80. Oscar Ödülleri


Ödüller bu sabah sahiplerini buldu. Ben akademinin stratejileri yüzünden ödüllerin No Country for Old Men ile There Will Be Blood arasında dengeleneceğini düşünmüştüm. Ancak Coen’ler dört dalda ödül alarak benim beklentilerimi aştılar. Hak ediyorlardı tabi ki o ayrı. Persepolis’in ödül aldığını görmek isterdim, Juno’ya ise her yerden senaryo ödülü verilmesine itirazım var. Neyse ne desek boş artık, işte ödüllerin tam listesi;

Best motion picture of the year (en iyi film)
"No Country for Old Men" Ethan Coen and Joel Coen,

Performance by an actress in a leading role (en iyi kadın oyuncu)
Marion Cotillard in "La Vie en Rose"

Performance by an actor in a leading role (en iyi erkek oyuncu)
Daniel Day-Lewis in "There Will Be Blood"

Performance by an actress in a supporting role (en iyi yardımcı kadın oyuncu)
Tilda Swinton in "Michael Clayton"

Performance by an actor in a supporting role (en iyi yardımcı erkek oyuncu)
Javier Bardem in "No Country for Old Men"

Achievement in directing (en iyi yönetmen)
"No Country for Old Men" Joel Coen and Ethan Coen

Original screenplay (en iyi orijinal senaryo)
"Juno" Written by Diablo Cody

Adapted screenplay (en iyi uyarlama senaryo)
"No Country for Old Men" Written for the screen by Joel Coen & Ethan Coen

Best foreign language film of the year (yabancı dilde en iyi film)
"The Counterfeiters" Austria

Best animated feature film of the year (en iyi animasyon)
"Ratatouille" Brad Bird

Best documentary feature (en iyi belgesel)
"Taxi to the Dark Side" Alex Gibney and Eva Orner

Achievement in cinematography (en iyi görüntü yönetimi)
"There Will Be Blood" Robert Elswit

Achievement in art direction (en iyi sanat yönetimi)
"Sweeney Todd The Demon Barber of Fleet Street" Art Direction: Dante Ferretti; Set Decoration: Francesca Lo Schiavo

Achievement in costume design (en iyi kostüm tasarımı)
"Elizabeth: The Golden Age" Alexandra Byrne

Achievement in film editing (en iyi kurgu)
"The Bourne Ultimatum" Christopher Rouse

Achievement in makeup (en iyi makyaj)
"La Vie en Rose" Didier Lavergne and Jan Archibald

Achievement in music written for motion pictures (en iyi orijinal müzik)
"Atonement" Dario Marianelli

Achievement in music written for motion pictures (en iyi orijinal şarkı)
"Falling Slowly" from "Once" Music and Lyric by Glen Hansard

Best live action short film (en iyi kısa film)
"Le Mozart des Pickpockets (The Mozart of Pickpockets)" Philippe Pollet-Villard

Best documentary short subject (en iyi kısa metraj belgesel)
"Freeheld" Cynthia Wade and Vanessa Roth

Best animated short film (en iyi kısa metraj animasyon)
"Peter & the Wolf" Suzie Templeton and Hugh Welchman

Achievement in sound editing (en iyi ses kurgusu)
"The Bourne Ultimatum" Karen Baker Landers and Per Hallberg
Ryn and Mike Hopkins

Achievement in sound mixing (en iyi ses miksajı)
"The Bourne Ultimatum" Scott Millan, David Parker and Kirk Francis

Achievement in visual effects (en iyi görsel efekt)
"The Golden Compass" Michael Fink, Bill Westenhofer, Ben Morris and Trevor Wood

4 yorum

Hokkabaz

Cem Yılmaz'ın Gora ile yakalamış olduğu büyük gişe başarısının gölgelediği 2006 yapımı filminin yönetmenliğinde kendisiyle beraber Ali Taner Baltacı ismini de görüyoruz. Aslında 'gölgelenmek' fiilini kullanmak istemezdim ama bir kere söylemiş bulundum.

İskender Tünaydın (Cem Yılmaz), on numara yol arkadaşı Maradona Orhan (Tuna Orhan) ile sihirbazlık gösterileri yaparak hayatını idame ettirmeye çalışan genç bir adamdır.. İşleri asla tam anlamıyla iyi gitmemekte, ev kirasını bile denkleştirecek kazanca ulaşamamaktadır.. Maradona ile birlikte bir turne fikri canlanır kafalarında; tek ihtiyaçları ise İskender'in eniştesine ait olan karavandır ama işler biraz karışır. Eniştesi olsun, ablası olsun, İskender'in pilotluktan emekli olmuş babası Sait Tünaydın'ı (Mazhar Alanson) bir fazlalık olarak görmektedirler.. Asker olarak yaşamaya alıştığı için disiplinli, aksi ve kuralcı olan Sait, ölen karısının hayaliyle konuşan, yalnız, mutsuz ve oğlunun sihirbazlıkla uğraşmasından hoşnut olmayan bir adamdır. Kendi kendine sonunu beklemektedir belki de.. Sorun şu ki İskender'e gerekli olan o karavanda yaşamaya başlamış; ilgisizlikten oraya terk edilmiştir. Artık ölmek istemektedir ki kendi adına bir mezar taşı bile yaptırmıştır. Çanakkale Şehitliği'ne gömülmekten başka isteği yoktur hayattan.. Velhasıl, İskender ve Maradona ile o da turne için yola çıkacaktır. Öyle de olur.. Yolculuk, beklenildiği gibi Türkiye çapında olmaz.. Bir düğünde sihirbazlık gösterisi için iş alan yol adamlarımız, hayatlarının sihirbazlık gösterisini onlara yapacak olan Fatma (Özlem Tekin) ile tanışacaklardır..

Cem Yılmaz ve Mazhar Alanson ikilisinin ne kadar güzel bir takım olduğunu, Ömer Vargı yönetmenliğindeki 1998 yapımı Her Şey Çok Güzel Olacak'tan hatırlayan biriyseniz, Hokkabaz'ın da en az onun kadar samimi bir çalışma olduğunu düşünüyorsunuzdur sanırım benim gibi.
"Çalıntı senaryo" lekelemeleri bile filmin bana hissettirdiklerini değiştiremedi. Elbette bir yol hikayesi, kesişen hayatlar ve baba-oğul arasındaki o şeffaf çatışmanın gelebileceği nokta.. Olayı nüvesinde ise sosyal ilişkilere etki eden en önemli faktörlerden biri olan "güven"!
Cem Yılmaz, marka olma konusundaki üstün başarısını bence oyunculukta da gösteriyor. Mazhar Alanson; sorunlu, agresif, 'dediğim dedik' baba rolü için biçilmiş kaftan. Film, bu yanlarıyla akıllara Little Miss Sunshine'ı getiriyor hemen. Minibüsün yerini karavan almış, ama o karavanın da, o minibüsün de yakıtı insanların hayalleri, gayeleri.. Rota belli. Önlerine engeller, hendekler çıkacak ve sonunda bir güzellikle düğüm atacaklar.

Dedik ya, film esas itibariyle "güven" kavramını sorguluyor.. İnsanlara hangi noktaya güvenmeniz gerektiğini, hangi noktaya kadar yaşamınıza girmelerine izin vermeniz gerektiği üzerinde duruyor. Bunu da öyle izleyicinin gözüne sokacak bir gerçeklikte değil, mizansenlerden kelli sahteliklerle, ayrıntıdaki oyalamalarla, "hokkabaz"ca beceriyor.. (Mesela, Fatma ile İskender'in düğün gecesi Fatma'nın kaçmasından önce bunu planlayıp planlamadıkları şüphesi, İskender'in can dostu Maradona'yı huzursuz ediyor ve "İskender, var mı abi böyle bir şey? diyebiliyor.)

Uzatmazsam;
yine samimi, yine gönül okşayan bir iş Cem Yılmaz ve Mazhar Alanson'dan. İzlenmeyi de, sevilmeyi de hak ediyor bence.

0 yorum

There Will Be Blood


There will be blood, Paul Thomas Anderson^ın 2007 yapımı filmi, Türkiye^ de geçtiğimiz hafta gösterime girdi..

Öncelikle filmi uzun zamandır beklediğimi ve bu geçen zamanın beklentilerimi epey yükselttiğini belirtmeliyim, bir de bu arada izlediğim No Country For Old Men gibi bir şaheserden sonra Jonny Greenwood müzikleri ile hazırlandığım There Will Be Blood öntanımlı şaheserlerim arasına girecek gibiydi, ancak pek öyle olmadı, nedenlerini dökeyim ortaya;

Daniel Plainwiev (Daniel Day Lewis), kuyusunda petrol bulan ve bu sayede petrol işine giren gözünü para bürümüş bir karakterdir. İnsanların hakkını yiyerek ve bilgi vermeden üstü kapalı biçimde dolandırarak işlerini büyüten Daniel, yanına aldığı küçük oğlu H.W ile toprak sahiplerini de etkiler, zamanla işlerini büyüten ve deniz altından geçecek bir boru hattı ile taşıma masraflarını da gidererek “gerçek para” kazanmaya başlayan Daniel insanlıktan çıkar..

Konuyu daha fazla anlatırsam fazla spoiler içerir ve filmin keyfini kaçırabilir.. Filmin ortasında devreye giren kilise ve din olayları, dökülecek kan pahasına gözü paradan başkasını görmeyen insanlar için din denilen şeyin de para olduğunu anlatmaya yarıyor. Oyunculuklar konusunda Daniel Day Lewis^in kişisel bir şov yapacağını düşünmüştüm ancak saygı duyduğum bu adam oyunculuk olayını fazla abartmış gibi geldi ve maalesef bir “oyuncu” olarak gözükmekten öteye gidemedi.. Ayrıca Little Miss Sunshine çocuğu olarak bildiğimiz Paul Dano^nun oynadığı Eli Sunday karakteri de oldukça dengesiz ve akışı bozucu olmuştu.. Genel olarak yavaş olan anlatım, asıl güçlü olması gereken noktalarda sağ sola savrularak tempoyu iyice yoruyor ve amaçtan uzaklaşmamızı sağlıyor.. Olmayan bir ailenin dağılmasından tutun para uğruna dökülen kana kadar her şey çok yüzeysel ve planlanmış duruyor, içim bir türlü ısınmadı..

Abartılı oyunculuk, yeni bir şey vaad etmeyen hikaye ve işleyiş ile 158 dakikalık uzun bir film There Will Be Blood, kötü demeye dilim varmasa da izlediğim filmler arasında en iyilere girmeyecek bir yapım, yine de izlenmesi gerekir..

1 yorum

Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street


Sweeney Todd, uzun zamandır beklediğim bir film. Tim Burton^ın favori oyuncuları Johnny Depp-Helena Bonham Carter ile Sweeney Todd müzikalini beyazperdeye aktaracağını duyduğumda heyecanlanmıştım, tıpkı Alice in Wonderland projesi gibi merakla beklediğim bir yapım olmuştu, geçtiğimiz hafta vizyona girdi ve merakımı giderebildim..

Sweeney Todd, Londra^nın en ünlü berberlerinden birisiyken eşine aşık olan bir yargıç nedeniyle hayatı parçalanan, suçsuz yere hapse gönderilmiş ve eşi ile çocuğundan ömür boyu ayrı kalma cezası almış bir karakter.. Film onun Londra^ya yıllar sonra dönüşü ve planladığı intikamını almak için yaptıkları ile başlıyor, önce eski malikanesine giden ve Londra^nın en kötü börekçisi Mrs. Lovett ile karşılaşan Todd kendisine yandaş buluyor.. Lovett^ın Todd^u kontrol etmesi erkenden dönebileceği hapise düşmeden intikamını almasını sağlıyor, tabi bu arada “Pislik insanların” bir çoğu da hayatını kaybediyor, önceleri Yargıç^ı hedef seçen Todd sonra tüm insanların aslında ortalıkta dolanan pislikten ibaret olduğuna karar veriyor ve dükkanına gelen herkesi öldürüyor, ustura ile canını aldığı kişiler için özel bir koltuk yapıyor ve bunları Lovett^ın fırınına yolluyor, yıllardır et yüzü görmeyen Mrs.Lovett börekleri de insan etiyle pişiyor, insana yediriliyor, böyle güzel bir ortaklık! filmin sonuna kadar gidiyor..

Johnny Depp^in çok güzel sesi varmış ve seslendirdiği parçalardaki performansı gerçekten iyi, ancak bir müzikal için müzikleri oldukça zayıf kalmış filmin, ayrıca hikâyeyi anlattıkları parçalar da muhteşem eserler değil, sanki üzerinde biraz daha çalışılarak daha iyi şeyler yazabilirlermiş gibi geldi bana film boyunca.. Bunun dışında Todd^un kızı olan karakterin ölümcül derecede berbat sesi var, sinemayı terk etme isteği uyandırdı, ayrıca işlenen yan hikâye maalesef filmin süresini uzatmaktan başka bir şeye de yaramamış.. Helena iyiydi ancak bazı yerlerde makyajda ciddi problemler yaşanmış, resmen parçalı bulutlu bir suratla karşımızda..

Genel olarak Tim Burton^dan beklentilerim çok yüksektir, şimdiye kadar yaptığı tüm filmler bana hitap eden ve kişisel sinema tarihimde önemli yerleri olan yapımlardır. Kısa filmlerinden tutun da bana göre en iyi filmi olan Big Fish^e kadar yaptığı her şeyde kullandığı hayal gücüne hayran olduğum bu adam sanırım Sweeney Todd^u da garip hikâyesinden ötürü seçmiş.. Ancak elindeki malzeme ile fazla oynamadan, sanki aradan çıksın diye yapmış gibi duruyor.. İkinci yarısı pek kanlı olan ve alışılmış “oyuncaklı filmlerden!” uzaklaşmayı başaran Sweeney Todd, kötü bir film değil, ancak müzikal sevmeyen insanların zorlanacağı bir film ve onlara müzikali sevdirebilecek bir yapısı yok.. Bu masal, uyutmak için anlatılmıyor kısaca..

1 yorum

Sicko

Michael Moore’un !f İstanbul’da gösterilen 2007 yapımı belgeseli. Amerika’nın sağlık sistemine saldırıyor Moore, bunu da o bildiğimiz üslubuyla yapıyor. “Herkes sağlık hizmetlerinden ücretsiz faydalanabilmeli” düşüncesinin peşinden yola çıkıp Kanada’ya, Fransa’ya, İngiltere’ye ve Küba’ya uğruyor. Buralarda sağlık hizmetlerinin ücretsiz olduğunu, ilaçların Amerika’ya oranla ucuz olduğunu birçok hastayla ve doktorla konuşarak gösteriyor. Hiç kimsenin hastanelerde uzun uzun beklemediğini, sigortanın tüm harcamaları karşıladığını, hastalık ayırmadığını anlatıyor. Bu arada Amerika’da yetkililerin sağlık sigortalarıyla ilgili insanları nasıl kandırdıklarını, Kanada hakkında yalanlar söylediklerini karşılaştırmalı olarak gösteriyor. Sigorta karşılamadığı için gerçekleşmeyen ameliyatlar ve nakiller nedeniyle ölen insanların aileleriyle konuşuyor. Buraya kadar eğer biraz sorgulamazsa insanın ağzını açık bırakacak farklar ortaya koyuyor. Etkileyici de oluyor. Ama bence belgeselin en büyük talihsizliği "11 Eylül" olaylarından sonra gönüllü çalışan ve kahraman ilan edilen insanları göstermesiyle başlıyor. Onların nasıl kahraman ilan edilip hemen unutulduklarını, şimdi 11 Eylül'den sonra ortaya çıkan hastalıklarıyla baş başa bırakıldıklarını anlatıyor. Ve onları bir tekneye doldurup Guantanamo üssüne götürüyor. İşte talihsizlik de burda. “Biz de kötü insanlar gibi sağlık hizmetlerinden faydalanmak istiyoruz” diyor kahramanlarımız. Amerikan yetkilileri televizyonda teröristlerin Guantanamo’da nasıl muhteşem sağlık hizmetlerinden faydalandıklarını anlatıyorlar, ve o ana kadar hiçbir söylediklerine inanmadığımız yetkililer Guantanamo hakkında doğru söylemiş oluyorlar, aslında o açıklamaları Guantanamo’yu savunmak için yaptıklarını, dünyanın en büyük işkence merkezini aklamak için uydurduklarını bilmiyormuşuz gibi. Ayrıca Guantanamo’da yıllardır suçsuz yere kalıp mahkemeye çıkarılmayan, sorgulanmayan insanlar olduğunu da bilmiyormuşuz gibi. (teşekkürler Michael Winterbottom neyse ki sen varsın) Sonra bu kahramanları Küba’ya götürüp hastaneye yatırıyor Moore, orada doktorlar yakından ilgileniyor ve Kübalı itfaiyeciler onları kahraman olarak karşılıyor.

Amerikalılar için Michael Moore’un gerekli olduğunu düşünüyorum, çünkü onlarla anlayabilecekleri dille konuşuyor, kimseyi yormuyor, zaman zaman gözyaşlarına boğup, yer yer gülümsetiyor, filmlerden seçtiği karelerle, esprili diliyle ve müzikleriyle belgeselini izlenebilir hale getiriyor. Üslubu kendi seçimi, böyle belgesel olur mu diyenlerden değilim, benim sorunum derdini anlaşılabilir hale getirirken yüzeyselleşmesinde, Amerika korkunç, bir sürü ülke günlük güneşlik karşılaştırması söyleminin inandırıcılığı zayıflatıyor. Belgeselin başardığı tek şey sağlık sigortalarında yapılan hileleri başarılı bir şekilde anlatmak, sistemin içinde çalışan doktorlarla konuşup sağlık hizmetlerini neden reddettiklerini sormak, onların reddettikleri ameliyatlar yüzünden ölenleri onlara hatırlatmak, ayrıca sigorta şirketlerinin büyümelerine değinmek ve sistemi sorgulamak, gerçekten bu kısımlar başarılı. Keşke bunlara daha fazla değinip kahramanlarla Amerikalıları duygulandırmaya çalışmasaymış..

Paralı eğitime de değiniyor Moore ve gittiği ülkelerde eğitimin parasız olduğundan da bahsediyor. “Dünyanın hiçbir yerinde parasız eğitim yok” diyen ve Amerika’ya benzemeye çalışan yeni YÖK başkanımız Yusuf Ziya Özcan’a bu belgeseli, Michael Moore’a da The Road to Guantanamo filmini izlemelerini tavsiye ederek bitiriyorum.

0 yorum

Ocean's Thirteen


Öncelikle Ocean's serisini çok sevdiğimi belirtmeliyim, bu serinin her basamağında tam olarak hedeflenen eğlenceli film yapma düşüncesi bana göre başarıyla yerine getirildi. Filmi izlemeden "yeter artık abartıldı" diye düşünüp eleştiren insanlar tanıyorum, sadece gereksiz.. Oldukça keyifli bir film olmuş yine Thirteen..

Casino sahibi Willy Bank (Al Pacino) Danny'nin ilk tayfasından Reuben Tishkoff^u (Elliott Gauld) kazıklar ve artık iyice yaşlanan Reuben dayanamayıp kalp krizi geçirir.. Danny, Reuben^i böyle görünce gidip Bank ile konuşur ve ona bir şans vereceğini, Reuben ile ortaklık konusunu düşünmesini ister ama Bank tüm zamanların en büyük kumarhanelerinden birisini açacaktır ve Danny^i dinlemez.. Bundan sonra tayfa yeniden bir araya gelir, tüm planlar yapılır, zarlar için Meksika^ya adam gönderilir, suni deprem yaratmak için makineler bile alınır, yaklaşık 50milyon dolarlık bir yükün altına girerek bir gecede 500 milyon dolar vurgunla casinodan ayrılırlar..

Filmin kolayca tahmin edilebilecek olay örgüsü eğlenceli diyaloglar ve zaman zaman kahkahalarla güldüren yan olaylarla destekleniyor.. Planların zekice yapılması ve her sahnede karşılaştığımız muhteşem oyuncular büyük keyif veriyor.. Özellikle bu filmde Casey Affleck destan yazmış, Al Pacino, George Clooney, Brad Pitt, Matt Damon ve aklınıza gelebilecek bir sürü başarılı aktör de kadroda..

Arkadaşlarla oturup eğlenceli zaman geçirmek istediğinizde bu seriden daha iyisini bulmanız zor, 13 bana göre 11^den sonra serinin ikinci iyisi..

0 yorum

Ulak



Güzel bir fikir, evet. Köy köy gezen bir seyyah gittiği yerlerde, çocuklara bir masal anlatıyor. Bu masal, sadece kötülüğü yapanın değil, onu görüp de ses çıkarmayanın da sorumlu olduğunu söylüyor. Masal kötüleri değiştirmek için değil, “görece” masumları uyarmak için. Çünkü köy, tam da Zekeriya’nın anlattığı masaldaki gibi, görüp de sesini çıkarmayanlarla dolu… Fikrin güzel, çekici tarafı, bu masalın çocuklar için gerçekten de yararlı olabileceği. Zekeriya’nın karşısına dizilip, merakla dinleyen çocuklar –ki çok iyi oynamışlar, o köyün geleceği. Kuş uçmaz, kervan geçmez, o fantastik dünyanın fantastik zamanında izole edilmiş olan köyün yarını o çocuklar ve sevdikleri, kanlarının ısındığı bir adamdan, hayatla ilgili önemli bir ders alıyorlar. Fakat filmi izlerken şöyle bir sorun baş gösteriyor. Bu masal çocuklar için gerçekten. Zekeriya’nın anlattığı masal, kötülüklere göz yuman, kötü adamdan korkan, çekinen fakat bir yandan da dedikodu yapmaktan, düşene vurmaktan çekinmeyen ana-babaların ellerinde yetişen çocuklar için. Onların ana-babaları ya da zaten “iyi insanlar” olduğunu bildiğimiz karakterler için değil. O masal çocukları değiştirebilir belki, kulaklarına küpe olabilir fakat yetişkinler, filmdeki diğer karakterler üzerinde, bir anda köklü dramatik değişiklikler yapacak kadar güçlü değil. Bu yüzden etkileyici sahneler olması hedeflenmiş sahneler yeterince tetiklenmediği için zayıf kalıyorlar.

Film bir yerden sonra aynı hikaye üzerinden başka bir yere, Zekeriya’nın hikayesine evriliyor, aynı temalı başka bir hikaye dinliyor, izliyoruz. Bu kısmın dikkat dağıtıcı olduğu, eklenti gibi durduğunu söylemek zorundayım. Bir masalın ardındaki gerçeği öğrenmek, gerçek hikayeyi bilmek heyecan verici olabilir aslında fakat peşi sıra gelen sahneler, ve dinler üzerinde yapılan göndermeler hikayeyi toparlamıyor, aksine dağıtıyor.

Eğer film, finaline kadar olmak istediği gibi olabilseydi, sağa sola sapmadan, dikkat dağıtmadan ilerleyebilseydi finali çok etkileyici olabilecekti. Fakat final de ne yazık ki istediği gibi umut verici ya da çarpıcı olamıyor, yönetmenin çekmek istediği sahneleri izliyormuşuz izlenimi uyandırıyor.

Yetkin Dikinciler, benim gözümde iyi bir oyuncudur fakat sanırım bu filmde rol arkadaşı Çetin Tekindor’dan biraz etkilenmiş. Çocuk oyuncular ise gayet iyiler... Yeteneklerinin yanı sıra, bu başarıda oyuncu koçu olarak jenerikte adı geçen Ümit Çırak’ın payı da büyük olmalı. Ayrıca Mustafa Ziya Ülkenciler ve ekibi köy konusunda çok iyi iş çıkarmışlar.

Herhangi bir Türk filmini verilen uğraş ve sektör şartlarını düşünmeden eleştirmek, “kötü”, “çirkin”, ya da “izlemeyin” demek benim içime sinmiyor. Çağan Irmak’ın “yeni” bir şey yaptığını, kendi istediği hikayeyi istediği gibi anlatabildiğini ve bu şartları sağladığını görmek Türk sineması için güzel bir şey. Kusurlu yanları olsa da gerçekten ilgiyi ve izlenmeyi, üzerinde konuşulmayı hak ediyor. Filmden çıkan herkese başka bir his ya da düşünce verebilecek bir film.

Son olarak şunu söyleyebilirim, film başlamadan önce 4 tane Türk filmi fragmanı izledim. Sanırım bir şekilde onlarla karşılaştırmadan edemiyor insan. O filmler için harcanan emekleri elbette küçümseyecek değilim ama “Ulak” için kurulan dekorları, herkesin harcadığı çabayı ve bir hikaye anlatmadaki ‘niyet’i ve bu ‘niyet’e verilen desteği düşününce dilim “kötü film” demeye varmıyor. Daha iyi bir film olabilirmiş desem, hile yapmış olur muyum?

0 yorum

Those Magnificent Men in Their Flying Machines or How I Flew from London to Paris in 25 hours 11 minutes

Sinema tarihinin en uzun isimli filmlerinden biri olan 1965 yapımı "Those Magnificent Men On Their Flying Machines" (Cesur Pilotlar) babam olmasaydı hiçbir zaman öğrenemeyeceğim bir film olarak tarihteki yerini alacaktı.

Her şey babamın "bu internette bütün filmler var mı?" diye sormasıyla başladı. Sonra da "Cesur Pilotlar diye bir film vardı bir kere televizyonda izlemiştim çok komik indirsene onu izleriz" dedi. Filmi ise uzun süre diskte uykuya bıraktıktan sonra izleme fırsatı buldum. Daha ilk sahnesiyle izlediğim en iyi komedi filmlerinden biri olacağını sinyallerini verdi. En başta 2 saat 22 dakikalık süresi göz korkutsa da kesinlikle zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığınız tardan, sürükleyici bir komedi filmi.

Film 1910'da Daily Post gazetisinin Londra'dan Paris'e düzenlediği uçak yarışını konu alıyor. 1900'lerin başında büyük bir tutku olarak yayılan uçma isteği sonucu her ülkede kendini bu işe gönül veren insanlara davetiyeler yollanıyor ve farklı kıtalardan 14 yarışmacı yarışa kayıt yaptırıyor. İtalyan, Alman, Fransız, İngiliz, Japon ve Amerikalı pilotlar 10.000 pound ödüllü bu yarış için İngiltere'de bir araya geliyor ve hazırlıklara başlıyor. Filmin en can alıcı kısmı ise bu hazırlık bölümü. Almanlar'ın inatçılığı, İtalyan'ların zarifliği, Fransız'ın çapkınlığı ve tabi ki Amerikalı'nın yardım severliği film boyunca gülmekten öldürüyor. Özellikle Almanlar'ın inatçılığı (Ki bu yarışa da o yüzden katılıyorlar. Bir Alman subayının yapamayacağı hiçbir şey yoktur!) ve İtalyan'ların onları gaza getirme biçimi tek kelimeyle harika olmuş.

Almanlar'dan bir replik ;

-Daha önce hiç uçak uçurmadım. Uçmayı nasıl öğreneceğim?
+Her şeyi nasıl öğreniyorsak öyle. Kullanma kılavuzunu okuyarak!

Kesinlikle zamanının çok ötesinde, ince ayrıntılara son derece önem verilmiş, diyaloglarıyla kopartan Son olarak filmin en iyi uyarlama senaryo dalında oscar adayı olduğunu ve filmde kullanılan 1910 yapımı uçakların bir çoğu yeniden tasarlanmış veya eskileri onarılarak kullanılmış olduğunu belirteyim.

0 yorum

Englar Alheimsins

Biz dinlediğimiz müzikleri yüzünden İzlanda ile ilgili fantastik hayaller kurarken, onlar filmleriyle gerçekleri yüzümüze vurmaya devam ediyorlar. Burası da tımarhane, farkı yok hiçbir yerden der gibiler. Bizim bir tür bilgelikle dağ tepe yürüdüğünü sandığımız insanlar belki de Páll ve Nói gibi oradan oraya koşarak içlerine yerleşen karanlıklardan kaçmaya çalışıyorlar sadece..

Páll (Ingvar E. Sigurðsson) resim yapan ve yazan bir gençtir. Aşık olur, acı çeker ve ailesinin de anlayamadığı bir hızla deliliğe sürüklenir. Şiddetli baş ağrıları beraberinde saldırganlığı da getirir. Bundan sonra Páll’ın akıl hastanesine giriş çıkış süreçleri başlar. Burda The Beatles’a şarkı sözü yazıp telepatik yolla gönderdiğine inanan Óli, kendini Hitler ile özdeşleştiren Viktor ile tanışırız. Bu hastane de bildiklerimize benzemez. Hastalar günlük giysiler içindedir, dekor ise bir ev dekoruna benzer. Bu benzerlikle ilgili Óli; “hastaneler evlere benzetiliyor, çünkü artık evler hastanelere benziyor” der. Akıl hastanesi ve dışarıdaki hayat arasında sıkça karşılaştırma yapılır hastalar tarafından, her yerin akıl hastanesi olduğu sonucuna varılır hep. Páll’ın en iyi arkadaşı Rögnvaldur da bu her yer akıl hastanesi tezini destekler intiharıyla, istediği işe ve bir aileye sahiptir, ancak kendi cehenneminden çıkamaz. Ama yine de buradan dışarı çıkışlar sürekli gerçekleşir. Páll ilaçlarını düzenli kullanıp durumunda iyileşme görüldüğünde evine gönderilir, ama çok geçmeden yine saldırganlaşıp hastaneye geri gönderilir. Bu dışarı çıkışlardan en ilginci, arkadaşları Pétur’un hastaneden kaçıp intihar etmesinden sonra onun cenazesine gitme bahanesiyle çıkıp şehrin en iyi restoranında yemek yedikleri bölümdür. Organizasyonu Viktor gerçekleştirir, yemekleri, şarabı o seçer, hesabı isteyip akıl hastanesinden hastalar olduklarını söyleyip kibarca polisi çağırmasını ister garsondan. Bu sahne hem gerilim yüklü hem de eğlencelidir. Bu yemekten kısa süre sonra Páll bir rehabilitasyon apartmanına yerleşir, bir akşam dışarıda yemek yerken parasının ve hamburgerinin çalınmasından sonra dairesine döner. Bir radyo programını arayıp olayı anlatır ve "My way" şarkısını ister dj’den. “Bununla kendi yolumla baş edeceğim” der ve kendini apartmandan aşağı bırakır. Ailesi eşyalarını almaya geldiğinde yazdıklarının yer aldığı bir defteri bulur. “Rüyalar: Dibe batınca gerçekliğin acımasız şiddetiyle yüz yüze kalırız” satırlarını okur anne, ve Páll’ın doğumunda gördüğü rüyayı hatırlar. Dört attan birinin yere düşüp acı çektiği rüyayı.

Filme kaynaklık eden romanı okumadım, ama film başarılı bir senaryoya ve görselliğe sahip. Filmin acıtıcı gerçekçiliğine rağmen hiçbir acımasız gerçek İzlanda’ya gitme isteğimi engelleyemiyor. Çünkü filmin Sigur Rós ve Hilmar Orn Hilmarsson’ın yaptığı müziklerini dinliyorum filmden sonra, hiç bu kadar karanlık ama muhteşem bir şey duymadım.

3 yorum

!f Istanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali


!f İstanbul AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin 7.si 14-24 Şubat tarihleri arasında İstanbul’da, 28 Şubat-2 Mart tarihleri arasında ise Ankara’da.

Herkesi heyecanlandıracak bir film mutlaka var bu festivalde. Hit Filmler içinde merakla beklenen çok önemli bir film var, festival sayesinde No Country for Old Men’i izlemek için daha fazla beklemeye gerek kalmayabilir. Inland Empire’ı ise perdede izlemek için tek şans olabilir bu. Sadece festivaller sayesinde takip edebildiğimiz Guy Maddin’in 2007 yapımı filmi My Winnipeg de Hit Filmler’de.

İlk kez bir ülke sinemasına yer veriyor festival, Meksika Dalgası’nda Iñárritu’nun ardından gidenleri de farklı yollara sapanları da bulmak mümkün. La Zona bölümün en ilginç filmi gibi görünüyor.

Sesli Yaşam bölümünde ise öyle bir belgesel var ki beni çok heyecanlandırmıştı izlediğimde, perdede izleyebileceğimi hayal bile edemezdim. Sigur Rós belgeseli Heima çok başka bir deneyim sunuyor. Yine Sesli Yaşam'da bir Joy Division belgeseli var, hayatta kalan grup üyelerinin katkısıyla gerçekleştirilen bu belgeseli Control'den kısa bir süre sonra izlemek büyük şans bizim için.

Fantastik Filmler, Başka Aşk, Gökkuşağı bölümlerinde ise başka yerde karşılaşma şansı bulamayacağımız filmler var.

Ama en heyecan verici olan sanırım Dünyanın dört yanından 10 filmin katılacağı ilk kez düzenlenen Keş!f yarışması. Reha Erdem’in başkanlığını yapacağı Uluslararası jüri “sinemada cesur hikaye anlatımı, teknik ve tarzda yenilik” kriterleriyle “En İlham Veren Yönetmen”i seçiyor.

İşte merak uyandıran o filmler;

1- Chrigu / Chrigu
Yönetmen: Jan Gassmann / Christian Ziörjen / 2007 / İsviçre

2- Darling / Canım
Yönetmen: Johan Kling / 2007 / İsveç

3- In Search of a Midnight Kiss / Geceyarısı Öpücüğü
Yönetmen: Alex Holdrige / 2007 / ABD

4- The Aerial / Anten
Yönetmen: Esteban Sapir / 2007 / Arjantin

5- Milky Way / Samanyolu
Yönetmen: Benedek Fliegauf / 2007 / Macaristan

6- Pink / Pembe
Yönetmen: Alexander Voulgaris / 2006 / Yunanistan

7- Should I Really Do It / Bunu Gerçekten Yapmalı mıyım?
Yönetmen: İsmail Necmi / 2007 / Türkiye

8- The Nines / 3 X 3
Yönetmen: John August / 2007 / ABD

9- Year of the Nail / Tırnağın Yılı
Yönetmen: Jonas Cuaron / 2007 / Meksika

10- Pardonnez-moi / Affet Beni
Yönetmen: Maïwenn Le Besco / 2006 / Fransa

Sadece filmleriyle değil etkinlikleri ile de farklı bir festival bu. Biletler 9 Şubat’tan itibaren AFM sinemalarından satışta, festivalle ilgili ayrıntılı bilgi içinse http://www.ifistanbul.com

0 yorum