Böylece kalkıyor o perde. Hırslı ve güzel terapistlerinin de yardımıyla konuşamıyor olmak artık bir engel olmuyor önünde. Harflerin kullanım sıklığına göre oluşturulan bir alfabeyle iletişim kurmaya başlıyor. Doğru harflerde gözünü kırparak aklındakileri sözcüklere dönüştürüyor. Bu şekilde bir kitap yazabileceğini söylüyor. Bu yöntemle bir kitap yazılabileceği düşüncesi bile korkutuyor biz izleyicileri. Ama Jean-Dominique “panik yapma” diyor ona kitap yazmakta yardım edecek Claude’a. Biz de rahatlıyoruz, o panik yapma diyorsa bizim yapmaya hakkımız yok. Ortaya bir kitap çıkıyor. Kitabı yayımlandıktan kısa bir süre sonra ise ölüyor Jean-Dominique.

Biyografiler genellikle oyuncunun gücüne dayalıdır. Hele de böyle ortada fiziksel sorunu olan biri varsa yönetmenler gişe kaygısından ya da kötü niyetlerinden bilinmez, durumu sonuna kadar sömürürler. Ama bu film farklı, ne biyografi anlatmanın ne de Jean-Dominique’in özel durumunun getirebileceği tuzaklara düşmüyor, bu nedenle de ortaya oyuncunun inanılmaz başarısından çok yönetmenin başarısı çıkıyor. Çünkü böyle bir hikayeden istismara hiç kaçmayan ve çok güzel görselliği olan bir film çıkarmayı başarıyor Julian Schnabel -ressamlığının da getirdiği avantajla. Filme getirilebilecek eleştiriler var tabi yine de, belki biraz hızlı ilerliyor, Jean-Dominique ölüm isteğini çok çabuk yeniyor, iletişim yöntemini de kolay kabulleniyor gibi. Ayrıca geri dönüşlerle Jean-Dominique hakkında bize çok az şey veriliyor, bu da karakterle ilgili eksiklik hissi yaratıyor. Ama yine de hikayeyi çok dozunda anlatmasıyla övgüyü hak ediyor yönetmen. Ne hayatını abartıyor Jean-Dominique’in, ne de yine bu tür filmlerde adet olduğu üzere ölümünü bir trajediye dönüştürüyor. Altını kalın kalın çizip bir azim hikayesi anlatmak yerine, onun ayrıntılara özen gösteren gözünü anlatıyor şiirsel bir üslupla. Bu yüzden filmden sonra çok güzel kareler kalıyor aklımızda, gözümüzün önünde binlerce kelebek uçuşuyor..

3 yorum

80. Oscar Adayları


Oscar ödüllerini onaylarsınız ya da onaylamazsınız, ama kayıtsız kalamazsınız. “Kimler Oscar alacak” sorusuna tahminler yürütmek çok eğlencelidir, sonuçlara çoğu zaman sinirlensek bile.. Artık bilindiği üzere oyun oynamayı, listeler yapmayı seven insanlar bu blogun yazarları.. Bu oyunu da kağıt üzerinden buraya taşıyalım, Oscar tahminleri oyunu oynayalım dedik adaylar açıklanır açıklanmaz. Henüz hepsini izleyemedik ama işte adaylar;

Best motion picture of the year (en iyi film)
*"Atonement" (Focus Features) A Working Title Production: Tim Bevan, Eric Fellner and Paul Webster, Producers
*"Juno" (Fox Searchlight) A Dancing Elk Pictures, LLC Production: Lianne Halfon, Mason Novick and Russell Smith, Producers
*"Michael Clayton" (Warner Bros.) A Clayton Productions, LLC Production: Sydney Pollack, Jennifer Fox and Kerry Orent, Producers
*"No Country for Old Men" (Miramax and Paramount Vantage) A Scott Rudin/Mike Zoss Production: Scott Rudin, Ethan Coen and Joel Coen, Producers
*"There Will Be Blood" (Paramount Vantage and Miramax) A JoAnne Sellar/Ghoulardi Film Company Production: JoAnne Sellar, Paul Thomas Anderson and Daniel Lupi, Producers

Performance by an actress in a leading role (en iyi kadın oyuncu)
*Cate Blanchett in "Elizabeth: The Golden Age" (Universal)
*Julie Christie in "Away from Her" (Lionsgate)
*Marion Cotillard in "La Vie en Rose" (Picturehouse)
*Laura Linney in "The Savages" (Fox Searchlight)
*Ellen Page in "Juno" (Fox Searchlight)

Performance by an actor in a leading role (en iyi erkek oyuncu)
*George Clooney in "Michael Clayton" (Warner Bros.)
*Daniel Day-Lewis in "There Will Be Blood" (Paramount Vantage and Miramax)
*Johnny Depp in "Sweeney Todd The Demon Barber of Fleet Street" (DreamWorks and Warner Bros., Distributed by DreamWorks/Paramount)
*Tommy Lee Jones in "In the Valley of Elah" (Warner Independent)
*Viggo Mortensen in "Eastern Promises" (Focus Features)

Performance by an actress in a supporting role (en iyi yardımcı kadın oyuncu)
*Cate Blanchett in "I'm Not There" (The Weinstein Company)
*Ruby Dee in "American Gangster" (Universal)
*Saoirse Ronan in "Atonement" (Focus Features)
*Amy Ryan in "Gone Baby Gone" (Miramax)
*Tilda Swinton in "Michael Clayton" (Warner Bros.)

Performance by an actor in a supporting role (en iyi yardımcı erkek oyuncu)
*Casey Affleck in "The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford" (Warner Bros.)
*Javier Bardem in "No Country for Old Men" (Miramax and Paramount Vantage)
*Philip Seymour Hoffman in "Charlie Wilson's War" (Universal)
*Hal Holbrook in "Into the Wild" (Paramount Vantage and River Road Entertainment)
*Tom Wilkinson in "Michael Clayton" (Warner Bros.)

Achievement in directing (en iyi yönetmen)
*"The Diving Bell and the Butterfly" (Miramax/Pathé Renn), Julian Schnabel
*"Juno" (Fox Searchlight), Jason Reitman
*"Michael Clayton" (Warner Bros.), Tony Gilroy
*"No Country for Old Men" (Miramax and Paramount Vantage), Joel Coen and Ethan Coen
*"There Will Be Blood" (Paramount Vantage and Miramax), Paul Thomas Anderson

Original screenplay (en iyi orijinal senaryo)
*"Juno" (Fox Searchlight), Written by Diablo Cody
*"Lars and the Real Girl" (MGM), Written by Nancy Oliver
*"Michael Clayton" (Warner Bros.), Written by Tony Gilroy
*"Ratatouille" (Walt Disney), Screenplay by Brad Bird; Story by Jan Pinkava, Jim Capobianco, Brad Bird
*"The Savages" (Fox Searchlight), Written by Tamara Jenkins

Adapted screenplay (en iyi uyarlama senaryo)
*"Atonement" (Focus Features), Screenplay by Christopher Hampton
*"Away from Her" (Lionsgate), Written by Sarah Polley
*"The Diving Bell and the Butterfly" (Miramax/Pathé Renn), Screenplay by Ronald Harwood
*"No Country for Old Men" (Miramax and Paramount Vantage), Written for the screen by Joel Coen & Ethan Coen
*"There Will Be Blood" (Paramount Vantage and Miramax), Written for the screen by Paul Thomas Anderson

Best animated feature film of the year (en iyi animasyon)
*"Persepolis" (Sony Pictures Classics): Marjane Satrapi and Vincent Paronnaud
*"Ratatouille" (Walt Disney): Brad Bird
*"Surf's Up" (Sony Pictures Releasing): Ash Brannon and Chris Buck

Best foreign language film of the year (yabancı dilde en iyi film)
*"Beaufort" Israel
*"The Counterfeiters" Austria
*"Katyn" Poland
*"Mongol" Kazakhstan
*"12" Russia

Best documentary feature (en iyi belgesel)
*"No End in Sight" (Magnolia Pictures) A Representational Pictures Production: Charles Ferguson and Audrey Marrs
*"Operation Homecoming: Writing the Wartime Experience" (The Documentary Group) A Documentary Group Production: Richard E. Robbins
*"Sicko" (Lionsgate and The Weinstein Company) A Dog Eat Dog Films Production: Michael Moore and Meghan O'Hara
*"Taxi to the Dark Side" (THINKFilm) An X-Ray Production: Alex Gibney and Eva Orner
*"War/Dance" (THINKFilm) A Shine Global and Fine Films Production: Andrea Nix Fine and Sean Fine

Diğer kategorilerdeki adaylar içinse şuraya bakabilirsiniz.

1 yorum

My Blueberry Nights

Wong Kar Wai’nin Amerika’da İngilizce çektiği ilk film, en önemli özelliği bu, en büyük kusuru da sanırım.. Amerika’da film çekeceğini duyduğumda içimde bir korku oluşmuştu zaten hemen. Yine de bir umut taşıyordum filmi izleyene kadar.

Elizabeth (Norah Jones) sevgilisi tarafından aldatıldığını öğrenir. Adamın her zaman gittiği kafeye gidip anahtarlarını bırakır. Kafenin sahibi Jeremy (Jude Law) ile kavanozdaki anahtarlar, biten ilişkiler ve hiçbir zaman yenmeyen yabanmersinli turta üzerine sohbet ederler. Elizabeth bulunduğu yerde kalırsa asla değişemeyeceğini düşünüp bir yolculuğa çıkmaya karar verir. Aslında bu Jeremy’nin kafesine dönmek için yapılması gereken bir yolculuktur. Bu yolculukta, sürekli içen polis Arnie (David Strathairn) ve onun taptığı karısı Sue Lynne (Rachel Weisz) ile tanışır. Aşkın saplantılı ve acımasız yüzünü görür. Arnie intihar eder. Yolculuk devam eder. Gece gündüz çalışıp bir araba almaya çalışır, zaten uykusuzluk da çekmektedir. Bundan sonra onunla başka bir yolculuğa çıkacağı şımarık Leslie (Natalie Portman) ile karşılaşır. Zengin kumarbaz Leslie ile birlikte babasının kaybını yaşar. Bulunduğu her yerden Jeremy’e mektup yazar. Aralarındaki bağ hiç kopmaz. Sonunda bütün bu yollardan geçip yolun karşı tarafına Jeremy’e ulaşır. Her gün gidip penceresine baktığı sevgilisinin dairesi de boşalmıştır. Artık rahatlıkla yabanmersinli turta yiyebilir.

Kabul edelim çok eli yüzü düzgün bir film bu. Kadrosu görkemli. Oyunculuk çok iyi, filmin en iyi tarafı da bu. Rachel Weisz olağanüstü güzel. Jude Law iyi, Norah Jones da sıradan birini oynadığından pek batmıyor. Ama filmi Wong Kar Wai değil de, bir araya gelip Wong Kar Wai filmi çekme isteğinde olan bir ekip çekmiş sanki. Kamera kullanımı, müzik seçimi, hatta yönetmenin diğer filmlerine yapılan bolca göndermeyle bir Wong Kar Wai filmi çekmeyi başarmış da bu ekip, çok basit bir hikaye, üstünkörü çizilmiş karakterler ve kötü diyaloglarla. Fakat yönetmen yok ortalıkta, taklit etmeye çalışan bir kameranın varlığı sürekli fark ediliyor. Yönetmenlerin kendi filmlerine yaptığı göndermeleri yakalamak keyifli olur hep, ama bu sefer çok kötü batıyor onları bulmak, çünkü garip bir biçimde onlarla Wong Kar Wai olduğunu ispatlamaya çalıştığını düşünüyorsunuz yönetmenin, acınası bir çabaya dönüşüp üzüntü yaratıyor onları görmek. Lütfen ülkene geri dön Wong Kar Wai hevesini aldın işte demekten başka çare yok.

1 yorum

La Fille sur le Pont


Hayat, aşk yaşadığında başlar. Yoksa bir hiçsin..”

1999 yapımı,
"Şans verilmez, alınır" mesajlı; yönetmeni Patrice Leconte'ye ve başrol oyuncularına hayran kalmanıza neden olan enfes bir aşk filmi.
Hatta "aşk filmi" genresinde incelenmesi filme hakaret bile sayılabilir, çünkü bu zamana kadar aşıkların öpüşmediği başka bir filme rastlamadım, bu hariç. Gecikmiş olsam da, son zamanlarda izlediğim en güzel film.

- Şansa inanır mısın?
- Evet..
- Neden?
- Çünkü çok güzel göğüslerin var..

Adele, hayatı boyunca sadece kötü şans'a sahip olduğuu düşünen, pesimist ve yukarıdaki diyalogun taraflarından biri olabilecek kadar saf biridir.. Bir gece yarısı intihar etmek için gittiği bir köprüde Gabor ile tanışır. Gabor, sirklerde ve özel gösterilerde bıçak atarak hayatını kazanmaya çalışan, hayatını 'şans' üzerine kurmuş bir görüntü çizen havai davranışları, hayalleri ve her şeyden öte kalbi olan bir adamdır. Adele'i bu depresyondan kurtarmayı üstün ikna kabiliyeti ile başarır ve gidecek yeri olmayan bu genç kadınla birlikte hayatı yenmek üzere yola çıkar. Erkeklere hayır deme konusunda çok da başarılı olamayan Adele, bir güzel söze ya da kendisine 'yatağın hangi tarafında yatmasını istediğini' soran herhangi bir erkeğe güvenecek kadar temiz kalplidir olmasına; ancak Gabor da bir kadının zaafından faydalanacak kadar çiğ biri değildir. Tutkuları, onları bir yol ayrımına ya da tren yolundaki makaslardan birine götürecektir kuşkusuz. Gabor'un da dediği gibi; “Yanlış yol yoktur, kötü yol arkadaşları vardır..
Ve kumar başlar: Gabor'un, Adele'in şansına, şahsına ve daha doğrusu kendisine olan inancı, Adele'i olduğu kadar onu da şaşırtmaktadır hiç şüphesiz. Defalarca rulette 0 numaraya oynamak ve asla kaybetmemek; lokal bir çekilişten, numara seçme karşılığıyla araba kazanmak; sürekli ama sürekli birbirlerine olan güvenleri, şansları.. Hayat, onları birbirlerinin eşleniği, birbirlerinin şansı olmaları için biraraya getirmiş bir krupiyedir belki de.
Ancak bu kazanım, bu iyi gidişat Adele'i korkutmaktadır ki Gabor'a, “Kaybetmeyi öğren yoksa kazanmak sıkıcı olacak” diyecek raddeye gelir.. Aralarındaki kaçınılmaz çekimin epritici korkusu tutku ile birleşmiş ve onları artık geri dönülmez bir yolun başında terketmiştir.

Vanessa Paradis'in Adele rolündeki muhteşem performansına, Daniel Auteuil'in Gabor karakterine ve onun umursamaz ama hayatın her türlü pisliğini/güzelliğini tatmış hür seyyah hallerine, filmin İstanbul'da, Galata Köprüsü'nde sonun başlangıcını temsil eden finaline, insanı bulunduğu konumdan başka bir yere sürükleyen ve ölçümlenemeyecek bir hissiyat yaşatan ost'sine bayılmış olmama rağmen; yabancı yapımların Türkiye tasvirlerinde muhakkak ezan motifini kullanıyor olmalarından duyduğum rahatsızlığı da belirtmem gerek. Dışarıdan bakıldığında nasıl görünür olduğumuzun da en net emaresi bu olsa gerek, üzücü..

1,5 saatin akabinde, son kertede film için söylemem gerekenlere gelirsem;
şans, hakikaten bir ölüm-kalım meselesidir ve şanssız olduğuna inananlar, elindeki kıymetini bilmeyip sahip olamadığını doğru zannedenlerdir Gabor'un da dediği gibi.
Son bir temenna da senarist Sergey Frydman'a gitmeli çünkü her repliği aforizma sayılabilecek bir filmin yaratılmasında çok büyük emeği var. İzlemeyenlere, iyi şanslar..

2 yorum

Zavet

Neresinden tutup nasıl anlatmalı bu filmi bilemiyorum. Filmi izleyenler kendilerine teselli arıyorlardı, “en azından gördük” diyordu biri arkadaşına, ben de filme pazar günü gittiğimden “pazar filmi gibi” dedim pek de inandıramadan kendimi. Sanırım bizim Maskeli Beşler serimizden pek farkı yok bu filmin.

Kusturica’nın her zamanki mizah anlayışında diyenler olacaktır, ama bu sefer çok fazla abarttığını düşünüyorum. Artık galiba icatlar yapan insanlarından ve araya sıkıştırdığı Yugoslavya’ya dair fikirlerinden kendisi bile bıkmış. Çünkü öyle bir saçmalık yaratmış ki nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum. Denemeye çalışacağım sadece. Tsane, dedesiyle birlikte köyde yaşayan bir çocuktur. Dedesi öleceğini ve onun yalnız kalacağını düşünüp onu şehre yollar, tadilatını yaptığı kiliseye bir ikona alması ve kendisine bir gelin bulması için. Tsane’nin başına bir sürü şey gelir. Jasna ile karşılaşır ve ona aşık olur. Jasna’nın annesi fahişedir ve onu da fahişelik yapması için kaçırırlar. Dedesinin kan kardeşinin torunları Tsane’ye yardım ederler. Bu torunlardan biri cüce, biri de neredeyse devdir. Bunlar ateş etmekten hoşlanırlar ve yine -dede gibi- garip icatları vardır. Tsane, Jasna’yı Gazda’nın (Miki Manojlovic) elinden kurtarır. Köye dönerler, ancak Gazda peşlerinden gelir ve her şey dedenin düğününde kesişir, silahlar patlar. Daha fazla anlatamayacağım çünkü hatırlarken bile daralıyorum.

Cannes Film Festivali'nde de eleştirilen filmini nasıl savundu Kusturica bilmiyorum, ama benim sevdiğim bir yönetmendi. Sjecas li se Dolly Bell, Arizona Dream, Underground filmlerini yapmış bir yönetmen nasıl bu hale geldi, böyle sığ ve basit bir filmi nasıl yapabildi anlamak mümkün değil. Miki Manojlovic yönetmene inanıp bu filmde yer almış belli ki, bunun için ona da üzüldüm. Filme dair bir şeyler söyleyebilmeyi, en azından eğlenceliydi diyebilmeyi isterdim, ama mümkün değil. Sadece hayal kırıklığı..

3 yorum

I Want You

Michael Winterbottom hediyesi 1998 yapımı dramatik, romantik ve etkileyici bir film..

Elvis Costello'nun aynı adlı parçasından yola çıkan yönetmen, belki de saplantılı sevgilere en güzel göndermelerden birini yapmış bu esaslı film ile..

Bir bayan kuaföründe çalışan Helen (Rachel Weisz)'in hayatı, hapishaneden tam 9 yıl sonra çıkan eski sevgilisi Martin (Alessandro Nivola)'in dönüşüyle birden değişir. Bu arada, yıllar önce annesini evinin banyosunda ölü olarak bulduğundan beri hiç konuşmayan, insanların konuşmalarını ses kayıt cihazıyla kaydeden enteresan birçocuk olan Honda (Luka Petrusic) da Helen'e aşıktır. Honda, seks düşkünü ablası Smokey (Labina Mitevska) ile birlikte gayet berbat bir yaşam sürmekte olduğundan, Helen bu küçük çocuğun ona yaptığı jestleri, verdiği hediyeleri geri çevirmez. Sevgilisi Bob ile arabada yaptıkları konuşmaları kaydeden Honda, radyo programcısı Bob'u canlı yayında rezil eder ve bu da bir nevi Helen-Bob ilişkisinin noktasıdır..

Bu andan itibaren artık olay örgüsü Helen, Martin, Honda ve Smokey üzerine yoğunlaşmaya başlamıştır.. The Peer ismindeki bir barda şarkıcılık yapan Smokey'in nemfomanyaklık seviyesinde bir seks düşkünlüğü vardır ve Martin'e sürekli bundan bahsetmektedir. İşin kördüğüm olduğu kısım ise; Helen'in babasının ölümü üzerine hapse giren Martin, bu olayın içyüzünü öğrenmeye çalışan Honda ve sırlarla dolu Helen'in karşılıklı oyunlarıdır belki de..

Noi Albinoi'deki Noi'ye benzettiğim izole karakter Honda'nın tartışmasız etkisini es geçmeden belirtmem gerekirse, gerçekten enfes bir öykü.. Karakterlerin obsesiflikleri soundtrackle muhteşem bir uyum yakalamış. 87 dakika boyunca sanki bir şarkının içindeymişsiniz hissiyatı yaşatan bu İngiliz yapımını tek bir kelime ile açıklamam gerekseydi, "etkileyici" derdim sanırım.

2 yorum

Casino Royale


Sinema tarihinin bir ihtimal en fiyakalı ajanı ilk görevini gerçekleştirmek üzere geri döndü. Biliyorum çok klişe bir giriş oldu ama hakikat bundan ibaret. Öncelikle şunu söyliyim, klişe bir giriş yaptığım bu filmin hiç de öyle klişelerle işi yok. Hoş gecenin bir vakti "aksiyooon filmi" arzusuyla yataktan fırlayan benim için çok fazla da önemi olmayacaktı bu durumun orası da ayrı bir gerçek.
Filmin yönetmeni daha önce Daniel Craig gibi Pierce Brosnan'ın da ilk James Bond filmini çeken Martin Campbell. Açıkçası yönetmen hakkında fazla konuşacak fazla bir şey bulamıyorum. Pek çok James Bond filmi çekmiş. Bir de Vertical Limit var filmografisinde benim bildiğim ve izlediğim. Yani filmi izlemeden önce aksiyon filminin safkan aksiyon görevini başarıyla yerine getireceğini kestirmeniz güç değil.
Filmin jeneriği bile oldukça şaşalı, orjinal ve gazken daha filmin başında aksiyonun limitlerine varılmasıyla filme ve Bond ihtişamına aşık oluyorsunuz. Ayrıca inşaat alanında geçen bu kovalamaca sahnesinde sanırım diğer bond filmlerinde gerçeleşmeyen bir şey oluyor ve bond'un gömleği kırışıyor. Daha önce ceketi bile kırışmadan dünyayı kurtaran bir bond akıllarınıza geldikçe bunun önemini siz de anlayacaksınız.
James Bond'un ilk görevini anlatan film, Bond'un geçmişini, nasıl öldürme yetkisi ve 007 kodu aldığını çok fazla açıklamıyor. Sadece en başta biraz film-noir havasında bir sahneyle bu konuya değiniliyor. Dediğim gibi Bond'un ilk görevi bu ve bu görevi için Karadağ'daki Casino Royale'e gitmesi ve bir poker oyununa dahil olması gerekiyor. Eğer kazanırsa hiç bir şey kaybetmeyecek, fakat kaybederse terör örgütüne 100 milyon dolarlık katkı sağlayacak. Hikaye hakkında daha fazla bilgi vermeme gerek yok :)
Kısacası izlediğim Bondlar içinde bana yapmacık tavırlı olmayan ve en insansı görünen karakter Daniel Craig gibi geldi. Daha önce Munich'te de bizleri mest eden bu sarışın James Bond umarım yaşı elverdikçe bu rolde devam eder. Daniel Craig dışında tabi ki Bond filmlerinin olmazsa olmazları güzeli ve kötüyü canlandıran Eva Green ve Mads Mikkelsen de kendilerine hayran bırakıyor.
Yalnız şunu da unutmayın, bu filmi tamamen aksiyona susamış halde izlediğim için bazı negatif noktaları esgeçmiş veya hatırlamıyor olabilirim. Size de tavsiyem James Bond filmlerini fazla ciddiye almadan, kafa yormadan, kendinizi o dünyanın bir karakteriymiş gibi hissederek izlemeniz. Zaten başka türlü kendinizi bir Aston Martin DBS'nin koltuğunda hayal edemezsiniz.

5 yorum

Mutluluk


Bu filme karşı önyargılı olduğumu öncelikle belirtmek istiyorum. Hatta uzun süre izlemek bile istemedim, ama merakım baskın çıktı ve sonunda izledim. Açıkçası kamera arkasındaki isim Abdullah Oğuz olunca filmin iyi niyetine dair şüphelerim vardı. Handan İpekçi’ye inandığımdan Saklı Yüzler’in pek çok hatasını görmezden gelebilmiştim, ama bu filmdeki her hatanın gözüme fazlasıyla batacağını biliyordum. Mutluluk’un kaynağı olan Zülfü Livaneli’nin kitabını okumadım, belki filme göre daha iyidir, ama film hakkındaki önyargılarımda ne kadar haklı olduğumu gördüm, keşke film beni utandırsaydı.

Meryem (Özgü Namal) tecavüze uğrayan masum bir genç kızdır. “Kirlendiği” için töre gereği babasının amcasının oğlu olan ağa tarafından ölüm emri verilir. Ancak bunu ağanın oğlu olan ve askerden gelecek Cemal (Murat Han) gerçekleştirmelidir, bu “görev” ailenin erkeği ve namusundan sorumlu kişisi olarak ona düşer. İnfaz için Cemal’in askerden dönüşü beklenir. Bu sırada Meryem ahırda kapalı tutulur, intihara zorlanır, ama denese de kendisini izleyen üvey annesinin bakışları altında intihar edemez. Meryem’e sürekli bunu kimin yaptığını sorarlar, ama Meryem söylemez. Cemal askerden döner. Jandarma etrafta gezdiği için bu iş köyde gerçekleştirilemez, Cemal’den Meryem’i İstanbul’a götürmesi ve bu işi yolda bitirmesi istenir. Cemal Meryem’i trenden atmak ister, ama yapamaz. İstanbul’a geldikten sonra ise ellerine kanı bulaşmasın diye Meryem’den köprüden atlamasını ister. Meryem atlamak üzereyken de onu kurtarır. Artık birlikte kaçmak zorundadırlar.

İrfan (Talat Bulut) yaşadığı hayattan sıkılmış bir profesördür. Yaşadığını hissetmek için teknesiyle denize açılır. Cemal ve Meryem’in yolu İrfan ile kesişir. Artık onun teknesinde çalışmaya başlarlar. Önceleri her şey iyiyken Cemal’in, Meryem’i İrfan’dan kıskanmaya başlamasıyla durum kötüleşir. Rüyalarında Meryem’i görür Cemal, bu rüyalardan bile Meryem’i sorumlu tutar. Bu arada teknede sürekli İrfan ile Cemal arasında bir karşılaştırmaya gidilir. İrfan “ben senin gibi net bir adam olamadım” der Cemal’e, “sen bıçak gibisin”, İrfansa duygusal bir adamdır, yumuşaktır, şiir okur, Meryem’e hediyeler alır. Meryem’in zekasının, dünyasının bir tek o farkındadır. Ama sanki yönetmen bıçak gibi asker genç Cemal’i İrfan’ın ağzından fazla över. Ve filmi biz töre ile ilgili bir film sanırken duygularını ifade edemeyen kıskanç aşık ve sert erkek hikayesine döner film. Meryem hiç yoktur teknede, kıskanılan, hırpalanan bir kadındır, ama İrfan’ın dediği zeki kadını göremeyiz biz hiç, onunla ilgili tek bildiğimiz şey o kadar zaman geçmesine rağmen hala tecavüze uğrayan masum bir kadın olduğudur, ne düşündüğünü, hissettiğini bilmeyiz. Cemal’in kıskandığı, sevdiği, koruduğu, hırpaladığı kişidir hala.

Filmin dayanamadığım noktalarına gelince, görüntü olarak çok temiz ve güzel görüntüler var, ama bir kızın intihara zorlanmasını havada dolaşan kameralarla çekmek gerçekliği zedeleyen bir durum tamamen. Bence böyle bir filmde ele aldığı konu açısından gerçeklik hissini korumak çok önemli olmalı, ama yönetmenin öyle bir derdi yok. Meryem’in ruh haline bakmıyoruz bile, Cemal’in düşünceleriyle ilgiliyiz hep, ve bunu da bir zihniyeti anlamak için yapmıyoruz, çünkü onun düşüncelerini yönetmen kıskanç ve sert erkeğe indirgiyor ve aşkla ilişkilendiriyor, bu da filmin söylemini tamamen zayıflatıyor, değiştiriyor. Namus adına işlenen cinayetlere odaklanmak yerine başka her şeyle ilgilenir hale geliyoruz. Ayrıca yönetmen Abdullah Oğuz olunca bu tecavüzü kimin gerçekleştirdiğini de filmin en başından beri tahmin edebiliyoruz, tecavüz eden tabi ki ölüm emrini veren Cemal’in babasıdır. Üstelik Meryem’in masumluğu iyice belirgin hale gelsin diye film boyunca gördüğümüz kadınların hepsi neredeyse kötü. Meryem’in üvey annesi onu soğukkanlılıkla intihara zorlayan kötü kalpli bir üvey anne, İrfan’ın karısı kıskanç ve kötü niyetli bir kadın, İrfan’ın tekneye gelen bikinili öğrencisi ise bağımsız ve flörtçü bir genç kız. Masumluğun film boyunca altı çiziliyor, Meryem masum anlıyoruz, ama keşke denildiği gibi zeki ve parlak bir kadın olduğunu da görebilseydik masum olduğu kadar. En büyük erdem oluyor masumiyet ki isteyerek biriyle birlikte olsa -Saklı Yüzler’deki gibi- masum biri olmayacak, ki bu da filmin dayanamadığım başka bir noktası. Ayrıca Meryem hakkında hiçbir şey bilmediğimiz için araya serpiştirilen geri dönüşlerle gösterilen üvey anne baskısı ya da tecavüz travması da inandırıcılığı yitirip bir süs haline geliyor.

Filmin kafası karışık olması bir yana töre ile kurduğu ilişki de çok yüzeysel. Fatih Özgüven’in dediği gibi; “Keşke Saklı Yüzler daha iyi bir film olsaydı da Mutluluk adlı töre fantezisine mecbur kalmasaydık”.

1 yorum

Dead Man's Shoes


2004 yapımı Shane Meadows filmi..

Filmin son derece iyi yazılmış zekice bir konusu var, ancak herhangi bir şey söylersem filmden alacağınız keyif azalabilir o yüzden genel bir açıklama yapayım, sonra da filmin sevdiğim noktalarına geçeyim;

Richard, Orduda olduğu zamanlarda zihinsel engelli kardeşi Antony^i sömüren ve iğrenç hayatlarına bir şekilde onu da dahil ederek eğlence malzemesi yapan adamlardan intikam almak için kasabaya gelmiştir.. Ordu eğitimi sayesinde hepsinin hakkından kolayca gelir ve göstere göstere öldürür, ancak bu noktadan sonra film kırılma noktasına ulaşır ve izleyici için hazırladığı sürprizlerle basit bir intikam hikayesi olmaktan kurtulur..

Aslında Richard intikam alma işini yaparken kardeşinin spastikliğinden utandığı için kendisini bir canavara dönüştürür, bunca zaman onun yanında olmadığı için, yanında olduğu zamanlarda onu gerçekten sevip sevmediğine bile emin olamadığı için kan döker ve Richard karakterini canlandıran Paddy Considine kişisinin muhteşem oyunculuğu sayesinde de bu işi etkileyici biçimde yapar.. Döktüğü her kan aslında kendi kanıdır ve kardeşi için ödemesi gereken bir bedeldir, bu olayda suçlu olan onca kişiye rağmen ihanetin en büyüğü kendisine aittir.. Çünkü engel olailecekken uzaklarda olmayı o tercih etmiştir..

Yönetmen çok etkileyici bir tarz seçmiş, intikam hikâyelerinde karakteri saklamak esas olmasına rağmen her şeyi göze sokarak yapmayı tercih etmiş, böylece klişelerden uzak, yalın ve akıcı bir aktarımı yakalayabilmiş.. Filmin kendisini açtığı nokta ile final arasındaki zaman dilimi de izleyicinin filmi hazmetmesi açısından çok iyi olmuş..

Kısaca basit bir intikam hikayesinden çok daha öte, Lucky Number Slevin popülerliğinden uzak, ingiliz aksanının güzelliği ile harika bir film olmuş Dead Man's Shoes, izlemediyseniz tavsiyedir..

3 yorum

The Brave One


2007 yapımı pek taze bir Neil Jordan filmi..

Şehrin sesi temalı bir radyo programı yapan Erica Bain (Jodie Foster) ve sevgilisi evlilik hazırlıkları yapmaktadır.. Köpeklerini gezdirmek için çıktıkları bir park gezisinde hayatları aniden değişir, sevgilisini kaybeden Erica içinde bir yabancı olduğunu keşfeder.. Önceleri kendisini korumak için aldığı silahla zamanla intikam meleği tadında kötülerin düşmanı oluverir. Bu sırada Dedektif Mercer ile tanışır ve yaptıklarının doğru-yanlış sağlamasını onun üzerinden yapar, aslında onun da bazı durumlarda adalete güvenmediğini anlaması bir süre daha devam etmesine neden olur.. Dedektif Mercer (Terrence Howard) olayı çözse de Erica^ya ve yaşadıklarından sonra yaptıklarına anlam vermeye başlar ve olaylar herkesin tahmin edebileceği yerlere kolayca sürüklenir..

Filmi genel olarak beğenmedim, sırtını Jodie Foster^a dayamış gibi duruyor.. Aslında 2 saat boyunca Jodie^yi izleyeceksin deseniz, hiç ses çıkartmadan kabul edebilirim ki kendisi en sevdiğim oyunculardandır ancak onun yalnız ve korkmuş bir kadından süper kahraman kılığına bürünmesini filmin temel konusu yapıyorsanız canımı sıkabilirsiniz.. Erica karakterinin evine döndüğü zaman dışarı çıkma denemelerinde fiziksel olarak verilen psikolojik gerilim gerçekten acınası derecede kötü, bu kadar iyi bir oyuncun varken bize kamera ve ışık ile çaresizliğin korkusunu anlatmaya çalışıyorsan ne yaptığını pek bilmiyorsun demektir.. Ayrıca adaleti kendi ellerine alan ve polise yardımcı olduğu düşünülen karakterler hem sinema hem de televizyon için çok eski bir konu, bu yüzden bu konuları işlerken kalıpların biraz daha dışına çıkmalısınız.. Belki Boondock Saints gibi bir anlatımla bu olayı çizgi roman tadında açıklayabilirsiniz, ya da Dexter gibi muhteşem bir karakter yapımına çevirebilirsiniz.. Ama herkesin bildiği ve durduğu yeri kestiremediği bu kişisel adalet konusunda bu kadar yüzeysel bir anlatımla pek başarı elde edemezsiniz.. Senaryo o kadar zayıf ki ölümlerde ellerin titremesi fikrini bile sözlü olarak dile getiriyor, bunu anlatmanın onca yolu varken karakterimiz kendi kendine bunu sormak zorunda kalıyor..

Kısaca hiçbir şey yeni değil, anlatım ve senaryo son derece zayıf.. Hedeflenen gişeyse onun için de tempo son derece düşük.. Yönetmenin ne yapmaya çalıştığını anlamadım ama sanırım Jordan, Jodie^ye fazla güvenmiş.. Güveninde haksız sayılmaz aslında, filmi yine çok iyi kaldırmış ve izlenilebilir kılmış Foster, yoksa ucuz senaryosu ve klişeleri ile yarıda bırakıp çıkılabilir..

1 yorum

Serendipity


Başrollerini John Cusack ve Kate Beckinsale^in paylaştığı 2001 yapımı Peter Chelsom filmi..

Jonathan Trager ve Sara Thomas noel alışverişi sırasında bir mağazada eldiven alırken karşılaşırlar, aynı eldivene elleri gitmiştir ve doğal olarak bir adet kalmıştır, eldivenin diğer taliplisine beraber bir hikâye yazdıktan sonra Serendipity pastanesine giderler.. Tam ayrıldıkları anda ikisi de bir şeyler unuttuklarından geri dönerler ve birlikte zaman geçirmeye karar verirler.. Bu durumda romantik filmlerin en önemli öğesi buz ve kar olayın içine dahil olur, keyifle izleriz.. Herkesin hayatında bir kez olabilecek bir şeydir bu ancak ikisinin de hayatlarında başka insanlar vardır, gerçi Jonathan doğal olarak Sara^dan telefon ve iletişim bilgileri ister ama kaderci bir anlayışla "eğer birbirimizi bulacaksak bir şekilde buluruz" diye düşünen Sara sadece adını söyler ve bir kitaba adını yazarak onu yarın satacağını söyler, jon^da 5 doların üzerinde adını ve telefonunu yazar ve ilginç bir asansör deneyi sonucunda birbirlerini kaybederler.. Yıllar sonra diye devam eden masalımız, birbirlerini arama süreci ve son olarak yüzümüze gülümsemeyi verecek mutlu sona doğru ilerler..

Filmin masalsı öyküsü çok etkileyici olmasa da türün diğer filmlerine oranla anlatımı pek keyifli olmuş.. Romantik komedi diyebileceğimiz ya da halk arasında "Hugh Grant Filmleri" olarak genelleyebileceğimiz bu filmlerde senaryolar genellikle çok zayıf olur ve oyuncular da türün hakimi olduklarından fazla bir şey vermezler.. Herkes artık alıştığı gibi devam eder ve ortaya tüketicinin bildiği, mutlu anların filmi çıkar.. Belki aşık olduğum Kate Beckinsale! ve High Fidelity^den sonra yaşamda benzediğim her adamı canlandırabileceğini düşündüğüm John Cusack başrollerde diye bu filmi bu kadar sevdim, ya da tesadüflerin hiçbir zaman tesadüf olmadığı düşüncesini gerçekliğe çok yakıştırdığım için..Genel olarak zamanı alıp giden, hızlı bir şekilde yüzünüze gülümsemeler konduran belki basit ama temiz bir film..

Jonathan^ın en yakın arkadaşı Dean Kansky karakterini canlandıran Jeremy Piven da çok iyi bir performans göstermiş.. Hayatını hayallere teslim eden adamların yakınlarında her zaman gerçeklerle mutlu olan örnek arkadaşları vardır, ancak bu arkadaşlar kendilerinin gerçekleştiremeye asla cesaret edemeyecekleri romantik maceralarda her zaman hayalperestlerden daha atik olurlar.. Dean^in gelinlik dükkanı önünde "hayır bitmiş olamaz, devam etmeliyiz yoksa onu asla öğrenemezsin" itirazları da aslında salt gerçeklerden oluşan hayatının önemli bir ihtiyacını giderme isteğindendir.. Bu bakımdan Sara^nın arkadaşı Eve ile aynı durumdadırlar..

John Cusack dolayısıyla High Fidelity akıllara geliyor, bir gülümseme bunun için.. Hayatta sadece birkaç saat geçirdiğin insanı arama fikri ile de devam etmeyen bir Before Sunrise düşüyor zihnime, ikisi de kıyas kabul etmez kesinlikle ancak aldığım keyif açısından ikisiyle birlikte anacağım bu filmi.. Haftasonumu keyifli başlattı, teşekkürler..

Ayrıca Hugh Grant filmlerini çok seviyorum, genel bir "Hugh Grant Filmleri"yazısı yazmak istiyorum, zamanım olursa..

2 yorum

Lumière et Compagnie


Lumière’den 100 yıl sonra tanınmış 40 yönetmen bir araya gelir ve onun kamerasıyla filmler çekerler. Uyulması gereken bazı kurallar vardır; filmler 52 saniye olacak, tekrar çekim yapılmayacak ve üç plan kullanılacak.

Bu tür ısmarlama işlerde pek parlak sonuçlar çıkmaz çoğu zaman. En son "Paris Je T’aime"de bildiğimiz ve sevdiğimiz yönetmenler yaratıcılıktan uzak filmleriyle bizi şaşırttılar. Ama işin içinde Lumière ve sinema olunca ister istemez beklentilerimiz başka oluyor. Ancak sonuçlar yine çok iyi değil. Abbas Kiarostami ve David Lynch’in filmleri (ki Lynch'in nasıl üç planda çektiğini anlamak için tekrar tekrar izlemek gerekiyor) hariç çok sevdiğim film olmadı. Ama çok da önemli değil bu, çünkü bu kısa filmlerden daha ilginç olan yönetmenlerin “Neden Lumière’in kamerasıyla film çekmeyi kabul ettiniz?”, “Neden film çekiyorsunuz?” ve “Sinema ölümlü müdür?” sorularına verdikleri cevaplardı. Özellikle Haneke “Bir kırkayağa neden yürüdüğünü ya da tökezlediğini asla sormayın” diyerek farkını ortaya koyuyordu yine, Lynch ise “Film çekmeyi seviyorum çünkü bir başka dünyaya geçmeyi, orada kaybolmayı seviyorum. Filmler, bence, düş kurmanızı sağlayan büyülü araçlar, size karanlıkta düş kurduruyorlar” diye cevap veriyordu neden film çekiyorsunuz sorusuna. Benim favori cevabım da çok sevdiğim bir yönetmen olan Wim Wenders’ten geliyordu; “Yapacak başka bir şey yok”.

Gerçekten farklı bir sinema deneyimi sunuyor bu belgesel, hem bu filmlerin çekimlerini izlemek hem de birbirinden ünlü yönetmenin Lumière kardeşlerin kamerasından baktığını görmek gerçekten güzel bir deneyim.

Ayrıca güzel de bir soru düşürdü aklıma bu film; “Hangi film karesi birdenbire aklınıza gelir?”… İzledikten sonra onlarca film karesi geçti gözümün önünden, bu da filmin yaşattığı ayrı bir deneyim oldu.

Projeye katılan yönetmenler; Merzak Allouache, Theo Angelopoulos, Vicente Aranda, Gabriel Axel, Bigas Luna, John Boorman, Youssef Chahine, Alain Corneau, Costa Gavras, Raymond Depardon, Jaco van Dormael, Francis Girod, Peter Greenaway, Lasse Hallström, Michael Haneke, Hugh Hudson, James Ivory, Gaston Kabore, Abbas Kiarostami, Cedric Klapisch, Andrei Konchalovsky, Spike Lee, Claude Lelouch, David Lynch, Ismail Merchant, Claude Miller, Sarah Moon, Idrissa Ouedraogo, Arthur Penn, Lucian Pintilie, Jacques Rivette, Helma Sanders Brahms, Jerry Schatzberg, Nadine Trintignant, Fernando Trueba, Liv Ullmann, Regis Wargnier, Wim Wenders, Yoshishige Yoshida, Yimou Zhang.

0 yorum

Ae Fond Kiss


İngiltere’de yaşayan Pakistanlı bir ailenin oğlu bir “yabancı”ya aşık olur. Aile çocuklarını kuzeniyle evlendirmek isterken o böyle bir “hata” yapar. Ancak Casim, önce ailesi dağılmasın diye bu evliliği kabul eder, sonra ise yapamayacağını anlayıp aşık olduğu kadına döner. Roisin ise bir Katolik okulunda geçici müzik öğretmenidir. Kadrolu olabilmesi için belgelerini bağlı olduğu rahibe onaylatması gerekmektedir. Ancak rahip bir “yabancı” ile yaşadığı evlilik dışı ilişkiyi onaylamaz ve belgeleri imzalamaz. Roisin’in ona baskı yapabilecek bir ailesi yoktur ortalarda , ki bir yerde o da "annem burda olsaydı çocuklarınızın dini ne olacaktı" gibi bir sürü soru sorardı der. Ama sonuçta ortalarda yokturlar ve rahip dışında baskı yapan taraf sadece Pakistanlı ailedir.

Her şey iyi güzel de ortada bir sorun var, farklı kültürler arasında sıkışmış iki genç aşığın dramı tamam, ne yapacaklarını bilemez, ama birbirlerinden de kopamazlar, iyi.. Özellikle Casim annesinin gözyaşlarına dayanamadığı halde ne Roisin’den ne de bar açma hayallerinden vazgeçer. Ancak bence ortada ciddi bir sorun var, belki başka bir yönetmen bu hikayeyi böyle anlatsa sorun olmazdı, ancak Ken Loach’tan tek taraflı hikayeler izlemek biraz yadırgatıcı. Pakistanlılar oğullarını yanlarında tutabilmek için Roisin’e hain bir plan hazırlayacak kadar da gözü dönmüş insanlar olmasalardı keşke. Anlamazdık belki onları, ama en azından bu kadar da dışarıdan bakmasaydık. Başka bir ülkede “öteki” olmakla ilgili filmde duyduklarımız sadece Casim’in ailesini haklı göstermek için Roisin'e söyledikleri, ancak filmde pek görmek mümkün değil onları, hatta biraz taraflı izlenirse bu aileden nefret etmek hiç zor değil. Belki Ken Loach’un bize şimdiye kadar anlattıklarına fazla alıştık, yine onlardan bahsetmesini istiyoruz, belki kendisine aşkı taraf seçip kağıt üzerindeki din ayrımını yok sayan bir nesil yetiştiğini anlatmak istiyordur, ama hakkını vererek anlatsaydı o zaman. Gerçekten zayıf bir senaryo, film tüm söyleyeceğini açılış sekansında Casim’in kız kardeşinin ağzından söylüyor zaten, ve iddialı da bir başlangıç yapıyor, ama gerisi öyle gelmiyor işte.

Yine de Ken Loach bu, bir bildiği vardır demekten başka çaremiz yok, zaten üstünden “The Wind That Shakes the Barley” geçti, en son ise 2007 tarihli “It’s a Free World” filmiyle çoktan affettik bile kendisini haddimiz olmasa da..

2 yorum