Grace is Gone

"Lonesome Jim" filminin senaristi James C. Strouse’ın yönetmen olarak ilk filmi. İstanbul Film Festivali’nde “Amerikan Bağımsızları” bölümünde gösterildi. Ancak konusunu ele alış şeklini pek bağımsız bulmayanlar da oldu.

Amerikan Bağımsızları özellikle takip ettiğim bir bölüm oldu festivalde, ancak - sürekli söylediğimiz gibi- bağımsızlar artık bildiğimiz gibi değil. Bu ayrı ve upuzun başka bir yazının konusu. Gelelim bu filme;

Stanley iki kız babası ve asker eşidir. Gözlerindeki problem nedeniyle çok sevdiği ordudan ayrılmak zorunda kalmış, şimdi karısının görevden dönmesini kızlarıyla birlikte evde beklemektedir. Disiplinli ve ilgili bir babadır. Karısının dönmesini beklerken ölüm haberi gelir. Ancak bunu kızlarına söyleyemez ve onlara bir yolculuk önerir. Küçük kız Dawn’ın gitmek istediği yere, “Büyülü Bahçeler”e doğru yola çıkarlar. Abla Heidi ise durumdan şüphelenir. Hem fazlasıyla mantıklı bir çocuk olduğu için hem de babasının işe gitmeyen ve eğlenmeye çalışan hallerine alışkın olmadığı için. Bu yolculuk sırasında Stanley onlara ölüm haberini nasıl vereceğini düşünüp durur, ara sıra telefon açıp karısının telesekreterdeki sesinden bile yardım ister.

Filmin savaşla ilgili düşüncesine gelince; Stanley bir vatansever olduğunu, Irak’ta yaptıkları şeyin doğru olduğunu ve bunun bir görev olduğunu düşünmektedir. Ona muhalif olarak gösterilen amca John ise işsiz ve hala ne yapmak istediğini bilmeyen, oy bile kullanmayan biridir. Açıkçası muhalif sesi böyle göstermek ve onun karşısında Stanley’i daha güçlü çizmek filmin düşüncesine dair soru işaretleri bırakıyor. Öte yandan büyük kızın televizyondan savaşla ilgili haberleri takip etme çabasının engellenmesi, hatta bu konuyla ilgili düşünmesinin bile yasaklanması bu vatansever tavrın nasıl baskıcı olduğunu da gösteriyor. Aslında güya vatan uğruna orada boşu boşuna ölen bir askerin ailesinin nasıl parçalandığını göstermek de savaş karşıtı bir tavır sayılabilir, ama pek sert ve keskin bir eleştiri sayılamaz. Keşke amca karakterini bu kadar aciz çizmeseydi yönetmen de ne düşündüğünden biraz olsun emin olabilseydik.

John Cusack iki çocuk babası, biraz kilolu ve gözlükle haliyle de muhteşem, iki çocuk da çok iyi oynuyorlar, ama özellikle Heidi rolünde Shélan O'Keefe çok iyi. Filmin sonunda ağlamak mümkün, ama “bana ne Irak’ta ölen bir askerden ona üzülecek değilim ya” diyenler oldu, olacaktır da. Tabi yönetmen Amerikalı ve vatan tehlikede masalına inanıp orda boşu boşuna ölen askerlerine de üzülüyor olabilir. Ancak filmi düşüncesini net bir şekilde ortaya koymuyor.

3 yorum

Die Welle

Dennis Gansel’in yönettiği gerçek bir olaydan esinlenen aynı adlı romandan uyarlama 2008 yapımı Alman filmi.

Rainer Wenger (Jürgen Vogel) adlı bir öğretmen okulda anarşizm dersi vermek ister, ancak bu "tehlikeli" konuyu çok fazla istediği için okul yönetimi dersi ona vermeyip totalitarizmi uygun görürler. Derslerin başında çocuklar ortak bir düşüncenin etrafında toplanamayacak kadar inançsız görünmektedirler, yeni bir nazi hareketinin Almanya’dan doğmayacağına da kesinlikle inanırlar. Ancak Wenger bunun nasıl mümkün olabileceğini onlara ispatlar, kısa sürede bu inançsız gruptan “dalga” adlı faşist bir hareket oluşur ve işler kontrolden çıkar.

Gerçek bir olaya dayandığını bilmek filmi izlerken tüylerimizin ürpermesine neden oluyor. Bir şeylere inanma ihtiyacının ve ait olma hissinin nerelere varabileceğini açıkça görüyoruz film boyunca. Yeni bir faşist örgütlenmenin çıkmayacağına kesinlikle inandıkları bir ülkeden ortak bir selamlaşma, üniforma, logo altında birleşilince farkında bile olmadan faşizm doğuyor ve hemen kendinden olmayanı dışarıda bırakma, yargılama, şiddet başlıyor. Adım adım sürüklendikleri şeyi açıkça biri göstermediğinde tehlikesini bile göremiyor, içinde oldukları şeyin farkına bile varmıyorlar. Muhalif davrananları korkutma yoluna gidiyor, hiçbir farklılığa tahammül edemiyorlar. Başlangıçta totaliter bir yönetimin ne olduğunu bile pek bilmiyorlar, aslında içinde oldukları süre boyunca da hala biliyor sayılmazlar. Çünkü bir şeyin altında birleşmek her şeyden önemli hale geliyor, hiçbir şeyi sorgulamak gerekmiyor, üstelerindeki beyaz gömlek kendilerinden olduğunu gösterdiği sürece birbirlerinin yanlarında oluyorlar ne yaparlarsa yapsınlar. Sadece çocuklar değil Wenger de kısa zamanda faşist bir lider olmanın tuzaklarına düşüyor, bu deneyi gidebileceği yere kadar götürmek istiyor, ancak artık kontrolden çıktığını kabul etmek zorunda kalıyor. Durdurmak için çok geç kalsa da..

Filmin temposu çok hızlı. Kamera çoğu zaman hızıyla baş döndürüyor. Olay örgüsü de çok hızlı gelişiyor, her şey hemen olup bitiyor sanki. Bu hız konu için uygun olsa da karakterlerle ilgili bilgi verirken klişelere başvurmasına neden oluyor sanki yönetmenin. Çünkü bunun için ayrıca zamanı kalmıyor hiç. Bu nedenle bazen kişilerin ağzından açıklamalar duymak zorunda kalıyoruz. Finali de biraz olmamış hissi bırakıyor. Film sadece sonda yavaşlıyor, her şeyi idrak etme anı olduğu için anlaşılabilir böyle olması, ama sanki biraz etkileyici olsun diye çekilmiş gibi duruyor.

İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma’da Jüri Özel Ödülü alan film yanılmıyorsam kısa bir süre sonra gösterime girecek. Mutlaka izlenmeli.

1 yorum

The Bank Job


2008 yapımı Roger Donaldson filmi..

Ön tanımlı olarak başrolünde Jason Statham'ın yer aldığı her türlü aksiyon filmine sempati duyar ve severim.. Filmi izledikten sonra da pek objektif olamam ve güzel olarak kabul ederim..

Oceans serisinden bildiğimiz "hırsızlık aksiyonu" olayının biraz daha gelişmişi var bu filmde.. Martine Love (Saffron Burrows) yeni bağlantısı sayesinde bir iş alır.. Ulusal Güvenlik bir bankanın soyulmasını ve özel kasalardan birisinde bulunan kraliyet ailesine ait fotoğrafların alınmasını ister.. Martine eskiden tanıdığı ve sevdiği Terry ile bu işe girer, kısa zamanda takım kurulur ve soygun planlanır.. Soygun arada yaşanana aksaklıklara rağmen planlandığı gibi yapılsa da elde ettikleri belgelerin ucu çok fazla kötü adama dokunduğundan işler karışır..

Beklediğimden daha iyi bulduğum bir film oldu The Bank Job.. Olayları birbirine bağlayışı ve konuyu işleme şekli açısından gayet başarılı, aynı zamanda bir aksiyon filminin tüm heyecanını yaşatıyor, kısa zamanda başlayıp bitiyor..

Terry rolüyle aksanına hasta olduğum Jason Statham yine muhteşem iş çıkartmış, mümkünse kendisi hep böyle rollerde oynasın, fantastik sinemadan uzak dursun.. Biz onu bu İngiliz filmlerinde bir şeyler planlayan adam haliyle seviyoruz.. The History Boys'dan sonra çok farklı gelse de Stephen Campbell Moore adamı da iyi bir oyunculuk sergilemiş.. Filmin senaryosu da etkileyici olmuş, gerçek hayat hikayesinden senaryo uyarlamak zor iştir, nereye nasıl dokunmanız gerektiğini -hele böyle bir olayda- bilemezsiniz, ama iyi kotarmışlar..

Kısaca hızlı geçmesi gereken zamanlarınız için, üzerine düşünülmeyecek, keyifle izlenip tüketilecek güzel bir aksiyon filmi yaratılmış.. Bu tarz filmler için bir haftasonu bile yapabilirim..

0 yorum

Smiley Face


2007 yapımı bir Gregg Araki filmi..

Ev arkadaşının "özel" keklerini yiyen ve zaten güzel olan kafasını iyice uçuran karakterimizin maceralarını izlediğimiz ilginç bir yapım.. Pek bir şey anlatma derdi olmayan ancak konusunu işlerken epey güldüren basit filmlere temiz bir örnek gibi.. Başroldeki Anna Faris, oynadığı Jane F. karakterinin gerektirdiklerini çok iyi aktarmış, yüzündeki ifadeden her şeyin kontrolden çıktığını kolayca anlayabiliyoruz.. Aslında bu oyunculuk filmi tahammül sınırları içerisine çekiyor, yoksa günlük maceralar ve araya iliştirilmiş gibi duran komünist manifesto sosu filmin referanslarını arttırmaktan başka bir şey yapmıyor.. Zaten film yarattığı atmosfer içerisinde hiçbir şeyi eleştirecek ciddiyete ulaşamıyor..

Boş zamanda izlenebilecek ve eğlence için tüketilebilecek filmden birisi olmuş Smiley Face, sanki kafası iyi olan Pee Wee maceraları gibi bir şey.. Sonunda kamu hizmeti ve yoldan çıkmanın bedelinin gösterilmesini pek gerekli bulmadım, bir çeşit zorlama mesaj gibi duruyor kafası güzel/ yolu topluma göre ters insanlara..

Pek fazla bir şey yazamıyorum filmle ilgili, yazma denemlerimin birçoğu da başarısız oldu.(düşünün en başarılı hali bu) Pek anlatılabilecek ve düşündürdükleri aktarılabilecek bir film değil, zaten ne karakteri ne izleyicisi bir şey düşünüyor, sürüklenip gidiyoruz sadece zaman geçiyor..

1 yorum

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali #2


İstanbul Film Festivali sona erdi, ödüller sahiplerini buldu. Bakalım Yumurta'nın Altın Lalesi de tartışılacak mı? Tatil Kitabı'nı izleyemedim, ancak merakım iyice arttı. Ödüller;

“Sinema Onur Ödülü”; Alexander Sokurov

Uluslararası Yarışma:

Altın Lale Ödülü; “Yumurta” (Semih Kaplanoğlu)

Jüri Özel Ödülü; “Tehlikeli Oyun / Die Welle” (Dennis Gansel, Almanya)

Ulusal Yarışma:

En İyi Türk Filmi; “Tatil Kitabı” (Seyfi Teoman).

En İyi Yönetmen; “Nokta” ile Derviş Zaim.

En İyi Kadın Oyuncu; “Gitmek” filmindeki rolü ile Ayça Damgacı.

En İyi Erkek Oyuncu; “Ara” filmindeki rolü ile Serhat Tutumluer.

Jüri Özel Ödülü; “Ara”.

Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği FIPRESCI Ödülleri:

Uluslararası Yarışma; "Ben X" (Nic Balthazar, Belçika).

Ulusal Yarışma; “Tatil Kitabı” (Seyfi Teoman).

Sinemada İnsan Hakları yarışmasındaki Avrupa Konseyi Sinema Ödülü (FACE):

Kör Dağ / Mang Shan” (Li Yang, Çin)

Radikal Gazetesi Halk Ödülü:

Uluslararası Yarışma; “Yumurta” (Semih Kaplanoğlu)

Ulusal Yarışma; "Ulak" (Çağan Irmak).


kaynak; iksv.org

6 yorum

Mýrin

27. Uluslararası İstanbul Film Festivali “Uluslararası Yarışma” bölümünde yer alan İzlanda tarihinin en yüksek hasılatlı filmi. Festivalde Börn (Çocuklar), Foreldrar (Ebeveynler) ikilemesiyle birlikte üç İzlanda filmi var ve hepsi de burda ayrıca incelenmeyi hak ediyor.

Film, İzlanda’da oldukça ünlü olan bir kitap serisinden uyarlanmış. Bir cinayet hikayesi bu, ancak bildiğimiz tüm suç filmlerinden ayrılan bir tarafı var filmin. Bu fark da dedektif karakterini canlandıran Ingvar Eggert Sigurðsson’ın belirttiği gibi “İzlanda yapımı bir suç filmi” olması. Çünkü bildiğimiz neredeyse hiçbir klişe yok filmde. Bütün deliller incelenip adım adım sona yaklaşılmıyor. Hatta deliller göz önünde durduğu halde kimse görmüyor, katil gelip dedektifleri buluyor..

Konuyu tam olarak nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum. Bir yanda genetik bir hastalık sonucu kızını kaybetmiş ve bu hastalığı takıntı haline getirip araştırma yapan bir adam. Öte yanda bir cinayetle uğraşan ve kızıyla sorunları olan bir dedektif . İki olayı birbirine bağlayan bir tecavüzün yarattığı soru işaretleri.. Dedektif olayı çözmeye, adam kızının ölümü ve kendisi hakkındaki gerçeklere ulaşmaya çalışırken de İzlanda ile ilgili bir sürü şey öğreniyoruz. Ülkede herkesin genetik bilgilerinin saklandığı bir merkez olduğunu, polisin silah kullanmak yerine olaya müdahale etmek için cama vurduğunu, morgdan ceset çalınabildiğini…

Bildiğimiz dedektif filmlerine kesinlikle hiç benzemiyor bu film, ama yine Sigurðsson’ın söylediği “İzlanda’da suç oranı çok düşük” bilgisi aklımızda oluyor film boyunca. Suça hazırlıksız bir toplumun filmini izlediğimizi biliyoruz. Bu nedenle her şey gerçekçi görünüyor, morgdan ceset çalınmasını da, genetik merkezinin sistemlerine girilmesini de, cinayetin olduğu evin kapısındaki kanın araştırılmamasını da anlayabiliyoruz böyle olunca. Her şeyin saat gibi işlediği ve adım adım sonuca giden filmlerden bıktıysanız bu film tam size göre. Gerçekçi, kusurlu, soğuk ve tuhaf bir suç filmi.

0 yorum

The Saint Of Fort Washington

Bazı filmler, sanki insanı zorla ağlamaya itmek için yer yer ajitatif öğelerle bezenmiş izlenimi uyandırır ya, bu film onlardan değil. Henüz sağ yanağımdaki gözyaşı kurumadan, tam bir "sinemadan çıkmış insan" gibi yazmam gerekirse şunu diyeyim: "Gerçek" bir film.

İnsanı ister istemez empati'ye iten, yaşadığı her ânın kıymetini bilmesi için kafasında onlarca ünlem yaratan, homeless kavramını saçındaki kepekten ayakparmağındaki şeytantırnağına dek içinize işleyen; yarım bırakılan hayatlara tepeden bir tanrı gibi bakan insanlarla, o yarım yamalak hayatlarını bir düzene oturtmak uğruna hep çalışan, hep hayâl kuranların dünyasına davet edildiğiniz filmin başrollerinde Danny Glover ve vazgeçemeyeceğim oyunculardan Matt Dillon var. Danny Glover; sağ bacağında şarapnel patlamış Vietnam gazisi Jerry'i oynamamış adeta yaşamış. Annesi tarafından terk edilmiş, tanıdıklarının alay edip kafa bulduğu, gençliğinin başlangıcında duyduğu sesler yüzünden şizofreni tanısı koyulmuş, fotoğrafçı Matthew olarak karşımızdaki Matt Dillon ile tanışmaları yine sokağın, o dışarlıklı hayatın keskin bir banliyösünde.. Factotum, Drugstore Cowboy, Rumble Fish ya da diğer filmleri ve onlardaki performansı elbette gözardı edilemez ancak, burada, "Bu sizin dünyanız, biz sadece yaşıyoruz" diyebilen bir Matthew'a, bir barınak meleğine dönüşmüş Dillon. Tapılası.

Yıl 1993. Yönetmen Tim Hunter bizi, sokak insanlarının arasına, onlardan biri olmamız için salıveriyor.

Fort Washington, erkek evsizlerin barınağıdır.. Yasalarla korunuluyormuş etiketi olan her yer gibi başıboş bırakılmış ve ister istemez kendi kanunlarını yaratmıştır. Geceleri ayakkabılarınız çalınmasın diye yatağınızın ayaklarının altına sığıştırırsınız onları; paranızı (tabii varsa) bir kuşak içinde belinize bağlar ve gecenin türlü pisliklerinin sizi bulmaması için dua edersiniz. Matthew'un pisliklerden korunabilmesi için, bir meleğe, yani Jerry'e ihtiyacı vardır ama her şey tersine dönecektir: Jerry, karısı ve iki çocuğu onu terk etmeden önce yaşadığı hayatı zaman zaman hüzünle anan ama yaşama hevesini, o karşılıksız sevgisini de asla yitirmemeye çalışan, bir yerinden hayata yapışma uğraşında bir evsizdir. Yatacak bir yerinizin olmaması ne demektir, öğretir: Trenlerin o hep huzursuz kompartımanlarında, bekçi coplarının tedirginliğiyle uyuklamak ya da tek bir bardak kahve ile 'dikkat çekmeden' bir kafede 3 saat ısınabilmek. Jerry, içimizdeki babacan yanımızdır. Umutlu ama fakir, asla gerçekten sevinememiş memur yanımız.
Matthew ise, parmaklarının dokunduğu her noktaya hayattan bir parça enjekte eden gerçek bir 'şey'. Evet bir 'şey' olacak kadar kendi seslerine, düşüncelerine, akışına kapılmış nehir gibidir. Göğüskafesimizdeki muhabbet etmeyi unutmuş kuş.

Fort Washington'un haraç kesicisi Little Leroy (Ving Rhames)'a karşı Matthew'u oğlu gibi sahiplenmiş Jerry, ona istek, heyecan aşılamak için "Belki de sesler şizofren olduğunu göstermez, belki de bir azizsindir" der her seferinde. Bulmuştur tutunabileceği dalı. Bulmuştur gelecek endişesini gelecek umuduna dönüştürecek olan "meleği". Her şey, Matthew'un Fort Washington'da yalnız geçireceği bir geceye kadardır sanki.. Her şey, oraya kadardır.. Öyle midir?

Demek isterim ki, bu vakte değin izlemediğime pişman olduğum filmler olmuştur.. ve olacağım filmler de hemen başucumdadır. Bu film size, "Hayatı bir günmüş gibi yaşayın" derken öyle gerçek ki, insan kendi yalanlarından tiksinir hâle geliyor. Ve öylesine yaşamdan ki, sonunda bir sonu var.

15 yıl önce olanlar, bugün de olmuyor mu sanki, diye sorarken bulduğunuzda kendinizi, sokakların o kadar da tekin olmadığı fikrinde kalı-kalıyorsunuz. "Neden Türkiye'de de sokak insanlarına, evsizlere sunulan barınak imkanları.." diye bir cümleye başlıyorsunuz ancak gerisi gelmiyor.

Sokaklar, melek olsun.

1 yorum

Beyoğlu Sineması


"Beyoğlu Sineması Kapanmasın!" demek için bile sanırım geç kaldık. Yaklaşık 20 yıldır farklı filmlere gösterim şansı veren, kaçırdığımız filmleri yakalamamızı sağlayan Beyoğlu Sineması, temmuz ayı itibariyle daha fazla dayanamayıp kapanıyor. Benim için çok önemli bir yeri var bu salonun, çok üzgünüm. Umarım hala birşeyler değişebilir.

Sinemanın ortaklarından Temel Kerimoğlu ve Baha Serter'in konuyla ilgili yayınladıkları metin;*

"Birkaç yıldır kendi kendini idare eden Beyoğlu Sineması'nı, artık sabit giderlerini ödeyemez hale geldiği için, -eğer bir çıkış yolu bulamazsak- bu yazı çıkaramayacağından, 2008 Temmuz'unda kapatma kararı aldık. 10 Aralık 1989 tarihinde Halep pasajındaki dükkânları kiralayıp, yıkıp, sinema yapmamız, gazetelerde, "Yıllardır sinemalar kapatılıp pasajlar yapıldı. Şimdi pasajı sinema yapıyorlar!" şeklinde haber oldu. Gerçekten Beyoğlu Sineması'nı yoktan yapmıştık, yaratmıştık. Çok gururlanmıştık.

Beyoğlu Sineması'nda 19 yıl boyunca, Güney Amerika'dan Avustralya'ya, İran'dan Kanada'ya kadar çeşitli ülkelerin sinemalarından örneklerle program yapmaya gayret ettik. Bu yüzden, sinemayı yaptığımız yıldan beri İstanbul Film Festivali'nin aralıksız gösteri yaptığı salonlardan, Eurimages'ın Türkiye'de desteklediği ilk sinemalardan biri olduk.

Küreselleşen dünyanın ekonomik yapısından, serbest ekonominin kurallarından haberdarız. Dolayısıyla, sinemanın Türkiye'nin sosyal dünyasındaki yerinden, İstanbul'daki sinema seyircisinin yaşam tarzından, hayat ritmindeki değişimden, bakkalların-kasapların akibetinden, korsan CD satışlarından, sinema kelimesi yerine "hom teatır" demenin sosyal bir farklılık yarattığını düşünenlerden, uzun uzun sözetmek mümkün. Örneğin "Sürgün" filmini TV'den seyretmekle sinema salonu perdesinde seyretmek arasındaki farkın estetik dünyamız üzerindeki etkileri üzerine de yazabiliriz. Ama bunları tekrar dile getirmek, ne üzüntümüzü azaltır, ne de bildiğiniz şeyleri tekrarlamak, Beyoğlu Sineması'nın bugünkü durumunu değiştirir.

Üzüntümüz kadar güçlü olan korkumuzdan sözetmek isteriz.
Beyoğlu Sineması ilk olacak. Sırada Emek var Alkazar var, Yeşilçam Sineması var. Anadolu sinemalarının hali, başka bir konu. Görünen o ki, Hollywood filmlerini eksiksiz izleyebileceğiz. Kimilerini de ABD'lilerle aynı anda. Ama sadece onları izleyebileceğiz. Mihalkov'un 12'si sadece festivalde gösterilebilecek. Gus Van Sant'ın "Paranoid Park"ın seansları iptal olacak. "Sürgün"ü, koskoca İstanbul'da iki haftada 600 kişi izlemeyecek. En sonunda, bu filmler ithal edilmeyecek. Yapılan Türk filmleri de, gösterime girebilmek için, "iş yapan" örnekler gibi olacak. Bu tek renklilik, kabul edilebilir değil. Ama direnme gücümüz kalmadı."

* akbanksanat.com

0 yorum

The King

Pastör David Sandow (William Hurt), papazlığa başlamadan, kendi tabiriyle "tanrı ile tanışmadan" önce bir hata yapmıştır.. Bir süre para yedirerek beraber olduğu Yolanda ismindeki bir kadından bir çocuğu olmuş ve o çocuk yıllar sonra babasını, onu kabul etmesi için ziyarete gelmiştir.. Bu, Elvis'tir. 3 yıl boyunca bağlı olduğu deniz kuvvetlerinden terhis olan Elvis (Gael García Bernal), oturmuş bir aile düzeni olan babasının hayatını yerle bir edecektir ama henüz o bile bunun farkında değildir. Üvey kardeşi olduğunu bildiği Malerie (Pell James) ile aşk yaşamaya başlayan, bir pizzacıda kendisine iş bulan, kısacası iyiden iyiye, ait olmadığı bir ailenin ve yerleşim yerinin düzenine ayak uydurmaya ve onlara alışmaya başlayan Elvis için işler, ilahiyat fakültesini kazanan, üvey kardeşi Paul (Paul Dano)'u bir sinir anında bıçaklaması ve onun hayatına son vermesi ile birlikte karışmaya başlayacaktır. David'in eşi Twyla (Laura Harring), eşinin gayrımeşru bir çocuğu olduğundan haberdardır ve bir gün bu gerçekle yüzleşeceklerinin de farkındadır ancak elinden de bir şey gelmemektedir.. Elvis, pişmanlığının verdiği acıyla Malerie'ye, abisini öldürdüğünü itiraf eder. Hâlâ tam olarak sona gelinmiş sayılmaz.. taa ki, babası onun öz oğlu olduğunu herkese itiraf edene kadar..

Her şeyin tasarlanmış olması ihtimalini izleyiciye sunmayan, açık kapı bırakan bir yapım.

Yakın dönem dünya sinemasının nezdimde en harika isimlerinden ve kazanımlarından biri olan Gael Garcia Bernal'in izlediğim en ekstrem performanslarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Soğukkanlı bir katil, sevgiye muhtaç bir oğul, yalnızlığını aşkıyla denkleştirme çabasındaki bir delikanlı.. Zodiac'tan anımsayacağımız ve yakında iki yeni sinema filminde izleyeceğimiz Pell James'in naif, kabullenmiş hâlleri içinizin acımasına sebep oluyor. Ek not; James filmde 16 yaşındaki Malery'e hayat verirken 28 yaşında, ve bu ister istemez Big Fish'teki Helena Bonham Carter'ı anımsatıyor.. Sinema kariyerinde hızla yükseldiğine kanaat getirdiğim Paul Dano'yu, dindar bir babanın aynı dini görüye sahip korumacı oğlu olarak görmek; Taking Lives, The Girl Next Door ve benim için en önemlisi Little Miss Sunshine'dan sonra biraz ters gelse de, sorun yok.. Kronolojik olarak ters ancak Dano'yu analiz etmem için güzel bir fırsat oldu diyebilirim.

Oscarlık bir performans sergilediğini düşündüğüm Oscarlı usta isim William Hurt burada, reddettiği, yoksaydığı bir oğlunu kazanan ancak bir oğlunu da kaybeden güçlü baba imajında o kadar iyi ki, filmi film gibi değil de sanki gerçek yaşamdan bir kesitmiş gibi algılamamı sağladı.

İzleyiciyi yer yer huzursuz hatta şoke eden 2005 yapımı bu filmde yönetmen James Marsh bizlere abartıdan uzak bir yaşam sunmayı başarıyor.. Kendisinin ilk uzun metrajlı denemesinin belirsizliklerle dolu sarsıcı bir yanı olduğunu ve her insanın hayatına yakınsadığını ise, Malery ile Elvis arasında geçen,

- Beni seviyor musun?
- Sevdiğim için yaptım!
diyaloguyla kanıtladığını düşünüyorum. Buradaki "Amaca giden her yol mübahtır" ya da "Amaç, aracı meşrulaştırır" makyevelizmini algılamayı ve özümlemeyi ise henüz izlememiş olanlara bırakmak istiyorum.

Evet şu sıralar Gael Garcia'yı takibe almış durumdayım ve Y Tu Mamá También'in ardından bu filme de bir el atmak istedim. Sıktıysam özür dilerim.

4 yorum

Y Tu Mamá También

Öncelikle belirtmeliyim ki filmi Gael Garcia Bernal için seyrettim. Her filmde apayrı bir kişiliğe bürünen, bende ayrı bir yeri olan bu enfes adam için geçtim filmin karşısına. Yönetmen Alfonso Cuarón, 2001 yılında izleyiciyle buluşturduğu bu tam olarak "yol hikayesi" denilemeyecek filmi için bir İspanyol küfrünü isim olarak seçmiş. Filmdeki çeşitli diyaloglarda da duyabiliyoruz bunu.

Zengin bir babanın ortanca oğlu olan Tenoch (Diego Luna), gayet başıboş, gayet bohem bir hayatın içindedir.. Yakın dostu Julio (Gael García Bernal) ile gününü gün etmektedir. Her ikisinin de sevgilileri vardır ama onlar "sevgi"den öte "seks"e odaklı bir yaşam sürmektedirler.. Sevgililerini İtalya yolcu eden ikili, Tenoch'un kuzeninin karısı olan Luisa (Maribel Verdú) ile tanışırlar.

Henüz cinsel yönelimlerinin, isteklerinin en güçlü olduğu gençlik çağını yaşamaktadırlar ve içten içe arzuladıkları bu ortayaşlı çekici kadını bir şekilde ikna ederek, bir yolculuk planı hazırlarlar.. Luisa'nın, onlara hayatlarının en büyük darbesini vuracağından habersizdirler şu esnada. Kocası tarafından aldatılan, mutsuz bir kadındır Luisa ve bu ikilinin de onu ne denli arzuladıklarını bilmektedir. Birbirlerine charrolastra diye hitap eden, dostluklarını bu kavrama ve bütünüyle charrolastra manifestosunun açılımlarına eklemlemiş olan Tenoch ve Julio, Luisa'nın anti-manifestosuna ayak uydurmak zorunda kalacakları itiraflarıyla aslında birbirleri için ne ifade ettiklerini, birbirlerine ve dahası kendilerine ne kadar saygı duyduklarını açık etmek durumunda kalacakları bir olay yaşarlar: Luisa ve Tenoch'u yatakta yakalayan Julio'nun "kız arkadaşınla yattım" itirafı, yerini Tenoch'un, "ben de seninkiyle"sine ve en sonunda da -filme de adını veren- "annenle de!"sine dek uzar.

Basit yol hikayelerinin kişi üzerinde bıraktığı etki genelde naif duygulardan ibaretmiş gibi gelse de ilk etapta, biseksüellik, uyuşturucu, savruk hayatlar şeklinde işleyen bir toplum düzeninin Meksika'da olduğunu ve Meksika'lı gençlerin bu filmi seyrettiklerinde kendi yaşamlarıyla bağdaştırdıklarını söyleyen yönetmene birçok eleştiri yönlendirilebilir: Gülümseten ve zaman zaman kahkaha attıran diyaloglarıyla, gereğinden fazla abartılmış izlenimi uyandıran zorlama bir film gibi geldi bana Y Tu Mamá También.

Hiçbir sırrın sonsuza dek saklanamayacağı alt-mesajını vermesinden öte, birbirine olan ilgilerini ve isteklerini gizlemeye çalışan iki delikanlının, bastıramadıklarıyla boğuldukları sentetik dünyalarından bir kesitmiş gibi geldi.

0 yorum