Made in Europe


Onbeşinci Altin Koza Film Festivali’nde büyük jüri ödülü, en iyi yönetmen ve tüm erkek oyuncularına (Teoman Kumbaracıbaşı, Murat Öncül, Ali Çelik, Murat Makçı, Murat Kılıç, Ruhi Sarı, Mustafa Kırantepe, Hasan Şahintürk, Barış Yıldız, Emin Gürsoy, İnan Temelkuran, Güven İnce, Kadir Çermik, Ali Rıza Kubilay, Öner Erkan, A. Mümtaz Taylan, İnan Ulaş Torun ve Aykut Kayacık) kazandırdığı en iyi erkek oyuncu ödülleriyle gündeme gelen İnan Temelkuran’ın ilk uzun metrajlı bağımsız filmi.

Amerika’nın Afganistan’a girdiği gecede üç farklı Avrupa şehrinde geçiyor film. Farklı insanlar, ama ortak hikayeler, aynı kavgalar var bu şehirlerde..

İlk hikaye Madrid’ten. Ali ülkeden çıkmak zorundadır. Bu nedenle bir araya gelen ve onun gibi dönercide çalışan arkadaşları Ali’yi uğurlamak isterler, ancak her zamanki sıkıntılar, kavgalar gölge düşürür bu duruma.

İkinci hikaye Paris’te geçiyor. Yine burada çalışmak, yaşamak zorunda kalan Türkler var ve yine tartışmalar, yabancı bir ülkede yaşama zorlukları.. Bu bölüm diğerlerine göre oyunculuk açısından daha iyi, ama yönetmenlik oldukça amatör yine.

Son olarak ise Berlin.. Ülkeler, şehirler, insanlar değişiyor ama hikayeler aynı. Burada da ülkede kalmaya ve yaşamaya çalışan yabancılar, yine bir dönerci etrafında gelişen hikayeler.

Film sadece diyaloglardan oluşuyor, ben çok yorulduğumu ve sıkıldığımı hissettim tartışan bu adamlardan. Tamamen kamera karşısında edilen sohbetler şeklinde ilerleyen bir senaryoda yönetmenin bazen araya görüntü serpiştirmesini ya da ses efekti kullanmasını da anlayamadım. Ayrıca şehirlerin hiçbir önemi yok film için, çünkü hiçbir özel anlam ifade etmiyorlar, mekanlar genelde, ev, kahve, dönerci.. Başka bir üslupla daha iyi anlatabilirmiş hikayesini sanki, -tabi diyaloglar dışında bir senaryosu da olsaymış- çok da iyi oyuncuları varmış, ama bu malzemeden dümdüz bir film yapmış yönetmen.

2 yorum

Ben X


"Sürekli rahat olmamı söylüyorlar, ama beni rahat bırakmıyorlar."

Farklı olmanın zorlukları üzerine gerçek bir olaydan yola çıkan bir film Nic Balthazar’ın 2007 yapımı filmi. Ben, çocukluğundan beri farklılığı yüzünden doktora gitmek zorunda kalan bir gençtir. Değişik teşhisler sonunda en sonunda otistik teşhisi konulmuştur. Hislerinin olmadığını söylemektedir doktorlar, seslenince bakmadığı, kendi içine gömülüp durduğu için. Ben gerçeklerin acımasızlığından bilgisayar oyunları sayesinde kaçar. Orada yarattığı güçlü karakter ve Scarlite ile kurduğu ilişki, ona bir kaçış yolu sağlar. Okulda çok fazla zorluk yaşar, onun farklılığı sınıftakilerin en büyük eğlencesidir. Hayatı boyunca her zaman böyle olmuştur, ama son zamanlarda iyice küçük düşürücü boyutlara ulaşmıştır. Ben’in aklında tek bir şey vardır; kendi ölümü, sürekli onu planlamaktadır. Hatta bir liste bile hazırlamıştır intihar şekilleriyle ilgili. Ama Scarlite ile kurduğu hayali ilişki onu hayatta tutar.

Ben’in dünyası bilgisayar oyunu ve gerçek arasında gidip geliyor, yönetmen de buna göre bir üslup yaratmış, görsel olarak oyun ve gerçek arasında gidip geliyoruz. Ben, gerçekte ezilirken hep çok güçlü olan oyun karakterini düşünüyor ve her sabah oyundan hayata dönüp aynaya baktığında kendi “ezikliğinden” nefret ediyor. Bunun yanında Ben’in ailesiyle ve öğretmenleriyle olan konuşmalar da var. Bu kısımda ise belgesel bir tavırla yakınlarının Ben hakkındaki görüşlerini dinliyor ve ona biraz daha dışarıdan bakıyoruz. Aslında üç bakış açısı var denebilir filmde. Ben’in iç sesi sayesinde kendisini diğer insanlardan nasıl ayırdığını, yakınları sayesinde onun diğer çocuklardan farkını, “diğerleri” sayesinde yani Ben’i hiç tanımayan ve asla tanıyamayacak olanlar sayesinde ise tamamen uzak, üstten, toplumsal sakat bir başka bakış açısı.. Aslında çok basit bir isteği var Ben’in ve ailesinin, onlar normal bir çocuk istemiyorlar, onlar Ben yüzünden değil hep diğerleri yüzünden sorun yaşamışlar ve istedikleri tek şey “rahat bırakılmak”.

Film boyunca o kadar çok geriliyoruz ki, kendimizi kaptırıp Ben’in gerçekten bir şiddet patlaması yaşamasını bekliyoruz; iki seçenek var gibi görünüyor önünde, ya onu ezenlerin başında yer alan iki çocuğu yok edecek, ya da kendini.. Neyse ki Ben bizim göremediğimiz üçüncü seçeneği görüyor da yeniden doğuyor kendi ölümüyle. Anlatmak istemiyorum finalini ama Svefn-g-Englar’ın da çalınmaya başlamasıyla rahatladığımızı söyleyebilirim. Filmin sonunda yöntemin inandırıcılığı önemini kaybediyor, film boyunca dersini almalı diye düşündüğümüz insanlar dersini alıyor. Hem de hiç tahmin edemeyeceğimiz bir yöntemle. Üstelik herkes kendi çocuğunun gerçekten zalim tarafıyla yüzleşmek zorunda kalıyor. Daha fazla şey anlatmadan susayım ve geçtiğimiz film festivalinde yer alan bu filmin yakında gösterime gireceğinin müjdesini vereyim. Bu arada Greg Timmermans’ın Ben rolünde çıkardığı çok başarılı oyunculuk için bile izlenmeli film.

4 yorum