Addicted to Love

Eğlenmek için film ararken Meg Ryan filmografisinden bulduğum bir film oldu bu. Aslında romantik komedi yaparken bir yandan da ince ince bu türle dalga geçen bir film olduğunu görmek keyifliydi. Filmin konusundan çok yönetmenin onu işleyiş şekli ilginçti.

Sam bir astronomdur. Her gün gökyüzünü izlerken yapmayı sevdiği bir şey daha vardır. Öğleleri parka bakıp sevgilisi Linda’yı izlemek. Bu açılış sekansı filmin devamı için önemli bir ipucu sunuyor aslında, filmin hemen başında sevgilisini bir araç yardımıyla uzaktan izleyen Sam, filmin sonuna kadar da onu sadece teleskop, dürbün vb. araçlarla izlemek zorunda kalır. Linda iki aylığına iş için New York’a gider, ancak dönmez. Sam terk edildiğini bir mektupla öğrenip yola çıkar. Linda’nın yeni sevgilisi Anton ile yaşadığı evin karşısındaki terk edilmiş daireye yerleşir. New York’tan aletlerini getirtir ve sürekli onları izlemeye başlar. Camera Obscura sayesinde görüntüyü duvara yansıtır, duvarı beyaza boyayıp odayı bir sinema salonu haline getirir. (Bu sahne estetik olarak gerçekten çok güzeldir. Boyadıkça Linda’nın görüntüsü duvarda yavaş yavaş belirir.) Ancak seslerini duymaz Sam, kendi hayal gücüyle sesleri tamamlar. Anton’un eski sevgilisi Maggie’nin ortaya çıkıp eve yerleşmesiyle görüntüye ses de eklenir. Sam onun getirdiği seslendirme aletlerine önce karşı çıkar, ama sesin varlığına da hemen alışır. (Evet tanıdık geldi değil mi, sinemaya önce görüntü sonra ses gelir) Ne tesadüf ki Maggie de fotoğrafçıdır, onun da gözetlemekle ilgili bir işi vardır. (tabi ki Rear Window!) Maggie’nin amacı intikam, Sam’in amacı ise Linda’nın ona dönmesini sağlamaktır. Birbirlerine yardım etmeye karar verip her akşam onları izlerler.

Anton ve Linda evde film kahramanları gibidirler, sevişirler, kavga ederler, ancak gerçeklikten uzaktırlar sanki, biraz düz halleri vardır. Bir gün onlar yokken daireye giren Maggie ve Sam onların giysilerini giyip, onlar gibi davranırlar, onların yatağında sevişirler. Her gün duvarda/filmde izledikleri insanların yerine koyarlar kendilerini. Bu sahne bir özdeşim parodisi değil de nedir?

Sonunda amaçlarına ulaşırlar, asıl istediklerinin birbirleri olduğunu anlayarak.. Yönetmen, Maggie ve Sam ile bir romantik komedi kurarken, onların duvarda izledikleri Anton ve Linda ile de bu türle dalga geçiyor sanki. Filmin bu katmanlı hali ve yönetmenin sinema üzerine düşünerek filmi kurduğunu hayal etmek tahminimden daha fazla eğlendirdi beni.

0 yorum

Elling

Petter Næss iyi ki "farklı" olana ilgi duyuyor. Elling ile bilmediğimiz ya da az tanıdığımız bir dünyaya giriyoruz. Dört yıl sonra ise “Mozart and the Whale” ile bizi yine aynı dünyaya sokuyor yönetmen. Umarım daha fazla böyle filmler çeker.

Film, Elling’in annesinin ölümü nedeniyle evden zorla çıkarılmasıyla başlıyor. Elling annesiyle birlikte genellikle evde yaşamıştır, 40 yaşındaysa annesinin ölümüyle evden çıkarılır. İki yıllık bir tedaviden sonra Norveç Hükümeti gerçek dünyaya alışabilmeleri için Elling ile hastanedeki oda arkadaşı Kjell Bjarne’yi Oslo’nun merkezinde bir eve yerleştirir. Sosyal görevli Frank ara sıra onları kontrol edecek, durumlarında düzelme görülmezse tekrar hastaneye gönderileceklerdir. Film eve yerleşmeleriyle başlar.

Elling dışarı çıkmaktan hoşlanmayan, kibar, temiz ve düzenli biridir. Kjell Bjarne ise onun tam tersi olarak pis ve kabadır, kadınlara ve yemeğe karşı özel bir ilgisi vardır… Dış dünyaya tamamen kapalı bir ev hayatı kurarlar. Elling’in deyimiyle eğer dışarı çıkacaklarsa bir evleri olmasının ne anlamı vardır. Bu dünya Frank’ın telefonları ve eve gelip gitmesiyle sarsılır. Yönetmen bunu görsel bir üslupla da belirgin hale getirir. Genellikle sabit olan kamera telefon çaldığında ya da kapı vurulduğunda yani dış dünyadan bir müdahale olduğunda sallanır. Telefonları açmayan, markete gidemeyen Elling, Frank ile sık sık tartışır. Ne zaman dışarı çıksa baş dönmesi ve korku onu takip eder. Neredeyse kasılıp kalmış gibi yürür Elling, önüne bakıp kaygılı küçük adımlar atar. Ama evde rahat ve mutludur. Kjell Bjarne ile aynı odada uyurlar, aralarındaki iletişim de sınırlı ama iyidir. Ancak bir gün merdivenlerde buldukları sarhoş hamile bir kadınla hayatları değişir. Tabi ki Elling önce değişime direnir, ama bir kez değişim başlamıştır. Kjell Bjarne kadına aşık olup ne yapacağını bilemez hale gelir. Elling ise içinde saklı olan şiiri keşfeder ve şair olma yolunda ilerler. Hatta dışarı çıkıp bir arkadaş bile edinir.

Aslında bir başarı öyküsü bu. Bir restorana gidip yemek yiyebilmek, birinin “yürüyelim mi” sorusuna evet diyebilmek bazı insanlar için güney kutbunu tek başına geçmekten daha zordur. Elling ile Kjell Bjarne de bu dünyadan çıkmayı başarıyorlar. Filmin sonunda onları barda bebeğin doğumunu çevrelerindeki birçok insanla kutlarken görüyoruz.

Per Christian Ellefsen ve Sven Nordin çok başarılı bir oyunculuk sergiliyorlar. Film o pek çok kendini iyi hisset filminden daha umut verici ve etkisi kesinlikle daha uzun sürüyor.

0 yorum

You've Got Mail


Nora Ephron’ın başrollerinde Meg Ryan ve Tom Hanks ikilisinin oynadığı 1998 yapımı filmi. Film romantik komedi türünün en önemli örneklerinden birisi, ayrıca internet üzerinden tanışan insanları konu edinmesi bakımından da benim hatırladığım ilk filmlerden.

Kathleen Kelly (Meg Ryan) annesinden kalma “shop around the corner” isimli bir kitapçıyı işletmektedir, kitapçıda kurduğu düzen de hayatı gibi sessiz ve sakindir. Çocuklara masal okuyan, müşterilerine arkadaş gibi davranan ve onlarla gerçekten ilgilenerek bir “hizmet” sunan iyi bir kitapçı sahibidir. Frank Navasky (Greg Kinnear) isimli bir köşe yazarıyla beraber yaşamaktadır. Aşka pek benzemeyen bu ilişkisinde aradığını bulamayan Kelly internet üzerinden birisi ile tanışır. Shopgirl takma adıyla internette dolanan Kelly, Ny152 takma adındaki kişiyle birçok şey paylaşır. Bu sırada Kelly’nin dükkânının karşısına devasa kitapçılardan Fox & Sons Book Shop açılır, Fox’ların varisi Joe Fox ile tanışır ve ikili birbirlerine sürekli gerilirler. Zamanla işler iyice kötüleşir ve Kelly dükkânı kapatmak zorunda kalır.

Konu hakkında daha fazla şey anlatmayayım, zaten izlemeye başladığınızda hemen çözersiniz, romantik komediler insanı zorlamaz. Bu yüzden de romantik komedi izlediğinizin bilincine vararak bu filmi izlerseniz epeyce gülümseyip neşelenebilirsiniz, ama aradığınız kaliteli film ise bu filmde size zayıf gelecek onlarca şey vardır, başka yola sapabilirsiniz.

Türkiye’de gösterime “Mesajınız Var “olarak giren bu filmi daha önce birkaç kez izlemiştim, kısa zaman önce yeniden izledim ve beni yine gülümsetip neşelendirdi. Hatta içinde Hugh Grant olmayan en iyi romantik komedilerden birisi olduğunu da rahatlıkla söyleyebilirim. İnsanların bu tarz filmleri senaryo ve oyunculuk kelimelerini kullanarak eleştirmesini doğru bulmuyorum, bu türde kıstas izleyicinin mutluluğu olmalı. Böyle olunca da bunlara değinmeden yazımı sonlandırıyorum, iyi seyirler.

1 yorum