The 51st State


Hong Kong^lu yönetmen Ronny Yu^nun 2001 yapımı eğlenceli filmi..

Amerikalı bir kimyager olan Elmo McElroy (Samuel L. Jackson) tüm zamanların en iyi uyuşturucusunu yarattığını söyler ve hayatının anlaşmasını yapmak için 30 yıldır adına çalıştığı Lizard^ı (Meat Loaf) devreden çıkartmaya çalışır.. Planları sonucunda uçurduğu laboratuvarında hayatta kalan Lizard, McElroy ve onun formulünü pazarlayacağı Durant^ı öldürmek için Dakota Parker (Emily Mortimer) ile anlaşır..

Hikayenin Amerika^dan İngiltere^ye gelmesiyle birlikte olaya dahil olan, Durant^ın yardımcısı Felix DeSouza (Robert Carlyl) ile Dakota eski sevgililerdir.. Olay İngiltere^ye geldiğine göre doğal olarak senaryo karmaşık ve hızlı bir yol izleyip sonuna doğru büyük bir vurgun yapılarak çözülmelidir.. Olaya dahil olan birçok insanla birlikte hikaye ana karakterlerimizin istediği ve bizim de beklediğimiz şekilde sonuçlanır..

Filme yakışan müziklerin yanı sıra tempoyu iyi ayarlayan bir yönetmen ve özellikle Liverpool^a geçtiğimizdeki oyuncuların aksanı filmin seyir zevkini arttırıyor.. Lock, Stock and Two Smoking Barrels ya da Snatch. gibi olmasa da bu topraklardaki her türlü mafyavari haraketlilik güzel oluyor.. Dakota Parker karakterini canlandıran Emily Mortimer ve üzerinden hiç çıkarmadığı Liverpool formasıyla adamım diyebileceğim Felix DeSouza^yı canlandıran Robert Carlyl süper bir ikili olmuşlar.. Samuel amcayı da kilt ile izlemek ilginç bir deneyim oldu.. Keyifli zaman geçirmenizi sağlayan filmlerden, Layer Cake sevdiyseniz mutlaka izleyin, eğer Layer Cake izlemediyseniz bundan sonra onu da izleyin..

0 yorum

2 Days in Paris


Julie Delpy’nin yazıp yönettiği 2007 yapımı film. İki yıldır birlikte olan bir çiftin İtalya tatillerinden dönerken Paris’e uğramaları ve orada geçirdikleri iki gün anlatılıyor. Sanırım Julie Delpy, Before Sunset ve Before Sunrise’dan sonra böyle bir film yapma isteği duymuş, biraz da cesaretini o filmlerden almış. Anlatım olarak yer yer o filmleri andırıyor, ancak o filmlerle bu film arasında çok önemli bir fark var; samimiyet. Ne yazık ki bu film, onların samimiyetinin yanına yaklaşamıyor.

Filmin adında Paris olunca insanda ister istemez romantik beklentiler oluşuyor, ancak öyle bir film değil bu. Marion fotoğrafçı, rahat, geveze, öfkeli bir Fransız; Jack ise iç mimar, hastalıktan ve terörden korkan tutucu bir Amerikalı. Marion ve Jack, iki gün boyunca Marion’ın ailesiyle, geçmişiyle, öfkesini kontrol edememesiyle yüzleşiyor, iki gün sonunda ise ayrılmaya karar veriyorlar. Birbirlerini tanımadıklarını anlayıp ancak oldukları gibi kabul etmeye karar vererek ayrılmıyor, son olarak da sokaklarda dans ediyorlar.

Fransızlarla ilgili bildiğimiz bütün klişeleri önümüze seriyor film, -rahat insanlardır, her şey seks ve sanatla ilgilidir- ve bunları bir komedi malzemesine dönüştürüyor, kesinlikle çok fazla da güldürüyor. Adam Goldberg’in hastalık hastası halleri, bakışları, mimikleri o kadar eğlenceli ki, kesinlikle çok komik bir film bu, ancak keşke filmin sonunda Julie Delpy’in o uzun uzun kendini, ve ilişkileri anlattığı ciddi olmaya çalışan bölüm olmasa..

İlişkilerle ilgili küçük ve samimi bir film yapmak için elinden geleni yapmış oysa ki yönetmen, kendi anne babasını bile oynatmış, Adam Goldberg ile iyi bir ikili oluşturmuşlar, ama olmamış bir şey var filmde. Çok şaşırtıcı bir şekilde Julie Delpy’nin oyunculuğu bazen o kadar abartılı ki kendisini çok sevmeme rağmen zorlanmadan objektif olabiliyorum.

Klişelerle oynanmış ama başka bir klişe çıkmış sanki ortaya. Daha önce çektiklerini izlemesem de çok sevdiğim bir oyuncu, bu nedenle çok acımasız olmadan belki bir dahaki filme diyorum, hem ne olursa olsun çok eğlenceli bir film bu.

4 yorum

The Bourne Ultimatum


Robert Ludum romanından uyarlama, 2007 yapımı Paul Greengrass filmi, serinin ilk iki filmi olan The Bourne Identity ile The Bourne Supremacy^nin devamı ve şimdilik seriyi sonlandıran film..

İlk iki filmde defalarca gizli servisin elinden kaçan ve her seferinde istediklerini elde etmeye yaklaşan Bourne, yeni filmde tekrar ve tekrar Amerikan gizli servisinin mallığını dünyaya kanıtlar, bükemediğin bileği öpeceksin deyiminden habersiz olduklarını iyice vurgular..

İkinci filmin sonundaki Moskova sahnelerinden sonra film The Guardian^da çalışan Simon Ross isimli habercinin bir Cia yetkilisiyle yaptığı görüşmeyle başlar. Cia yetkilisi bu görüşmede Simon Ross^a Treadstone projesi ve bu projenin gelişmiş hali olan BlackBriar ile ilgili bilgileri anlatır.. Simon Ross telefon görüşmesinden BlackBriar dediği anda Cia tarafından anında merkeze alınır ve hedef haline gelir. Bu sırada trende gazetesini okumakta olan Jason Bourne, Simon^ın Treadstone ve kendisi hakkında yazdıkları hakkında yazdıklarını okur ve bir görüşme ister. Cia görüşme neticesinde kaynağın önce Bourne olduğunu düşünür ancak kısa süre sonra kaynağın Madrid Cia Şefi Neal Daniels olduğunu anlarlar.. Bourne ve Cia Daniels^ın peşine düşerler ve bu sırada gizli servis ile birlikte tüm emniyet güçleri de Jason Bourne^u durdurmaya çalışır, bu da bizlere muhteşem takip sahneleri yaratır..

İkinci filmin sonundaki konuşmayla finalini yapan film, ilk iki filmi gayet iyi tamamlayan ve böyle güzel bir seriyi kusursuz bir şekilde noktalayan bir yapım olmuş.. Seride izlediğim en iyi sahnelerden olan Waterloo istasyonundaki sahnesini de barındıran film, Jason^un kaynağını bulması ile sonuçlanıyor.. İlk iki filme göre müzikleriyle John Powell müziklerde çok daha iyi iş çıkarmış, aksiyonu hissetmemize yardımcı oluyor.. Kameraya yine alışamadım ama ikinci filme göre daha iyiydim.. Sonuçta öğrendiklerimiz biraz tahmin edilebilir olsa da zaten bu sonun en iyi olduğunu düşünmemden ötürü sevdim.. Denizle başlayan Bourne hikayesi yine denizle ve vücudundaki kurşunlarla sonlanıyor, ama biliyorsunuz Bourne hareketsiz durmaz..

1 yorum

The Bourne Supremacy


Robert Ludlum romanından uyarlama, 2004 yapımı Paul Greengrass filmi, serinin ilk filmi olan The Bourne Identity^nin takipçisi..

İlk filmin sonunda Treadstone projesi ile birlikte tarihe karıştığı düşünülen Bourne, Marie ile birlikte gözlerden uzak bir hayat yaşamaktadır. Berlin^de bir operasyon sırasında 2 Cia ajanı öldürülür ve bir Rus iş adamına ait önemli belgelerle birlikte 3 milyon dolar para çalınır, olay yerinden Bourne^un parmak izinin çıkması ajanımızı yeniden gizli servisin baş hedefi yapar.. Bir tarafta Berlin operasyonunu izlerken diğer yanda Bourne^a ilk ziyaretçimiz gelir ve Marie ile kaçmaya çalışırlarken Marie vurularak öldürülür.. Tövbesini bozan Jason hesap sormak için yola çıkar.. Yine ilk filmdeki gibi gayet kusursuz ve mantıklı ilerleyen, bir ölüm makinesi gibi önüne çıkanı deviren karakterimiz olayların peşini sonuna kadar bırakmaz.. Bu arada teşkilat içindeki haini de ortaya çıkartır ve yavaş yavaş hatırlamaya başladığı geçmişi ile hesaplaşır..

Filmi izlemeden önce mutlaka ama mutlaka ilk filmi izlemeniz ve olaylara hakim olmanız gerekmektedir, aksi taktirde son derece dağınık bir film izlediğinizi düşünecek ve olayların arasındaki bağlantıyı kavrayamadan filmi bitirmiş olacaksınız. Bu da size kötü bir film izlediğinizi düşündürecek, serinin ilk ve son filminden uzak duracaksınız.. O yüzden bu uyarıyı dikkate almanızı istemekteyim..

Bir devam filmi olarak konuyu işleme ve geliştirme anlamında son derece başarılı bir yapım the Bourne Supremacy. Yönetmen koltuğuna Paul Greengrass^ın geçmesi ciddi anlamda bir farklılık yaratmamış (kamera hariç) ki bu övgü kabul edilebilir. İyi başlayan ve insanların gönlünde bir yer kazanmış aksiyon filmlerinin devamlarını çekmek zordur, karakterde yapacağınız ufacık değişikliklerden tutun da aksiyonun dozajına seviye düşüren ufak bir müdahale bile büyük eleştiriler almanıza neden olabilir.. ama yönetmen bunları gayet iyi ayarlamış.. Ayrıca bu filmde serinin en sağlam düşmanlarından Rus ajan Kirill rolündeki Karl Urban da oyunculuk açısından çok iyi iş çıkarmış, Matt Damon ise yine Bourne^un olması gerektiği gibi..

1 yorum

The Bourne Identity


Robert Ludlum romanından uyarlama, 2002 tarihli Doug Liman filmi..
Gizli servisin en gizli projelerinden birisi olan Treadstone için özel olarak yetiştirilmiş ve devletin, devlet kimliğiyle yapamayacağı türden işleri yerine getiren bir ajan olan Jason Bourne, adeta kusursuz bir silahtır.. Servis, kendi yarattığı bu olağanüstü silahın kontrolünü ele geçirmekte zorlanır ve ortaya çıkanları izler seviniriz..

Denizin ortasında balıkçılar sırtından iki kurşun yemiş bir insan bulurlar, tekneye aldıkları bu cesedin aslında ceset olmadığını anlamaları birkaç dakikalarını alır.. Ölmeyen ancak hafızasını kaybeden ve sonradan gizli servis ajanı olduğunu öğrendiğimiz Jason Bourne, birkaç hafta teknede kalır ve sağlığını geri kazanır. Bu sırada derisinin altında buldukları lazer işaretleyicisinden İsviçre^deki bir bankaya ait hesap numaralarını keşfeder.. Balıkçı teknesinden indikten sonra ilk işi kim olduğunu bulmaktır ve bunun için İsviçre^ye doğru yola çıkar.. Bankaya vardığında kendisine ait içinde para, birçok pasaport ve kimliğin yanında bir de silah bulunan kasasını açar ve olaylar başlar.. Gizli servis^in bankayı izleyen temsilcisi haberi gönderir ve TreadStone projesinin başarısız olan son görevinden sonra kapatılması için Bourne^un ölmesi gerekmektedir.. Son görevinde öldürmesi gereken Wambosi^yi öldürmeyen ve hafızasını yitiren Bourne, gerçek kimliğini arama yolunda Gizli Servis ve tüm emniyet güçlerinden de uzak durmalıdır.. Sürekli bir ilerleme halinde olayın içinde dolaşan kovalamaca ve bir dakika bile nefes aldırmayan temponun arasında Marie ile yolları kesişen ve araya bir aşk hikayesi de sıkıştıran kutsal ajan Bourne, olayı tam olarak anlayamasa da film sonunda daha büyük detaylar için döneceğini müjdeler..

Gerçekten aksiyon filmlerine konsantre olmakta zorlanırım ve genelde vaat ettiklerinin aksine fena halde sıkılırım.. James Bond klişelerinin ya da Bruce Willis^in ölmeyişlerinin hastası bir insan değilim, ama bu filmle başlayan Bourne serisi kaliteli ve bağlayıcı aksiyon türünün en önemli örneklerinden birisi.. İçinde gizli servis^in bolca geçmesinden ve süper kahraman gibi yetiştirilmiş ajandan ötürü basit ve sıradan gibi görünebilir, hatta Matt Damon^dan dolayı uzak durmanızı da sağlayabilir.. Ama ne olmuşsa olmuş, bu filmlerde her şey çok düzgün olmuş ve Bourne rolü için Matt Damon^dan başkası olmaz diyebileceğimiz kadar iyi olmuş.. İlk filmi şereflendiren Clive Owen da cabası.. Vaktiniz varsa izleyin diyeceklerimden değil, vakit yaratın diye önereceklerimden..

1 yorum

4 LUNI, 3 SAPTAMANI, 2 ZILE (4 Ay, 3 Hafta, 2 Gun )


Hamileyim ben, ustelik de tam 4 ay, 3 hafta ve 2 gunluk. Yaşadığım yerde/ zamanda kürtaj yasak; ama ben hem oğrenciyim, hem de bu çocuğu istemiyorum... Ne yapmalıym?


En yakın arkadaşım hamile, ama yaşadığımız zamanda/ yerde kurtaj yasak. Ne yapmalıyız?


Eğer bu iki soru bizim de kafamızı meşgul etse, bizim de cevabımız muhtemelen Otilia ve Gabita'nın cevabıyla aynı olurdu; gizli bir şekilde, bir otel odasında kurtaj olmak/ olana yardım etmek. Ama herkese güvenebilmek ne kadar zordur ki tonlarca para verdiğin -tek kurtuluşun- doktor, parayla yetinmeyip bir de seninle zorla ilişkiye girseydi?Otilia, ya da sen, en yakın arkadaşın bu denli zor durumdayken kabul eder miydin bunu? Ya da sen Gabita olsan; kurtajın için en yakın arkadaşının dunyanın en iğrenç adamının altına yatmasını kabul eder miydin?


Filmden çıkınca aklıma ilk takılan sorular bunlar. Yonetmen Cristian Mungiu'nun Cannes Film Festivali'nden ödülle dönen filmi 4 ay, 3 hafta 2 gun, böyle bir atmosferle başlamakta. 1987'nin Romanyası'nda; yani bir otel odası tutmak için bile burokrasilerden ve asık suratlı çalışanlardan geçmek zorunda kalanların , birbirinden başka güvenebilecekleri kimseleri olmayan Otilia ve Gabita'nın hikayesi bu.


Otilia ve Gabita'nın arkadaşlığı mutualist olmaktan daha çok dominant- resesif karakterlerin buluşması gibi birşey kanımca: Otel odasını ayarlayan, kürtaj için sevgilisinden para alan, kaçak malları temin eden, bir anlamda ilişkiyi yönettiği gibi ilişkinin sorumluluklarını taşıyan Otilia ve Otilia'ya bağlı, onsuz birşey yapamayan hatta eline yüzüne bulaştıran Gabita... İkinci soru da bu aslında aklımdaki; ben hangi taraftayım arkadaşlarımla, hangisi olmayı seçerdim; seçerdik?


Yaklaşık 2 saat boyunca gerginlikten sinema koltuğuna yapıştıran bir film bu beni. Çünkü yönetmen kamerasını hayatın içine kurmuş, ekranda gördüşümüz odada biz de varız sanki, sadece hiç konuşmuyoruz, sadece izliyoruz.


Konunun kurtaj, hele hele de illegal bir kürtaj olduğu filmde, birinin pis işleri de yapması gerek tabii:Otilia. Erkek arkadaşının annesinin doğumgunune yetişedurmaya çabalasın, Gabita O'nu içinden attı bile; birinin delillleri yok etmesi gerek. Otilia kendisini bekleyen görevinden habersiz, sevgilisinin evindeyken belki de olayın başından beri kafasını kurcalayan sorusunu yoneltmekte seviglisine: Ben hamile kalsam ne yapardın? 87 Romanyası'nda yaşasak, biz de sorardık herhalde önce kendimize, sonra da sevgilimize: Hamileyim, ne yapacağım/yapacaksın/ yapacağız? Bu kadar kısa bir soru bile bir izleyici olarak beni oldukça tedirgin etti; yönetmen bu küçük cümleyle kendi başımıza düşünmeye itti bizi; ne yapmak gerekirdi?


Gelelim yine otel odasına, filmin insanı en çok vuran yerine.... Yerde ölü duran küçük bir cenin, insan gözlerini üzerinden alamaz ama sırf istenmediği için Otilia'nın da onu atmaktan başka bir çaresi yok, hem de şehrin en ücra köşesine. Çantasını boşaltıp içine koyduğu küçük şeyle beraber gündüz bile yürümenin tehlikeli olduğu yerlere yolculuk, dakikaların saatler gibi geldiği arama ve sonunda baca borusu kıvamında bir deliğe atılan çanta; içindekilerle birlikte...Sorunun bittiği nokta an gibi sanki, bir daha konuşulmayacak bir konu olarak çope giden bir çanta, Otilia ve Gabita'nın tekrar biraraya geldiği sahnede de bize dönen Otilia'nın bakışları....


Benim anlatma kabiliyetimin çok üstünde filmin bize yaşattıkları ve gösterdikleri aslında, herhangi bir hata yaptıysam affola.... Bu filmi yazmayı bir sorumluluk olarak hissettim çünkü kendimde, bir şekilde bu filmi bulabilirseniz izlemenizi öneririm...

1 yorum

Control

Ian Curtis karmakarışık bir genç adam, şarkı sözleri yazıyor, arkadaşının sevgilisi Deborah’ya aşık oluyor, iş bulma kurumunda çalışıyor.. Joy Division’ı kuruyor, Deborah ile evleniyor, iç dünyasındaki karmaşa dışa taşınıyor, Joy Division iyi gidiyor, Ian her gün işe gidiyor.. Bir gün işte bir kız önünde nöbet geçiriyor, Ian büyüleniyor, o kadar çok etkileniyor ki daha sonra bu anı düşünüp “She’s Lost Control”u, o muhteşem şarkıyı yazıyor.. Ama çok geçmeden Ian da epilepsi olduğunu öğreniyor, her şey zaten kontrolden çıkmaktayken bir de ne zaman geleceği belli olmayan nöbet korkusu ekleniyor bunlara, belki bu yüzden her zamankinden fazla kontrolüne almak istiyor her şeyi, ama artık olmuyor, ilaçların yan etkileri yüzünden iş yerinde uyumaya, daha çabuk yorulmaya başlıyor, bu nedenle işi bırakıyor, hem ilaçlar fiziksel nöbetleri etkilese bile duygusal nöbetleri etkilemiyor, daha fazla içine kapanıyor, ama bir kızı oluyor Ian’ın, eş bile olmayı beceremezsek bir de baba olması gerekiyor artık, sonra Annik çıkıyor karşısına, Ian’ın istediği tek şey onun yanında oturmak sessizce, bu Deborah ile ya da kızıyla ilgili olmasın istiyor, iyi hissediyor onun yanında ve bu onun olsun istiyor.. Ama olmuyor, her şey iyice kayıyor elinin altından, “seni sevmiyorum” diyor Deborah’ya ve dünyanın en güzel şarkılarından biri çıkıyor ortaya “love will tear us apart”… Ne kadar giderse gitsin, Deborah’ya dönüyor hep, ama Annik de kaybolmuyor bir yere, çünkü başka bir şey o… Ama parçalanıyor her şey, iki dünya bir araya gelmiyor bir türlü içinde, iyi bir baba olmak istiyor, ama iyi bir baba olmayı yaptığı hiçbir şeyle birleştiremiyor, bu nedenle sürekli kaçıyor ailesinden, oysa sahnede bile düzgün görünüyor o, kumaş pantolon ve gömlek giyiyor, ama o iki dünya bir araya gelmiyor işte bir türlü, hayatının kontrolünü sağlayamıyor, huzur denilen şey onu bulmuyor, sahnede nöbet geçiriyor, artık kaldıramıyor, Deborah’ya “git beni rahat bırak döndüğünde burada olmayacağım” dedikten sonra nöbet geçiriyor, kalkıp yüzünü yıkıyor, ağrıyan başını tutarak ölüme gidiyor.. 23 yaşındayken, Joy Division Amerika turnesine çıkmak üzereyken,..

Karakterin ne kadar doğru yansıtıldığı tartışılır böyle filmlerde hep, ancak ben filmdeki, hayatının kontrolünü sağlamak isterken acı çeken, nöbet geçirir gibi şarkı söyleyen, neredeyse hiç gülümsemeyen, her şeyin anlamsızlığını görüp şaşıran, mutlu olamayan ve çok genç ölüme giden Ian Curtis’i o kadar iyi anladım ki, karmakarışık bir ruh halini elle tutulur hale getiren yönetmeni ve oyuncu Sam Riley’i tebrik ederim..

Hiç gülümsemiyor Ian Curtis, sahnedeyken de buz gibi hep, acı çeken bir insanın soğukluğuymuş ama bu, bir yeri kanayan insanın buz kesmesi gibiymiş filmden sonra anladım..

En sevdiğim şarkılarından biri olan ve bu filme çok yakışan She’s Lost Control’u burada hatırlamak gerekiyor bir kez daha ve tekrar tekrar dinlemek..

Confusion in her eyes that says it all.
She's lost control.
And she's clinging to the nearest passer by,
She's lost control.
And she gave away the secrets of her past,
And said I've lost control again,
And a voice that told her when and where to act,
She said I've lost control again.

And she turned around and took me by the hand and said,
I've lost control again.
And how I'll never know just why or understand,
She said I've lost control again.
And she screamed out kicking on her side and said,
I've lost control again.
And seized up on the floor, I thought she'd die.
She said I've lost control.
She's lost control again.
She's lost control.
She's lost control again.
She's lost control.

Well I had to 'phone her friend to state my case,
And say she's lost control again.
And she showed up all the errors and mistakes,
And said I've lost control again.
But she expressed herself in many different ways,
Until she lost control again.
And walked upon the edge of no escape,
And laughed I've lost control.
She's lost control again.
She's lost control.
She's lost control again.
She's lost control.

2 yorum

Harold and Maude


Kahverengi pantolonlu bir genc kapiyi acar, merdivenlerden usulca iner ve odayi arsinlamaya baslar.. Bir plak koyar bizim icin Cat Stevens’tan ve de bir de kendisinin kiymetli son dakikalari icin.. “And don't be shy, just let your feeling roll on by, on by..” Iki mum yakilir, boyun ilmige gecirilir ve genc kendini birakir… Boylesi guzel, hayat dolu bir ezgiyle sinema tarihinin en etkileyici acilislarindan birini seyretmis olursunuz… Ama Harold and Maude’u ilk seyredisinizse isiniz zordur. Cunku bu film hakkinda intihar muptelasi bir genc, inanilmaz derecede kayitsiz bir anne ya da sinir tanimaz bir ask hikayesi duyumlari almissaniz her sekilde yanilacaksiniz.. Ergen, patlak gozlu Bud Cort ve buyuk, harika Ruth Gordon’in kahkaha ve duygusal sinirlarinizi zorlayan ask hikayesini daha once seyreden icinse, yillar sonra buyuk ozlemle dvdsini surucuye yerlestirmek ve arkaniza yaslanmak yillardir kayip oldugunu bilmediginiz ama hep eksikligini hissettiginiz bir dostu bulmak gibi karmasik, guclu duygular yasatir insana.. "I haven't lived. I've died a few times.." Sinemayla ilgili sevdiginiz cogu sey ya da sevdiginiz bir filmle ilgili kucuk bir animsama bu ilham verici oykuye kidemli bir kult film havasi katmistir.. Anlatacak cok sey bulursunuz filmle ilgili.. Ama en guzeli seyretmek, seyretmek ve seyretmektir doyana kadar.. Doymayacaginizi anlayana kadar..

Filmi anlatir bu sarki, filmle ilgili anilarinizi her daim yad etmenizi saglar kulaginizda isteginiz zaman..
“I
f you want to sing out, sing out.. and if you want to be free, be free..
Cause there's a million things to be, you know that there are, you know that there are, you know that there aree..”


Not: Oncelikle bu yaziyi megameftanin yazisina yorum olarak yazicaktim.. Sonradan farkli bir ileti olarak yazmayi uygun gordum, bagislayin.. (:

0 yorum

Otobüs


Türk sineması için farklı ve biraz yadırgatıcı bir film. Ayrıca sadece üç filmi olan Tunç Okan’ın diğer filmleri gibi dikkate alınması gereken de bir film.

Türkiye’den İsveç’e çalışmak için bir otobüsle giden kaçak türk işçiler, pasaportlarını ve paralarını kaptırıp bir meydandaki otobüsün içinde aç susuz kalırlar. Gündüzleri otobüsten hiç ayrılmazken geceleri tuvalete gitmek ya da çöpleri karıştırıp yiyecek bir şeyler bulabilmek için çıkarlar. Vitrinlere bakıp yürürler, en küçük bir şeyden de korkup otobüse geri dönerler. Dönemeyenler ya tuhaf şeylere tanık olup dayak yer, ya da garip bir şekilde intihar eder.

1974 yapımı olan bu film döneminde önce yasaklanmış, gösterildikten sonra da çeşitli tartışmalara yol açmış, türkleri aciz gösterdiği için kızanlar da olmuş, filmin inandırıcılık sorunu olduğunu düşünenler de. Gerçekten filmin inandırıcı olmadığı yerler var, ancak buralarda yönetmen özellikle abartıyor, toplumsal gerçekçi bir film yapmak istemediğini bir Türk'ün İsveç’te görecekleri karşısındaki durumunu abartarak gösteriyor. Ama bunu özellikle yapıyor, aradaki uçurumun altını iyice çiziyor, böylece gördükleri her şey onları otobüsün içine daha çok sıkıştırıyor. Karakterler o kadar aciz ki izlerken insan acımaktan başka bir şey yapamıyor, vitrinlere sırayla bakıp yürüyen merdivenlere aynı hareketlerle biniyorlar, korku ve şaşkınlık onları neredeyse tek bir insan haline getiriyor. Özellikle filmin finalindeki polislerin, otobüsün içine girip hepsini tek tek çıkarıp götürdükleri sahne gerçekten çok ürkütücü, hiçbiri kaçmaya çalışmıyor, otobüsün içinde götürülme sırasının kendilerine gelmesini bekliyorlar. Tabi tam burda "acaba onlar kaderlerine bu kadar razı insanlar olsalar böyle bir yolculuğa çıkarlar mıydı, biraz daha hayatları için mücadele etmezler miydi" diye düşünmek de mümkün. Ancak otobüsün içinde götürülmelerini öyle bakışlarla bekliyorlar, çaresizlik yüzlerinde o kadar somut bir hale geliyor ki burada filmle ilgili sorulabilecek tüm sorular da unutuluyor.

Filmin gerçekten çok iyi seçilmiş oyuncuları -aslında yüzleri- var. Öyle büyük bir oyunculuk başarısı yok filmde. Çünkü dolandırıcı dışında bir karakter de yaratmamış yönetmen, Tunç Okan ve Tuncel Kurtiz’in biraz daha öne çıkan karakterleri var, ama diğerleri de yüzleriyle çok uygunlar bu rollere. Bir otobüste, dillerini bilmedikleri bir ülkede kimliksiz, parasız bir “öteki” olma durumunu yüzlerinde taşıyorlar. Nedense bu filmin son sahnesi bana In This World’deki bir kamyon içinde sıkışmış göçmenleri hatırlatıyor, o kesinlikle çok daha korkunç bir sahneydi, burada kimse bağırmıyor, ama çaresizlik belki de her dilde, kültürde aynı yaşanıyor.

2 yorum

Bobby


5 Haziran 1968 tarihinde Ambassador Hotel^de meydana gelen Robert F. Kennedy suikastını anlatan 2006 yapımı Emilio Estevez filmi..

Robert Kennedy^nin seçim sonuçlarının açıklandığı akşam Ambassador Hotel^de verdiği parti sırasında vurulmasını konu alan filmde Kennedy^nin politikası üzerinden döneme bir bakış atıp, o gün o otelde olan insanların özel hayatlarına geçiş yapıyoruz. LSD ile tanışan arada kalmış kampana görevlileri, yeni zenciler olduğunu düşünen ucuz işçi Meksikalılar, yavaşça yaşlanan çiftler, hayatını otele adamış iki kişi, aldatan ve aldatılan taraflar, kazananın kaybedenin belli olduğu satranç oyunları.. Vietnam^da hayatını vermek istemeyen bir genç ve fedakarlık ardına saklanan bir evlilik..

O gün o otelde olan 22 insanın 22 basit hikayesi, ölümden korkan, ölüme yaklaşan, önünde uzun bir hayat olan.. Ayakkabısının rengine takılanından bir radyoyla bile mutlu olanına, ezildiğini kabul edip huzur bulanından haksızlığa sesi çıkanlara.. Hepsi birer insan ve hepsinin kendine özgü sorunları var, filmde işlediğimiz desadece birer hayatları olduğu gerçeği ve o gün orada olmalarının o hayatlarda büyük bir iz bırakacağı.. Yoksa onların sorunlarını oluşturan orta bir yan yok, tek bir politika yoluyla düzlüğe çıkabilecek, Robert^ın elinden tutabileceği insanlar da değil.. Bazıları politikaya gereksinim duyarken bazılarının ondan uzaklaşmaya ihtiyacı var, bu yüzden yönetmeni burada tebrik ediyorum.. O insanları “yaşam” ortak paydası hariç bir ede buluşturmaya çalışsaydı ciddi anlamda uygunsuz olurdu.. Orada olmaları ve o anı yaşamaları yeterliydi..

İlk yarısı itibariyle hikaye sayısından ötürü son derece dağınık duran film ikinci yarıda bu hikayelerin tamamlanmasına gerek olmadığını öğrendiğimiz andan itibaren oldukça toplanıyor. Robert Kennedy^nin tarihte ve o hikayelerin ortasında durduğu yeri başarıya aktarabilmesi açısından biyografik anlamda da istediğimi vermeyi başarıyor.. Bobby^nin birçok söyleminin günümüzde bile geçerliliğini koruduğunu hatta onların uygulanmasına hala hasret olduğumuzu öğrenmemiz de acı bir gerçek.

Sözün özü, beklediğimden daha iyi bulduğum bir filmdi. Birçok Hollywood yıldızının yer alması da sanırım dünyanın 68 söylemlerine olan ihtiyacından kaynaklanıyor, yoksa günümüzün para kokan dünyasında Sharon Stone^a Demi Moore^un saçlarını yaptıramazsınız..

Son sözü gerçekten güzel konuştuğunu düşündüğüm Robert^a bırakalım;

“Vuruldum.
Şiddet adına ya da şiddete karşılık verme adına, kendimizi oluşturan kumaşı ne zaman yırtarsak ki başka bir adam acı bir şekilde kendisi ve çocukları için diktiği kumaşı da bunu ne zaman yaparsak, o zaman tüm ulusun onuru yerle bir olur. Yine de, ortak insanlığımızı inkâr edecek şekilde ve medeni olduğumuz gerçeğine karşı gelecek şekilde şiddete tolerans gösteriyoruz.
Çok fazla kibire önem veriyoruz. Ve yaygaraya ve gücün kontrolüne. Hayatlarını başkalarının kırık hayalleri üzerine kurmaya istekli olanlar için bunları mazeret gösteriyoruz. Ama şu açık ki:
Şiddet şiddeti doğurur, baskı öç almayı doğurur ve toplumumuzun sadece temizlenmesi bu hastalığı ruhlarımızdan çıkarabilir. Bir adama kardeşinden korkmasını ve nefret etmesini öğrettiğinizde ona daha düşük seviyede biri olduğunu öğrettiğinizde, rengi ve inançları sebebiyle ya da takip
ettiği politikalar sebebiyle bunu sizden farklı olanlara öğrettiğiniz zaman işinizi tehdit edenlere ya da özgürlüğünüzü ya da evinizi ya da ailenizi o zaman diğerleri ile yüzleşmeyi de öğrenirsiniz. Yurttaşlar olarak değil,
düşmanlar olarak. Hem de işbirliği ile karşılaşmadan, zapt edilerek, maruz bırakılarak ve köleleştirilerek. En sonunda, kardeşlerimize yabancı gözüyle bakmaya başladık, Şehri paylaştığımız ama toplumu paylaşmadığımız yabancı insanlar. Bize ortak evlerle bağlı olan ama işbirliğinde olmayan adamlar. Sadece ortak bir korkuyu paylaşmayı öğrendik. Sadece birbirimizden aldığımız ortak bir arzuyu, sadece ortak bir tepkiyi:
Zorla farklı fikirde olmayı.
Bu gezegendeki hayatlarımız çok kısa. Yapılacak işler, o kadar fazla ki,
bu ruh halinin onu topraklarımızda artık mahvetmesine izin veremeyiz. Elbette, bunu bir program ile ya da bir önerge ile yasaklayamayız. Ama bir kez olsun, bizimle yaşayanların kardeşlerimiz olduğunu hatırlarsak bizimle aynı kısa hayatı paylaştıklarını, bizim gibi arayışta olduklarını, sadece hayatlarını yaşama arayışında olduklarını, bir amaç ve mutluluk içinde onların başarmaya çalıştığı tatmin duygusunu kazanabiliriz. Elbette, bu ortak kader bağı, elbette bu ortak amaçlar bize bir şeyler öğretebilir. Elbette, en azından etrafımızdaki bize, kendi insanlarımıza bakmayı öğrenebiliriz. Ve elbette, biraz daha fazla çalışma ile kardeşlerimiz ve vatandaşlarımız arasındaki, kalplerimizdeki yarayı bir kez daha sargı ile kapatabiliriz.”

0 yorum

OFFSCREEN




"Fuck Boe!!!!"


İzleyenler bilir, Danimarka'dan ithal Reconstruction, biraz garip bir aşk hikayesini anlatmaktaydı. Filmin yönetmeni Christoffer Boe, 26. İstanbul Uluslararası Film Festivali ile karşımıza çıkan filmi Offscreen ile yine soru işaretlerinde bırakmakta bizi.


Filmin içinde bir film daha izliyoruz aslında; Nicolas Bro isimli ünlü bir oyuncunun yaklaşık bir yıl süresince hayatını çekmesi ve oluşacak donelerle de yeni bir film yapmaya girişmesi anlatılmakta. Fikir bizzat Christoffer Boe tarafından verilmekte filmde. İlk dakikalarda Nicolas'ın karısı ile arasındaki problemleri izliyoruz, tabii ki el kamerasından; ayrılışlarını, ve Nicolas'ın elindeki kamerayı hiç bırakmayışını. Bir süre sonra da Nicolas'ın olayı abartışını, gerçek film çekiminde bile elinde küçük bir dijital kamerayla olayları kaydedişini ve kovulmasını izliyoruz; sanki tüm bu olaylardan sonra kasetleri bulmuşuz da evimizde seyrediyoruz Nicolas'ın hayatını.

Bir yerden sonra işler sarpa sarıyor tabii, iş yok, kadın evi terk etmiş, karısı yerine oynattığı oyuncu düşüncesi de saçma olmuş, o da bırakılmış... Gerçek O'nu kim gerçekten oymuş gibi oynayabilir ki zaten; bu derece gerçek, bu derece hayatı yansıtan bir çekimde gerçek olmayanlar eğreti durur...


Sadece sen ve kameran var artık, sana senden daha yakın belki kameran, hatta olayı daha da büyüterek evinin her tarafını kamerayla donatmışsın Big Brother misali. Tek farkla; izleyen de izlenen de sensin burada. Ve sonra zincirin bir gün yavaş yavaş gevşemeye başlar, üstelik kamerandan senin gözünle yansımayan görüntüler de görürsün; karının sen uyurken kaydettiği kasedi. Derken, film kopar...


Etrafındaki herkes karındır sanki; herhangi bir kadını karınmış gibi evine götürür, sonra da öldürürsün; onun kanıyla sıvarsın her tarafını ki aslında karın olmayan karınla daha da bütünleşebilesin; ekmek şarap hikayesi gibi, belki de olabilecek en eski kökenlerine dönerek en eski kurban verme ritüllerini gerçekleştirmen gibi birşey. Ve sonra, film gerçekten kopar; biz izleyiciler de çektiğin bu son kasedin son görüntüsünü izlerken senin yerinde biz olsak ne kadar leri gidebileceğimizi sorarız kendimize...

0 yorum

Michou d’Auber


Thomas Gilou’nun Cezayir meselesine bakan 2007 tarihli filmi. Messaoud ve Abdel babaları tarafından ülkenin içinde bulunduğu durum nedeniyle bir bakım evine verilirler. Ülkeleri bağımsızlığını kazanınca baba gelip onları alacağını söyler. Kardeşler burada birbirlerinden ayrılır, koruyucu ailelere verilirler. Messaoud kendisini önce Arap olduğu için istemeyen ancak reddederse başka çocuk alamayacağı nedeniyle onu almak zorunda kalan Gisèle ile gider, Abdel ise bir çiftçiye verilir. Buradan sonra daha çok Messaoud’un hayatını/dönüşümünü izleriz. Eski asker olan kocasının Arap olduğunu anlamaması için Gisèle çocukta bazı değişiklikler yapar. Saçlarını sarıya boyar, adını Michou olarak değiştirir, ona bir geçmiş uydurur, onu kocası Georges’un karşısına böyle çıkarır. Georges “bunun tipi bir garip kazıklanmışsın sen” dese de çocuğu kısa zamanda benimser ve çok iyi anlaşırlar.

Abdel ise bir çiftlikte sürekli çalışmak zorunda kalan ve aşağılanan bir çocuktur. Aklında sadece kardeşini de alıp gitme fikri vardır. Bunun için geceleri kardeşiyle buluşup gereken düzenlemeleri yapmaya çalışır. Kardeşi içinde sürekli bir sevgi büyütürken o Fransızlara karşı nefret büyütür, birbirlerinden gittikçe uzaklaşırlar.

Messaoud hızla -bizim Cezayir sokağımızın Fransız sokağına dönüşmesi gibi- Michou’ya dönüşür, artık aklına ne babası ne de kardeşi gelir, cebinde sakladığı tılsımlı kitabı ve çevresinde gördüğü Araplara karşı nefret ona kimliğini hatırlatsa da o küçük bir Fransızdır artık. Georges ile birbirlerini çok severler, kaba, gürültücü ve Arap düşmanı Georges da Michou’ya duyduğu sevgi sayesinde değişir. Gérard Depardieu gerçekten çok başarılı rolde ancak sanki geçirdiği değişim biraz ani oluyor, onun gibi yüzeysel görünen bir adam nasıl oluyor da birdenbire değişip Arap dostu, barışcıl biri oluyor anlamak biraz güç.

Filmin sakin bir havası var. Böyle bir konu için bu biraz anlaşılması güç açıkçası. Elbette bu yönetmenin tercihi, ancak Arap düşmanlıklarının yollara döküldüğü yerlerde bile film çok sert olamıyor, filmin en sert sahnesi Georges’un içip Fransa’ya fahişe dediği konuşma. Filmin sonunda Cezayir özgürlüğüne kavuşuyor, Baba, Abdel ile birlikte Michou’yu almaya geliyor, çocuk önce gitmek istemiyor ve ailesinin onlar olduğunu iddia ediyor, ancak Georges’un konuşup ikna etmesinden sonra gidiyor. Michou arkasında değişmiş bir Georges ve düzelmiş bir ilişki bırakıyor.

Film hakkında karar vermek biraz zor, ele aldığı konunun ağırlığına göre biraz hafif bir film, ancak tabi ki her yönetmen Haneke değil, bu film de Cache olmaktan çok La Vita e Bella (Life Is Beautiful).

0 yorum

Pride & Prejudice


Pride & Prejudice, Joe Wright^ın 2005 yapımı Jane Austen uyarlaması..

“Bennet ailesi, kendine yetebilen ve aile reisinin vefatından sonra ellerinde hiçbir şey kalmayacak olan sıradan bir İngiliz ailesidir. Bu dönemde özellikle maddi anlamda yaşama zorluğunu düşünen ailenin, babalarının vefatından sonra hayatlarını sürdürebilmeleri için zengin erkekler bulması gereken beş kızı vardır. Kızlardan en büyüğü olan Jane ile kasabalarına gelen varlıklı Mr. Bingley tanışırlar ve birbirleriyle ilgilenmeye başlarlar, dönem gereği bu tip ilişkiler kısa süre içerisinde sonuçlanır ve nişan yapılır. Ancak Mr. Bingley kasabayı terk eder ve her şey garip bir hal alır. Mr. Bingley^in yakın arkadaşı Mr. Darcy de kasaba ziyareti sırasında Jane^in kardeşi Elizabeth ile tanışır. Darcy ilk etapta son derece sert ve sinir bozucu bir karaktere sahip olsa da Elizabeth zamanla onun karakterindeki detayları fark eder ve Jane^in dediği gibi ‘karakterler, zor anlar, aşılması güç sorunlar yaşarlar ancak sonuçta mutlu son onları beklemektedir’.
Anlayışlı ve kızlarını savunan baba, son derece sinir bozucu ve patavatsız anne, kendilerinden habersiz küçük kardeşler ve duygularını açamayan bir ablayla ilginç bir aileye sahiptir Elizabeth ve belki de bu aile onun o dönemde kendisi olabilmeyi başaran ve bir elin parmaklarıyla gösterilecek kadar az sayıdaki kadından birisi olmasını sağlayan şeydir..”

Her ne kadar 18.yy İngiltere^sini görmemiş olsam da! Filmin bu atmosferi yaratmakta başarılı olduğunu, en azından kafamdaki atmosfere yaklaştığını söyleyebilirim. Başlangıçtaki yürüyüş sahnesinden itibaren de güzel çekimlere sahip, ayrıca setin her yeri tablo gibi, izlemek oldukça keyifli.. Oyunculuklara geldiğimde özellikle Elizabeth karakterini canlandıran Keira Knightley^in hatalı bir seçim olduğunu düşünüyorum.. Elizabeth, ailenin diğer kızlarından oldukça farklı olması gereken bir karakter, ayrıca en önemli özelliklerinden olan zeka ve gülümseyiş Keira üzerinde pek durmuyor.. Matthew Macfadyen, Mr. Darcy rolünün gerektirdiği gurur ve sertliği üzerinde gayet iyi taşırken, Keira maalesef önyargının duvarlarını yıkabilecek kadar güçlü olamıyor.. Mr. Bennet rolünde Donald Sutherland tam olması gerektiği gibiyken, Brenda Belthyn, Mrs. Bennet karakterin bütün sinir bozuculuğunu aktarmayı başarmış..

Kitabı okumadığım için uyarlamaya sert yaklaşmadım. Atmosfer ve işleyiş açısından beğenimi kazanan bir yapım oldu, bir de Keira olmasaydı her şey çok daha güzel olurdu.

4 yorum