Eşkıya

Türk Sinema tarihinin en iyilerinden biri olarak kabul gören, 1996 yapımı Yavuz Turgul filmi..

Cudi dağında yakalanan bir grup şakinin içinden, 35 yıllık mahkumiyete sadece bir tanesi dayanabilir ve hayatta kalır: Baran.. Şener Şen'in insanüstü oyunuyla can verdiği Baran, kendisini gammazlayan haini ve sevdiği kadın olan Keje'yi bulmak için trenle İstanbul'a giderken, uyuşturucu batağına bulaşmış filinta gibi bir delikanlıyla, Cumali ile (Uğur Yücel), tanışır ve büyük şehrin büyük acılarına birlikte göğüs germeye başlarlar..

Sevdiği kadını kaçıranın, kendisini hapislere düşürenin en yakın dostu Berfo (Kamran Usluer) olduğunu öğrendikten sonra deliren Baran'ın yürek yakan öyküsüdür en kısaltılmış tanımıyla Eşkıya. Kırılan bir kemiğin sesidir, paramparça..

Babamla Beyoğlu Fitaş'ta seyrettiğimizde bu filmi daha dokuzumdaydım ve insanların sinemada her film sonunda ayağa kalkıp alkış yaptıklarını zannetmiştim: İnsanların en yakınlarından darbe yedikleri; en güvendiklerinden, en galip yerlerinden mağlup oldukları bir dünyada yaşadığımızı öğrendiğim yaştaydım yani.

İki türlü sevgiyi öğretti Eşkıya: Birincisi, Keje ve Baran'ın; diğeriyse, Cumali ile Emel'in. Bir yanda sadakat, bir yanda ihanet; bir yanda sonsuz tepkisizlik ve vakar, diğer tarafta ise heyecan ve hüsran.. Bir insanı sevmenin imla kurallarına bağlı olmadığını ispat eden bu kutsal yapımın müzikleri de kendi iç yapısı gibi öldürücü ve sarsıcı olmalıydı elbet: Erkan Oğur'un kusursuz katkısı, "şu Fırat'ın suyu akar serindir" dizesini hafızamıza divit ucu ile kazıması, kırılgan bir halet-i ruhiyeyle sinemada babayla gözlerini birbirinden kaçırarak gizlice ağlamalara yol açtı muhakkak. Odalarında fahişe annelerin etlerini sattığı otellerin lobilerinde başlayan çocukluklar, bir porno filme öykünmüş hayatlar, bukkake'den farksız sevmeler ve sevişmeler; insanın kendini cezalandırma mekanizması ve dış dünyayla mutat ilişkinin kesilmesi, kesilen her şeyin tek tek kanaması, kanayan yaraların sağaltılamaz tümörlere ve esrik umutlara dönüştürüldüğü ara sokaklarda gençliklerin köküne kezzap dökülmesidir bu film.

Kayhan Yıldızoğlu, Güven Hokna, Yeşim Salkım, Özkan Uğur, Settar Tanrıöğen ve daha nice oyuncunun elinden geleni fazlasıyla yaptığı Eşkıya'ya şöyle nokta koymak gerekir belki de.. o çatıda, Cumali'nin Ölümü ile:

Cumali:
Çok korkuyorum Eşkıya,
beni bırakma..
Çok korkuyorum,
çok..


Baran:
Korkma
Sadece toprağa gideceksin,
sonra toprak olacaksın
sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin
oradan özüne ulaşacaksın
çiçeğin özüne bir arı konacak
belki
belki o arı ben olacağım..


4 yorum:

  1. Emre said,
    Bu yorum yazar tarafından silindi.

    on 24 Haziran 2007 12:33


  2. Emre said,

    Cumali'nin çatıda ölürken Annesini hatırladığı sahne duygu yoğunluğunun tavan yaptığı sahnedir. Tartışmasız Türk sinemasının en yenilikçi eskimiyecek klasiklerindne biridir

    on 24 Haziran 2007 14:23


  3. Küçük bir sahneye takılır dururum bu filmi her izlediğimde. Baran çatıdayken "Cudi'nin tepesindeyim sanki." der ya, orası işte. anlamadım gitti.

    on 12 Temmuz 2007 20:56


  4. Burçe said,

    12-13 yaşlarındaydım ağlamaktan içim dışıma çıkmıştı, 5 yıl sonra aşık olduğum adam bana bu filmi "en sevdiğim film" diyerek verecekti hem sevinecek hem üzülecektim. Keje'nin susması kadar yaralı çok az sürekli sahne var bence, oradaki acının ağrının ifadesi oldukça can yakıcı. Yazıyı okurken Erkan Oğur'un sesini duydum bi de.

    **

    Bu arada Ev'den buraya geldim, önce Reha Erdem filmlerini okudum sonra Şener Şen'lere bakayım dedim. Sesler çok başarılı sınıflamış, genel olarak siteyi takip edip gezmesi de pek keyifli, tebrik edeyim.

    on 9 Eylül 2009 11:58