Slumdog Millionaire


Danny Boyle’un son filmi, hemen imdb top 250’ye üst sıralardan girdi, birçok ödül aldı, adından 2008’in en iyilerinden diye söz edilir oldu. Imdb listesine artık pek güvenemesem de merak etmeden duramıyorum buradaki filmleri. Ülkemizde şimdilik gösterime girmeyeceğini de duyunca izledim hemen.

Dışardan bir bakışla çekilen filmlerden, yönetmenin turistik merakları baskın çıkacak diye korkarım hep. Ama bu film için böyle endişelere kapılmak gereksizmiş. Trainspotting’den hatırladığımız (sanki arada başka bir şey yapmamış gibi geliyor bana, oysa “28 Days Later” ve yine milyonlarla uğraştığı “Millions” vardı) yer yer çok hızlı kamerasıyla dalıyor Hindistan sokaklarına yönetmen ve çocuk oyuncuların da marifetiyle gerçekçi bir Hindistan portresi çıkarıyor ortaya.

Jamal adlı genç bir çaycı hepimizin çok iyi bildiği “Kim milyoner olmak ister?” adlı yarışma programında büyük ödülü kazanarak herkesi şoka uğratıyor. Bir çaycının nasıl olup da büyük ödülü kazandığını anlamak, aslında yaptığı hileyi öğrenmek için Jamal polis tarafından sorgulanıyor. Jamal’in ifadesi sırasında geri dönüşlerle onu yarışmaya hazırlayan yoksullukla geçen hayatını ve kaybettiği çocukluk aşkını izliyoruz. Aslında cevaplar Jamal’in hayatının bir yerlerinde gizlenmiş, tek yaptığı yarışma sırasında çocukluğunu hatırlamak oluyor. Jamal “dahi olmaya gerek yok” dedikçe dövülüyor, sonuçta hayatını ortaya seriyor ve hile yapmadığı anlaşılıyor. Son soru için tekrar yarışmaya çıkıyor. Soruyu da aslında bilmiyor, yarışmanın -baştan beri aralarında bir gerilimin hissedildiği- sunucusu tuvalette kopya verince Jamal ona inanmıyor. Böylece bilmediği soruyu, çok iyi bildiği, hayatının öğrettiği bir gerçek sayesinde cevaplıyor; “kimseye güvenme”. Telefon hakkını kullandığında yıllardır durmadan kaybettiği aşkına da kavuştuğunu anlıyor.

Çocuk oyuncuları çok başarılı filmin. Sokaklarda ne olursa yaparak, çöplüklerde yaşayarak, trenlerde yatıp kalkarak hayatta kalan iki çocuk gerçekten çok başarılı. Jamal ve abisinin çocukluğunu anlatırken film de gerçekten önemli bir şeyi başarıp çok samimi bir anlatım yakalıyor. Çocuklar büyüdüklerinde sanki film bunu yitiriyor. Belki biraz da çocuk oyuncuların yeteneği yüzünden böyle algılanıyor bu. Aşk hikayesini de keşke bu kadar zorlamasaydı yönetmen diye düşündüm bazen. O zaman kötü adamlar ve kardeşinin aşkına kavuşmasını sağlamak için ölüme giden abi klişesine de başvurmak zorunda kalmazdı.

Bir tür başarı öyküsü bu da, ama sonu mutlu görünse de bence çok hüzünlü. Abisinin hayatının bittiği yerde Jamal’inki başlıyor, abi bir sürü parayla ölüme giderken, kardeşinin çok parası oluyor. Sanki başarı da biraz yanılsama diyen bir sözü var filmin. Ya da sadece karamsarların öyle yorumlayabileceği bir son bu bilemiyorum.

1 yorum

The Nines

The Nines, hem iyi hem de kötü filmlerin senaristliğini yapmış bir isim olan John August‘un hem yazıp hem yönettiği, 2007 yapımı sarsıcı, kafa karıştırıcı ama bütün olarak enfese yakın seyreden bir film. Ost’sinde barındırdıklarıyla da sarsıcılığını katlıyor, daha da güzelleşiyor. Tatmin ediciliği, izleme süresinde yaşayacağınız sıkıntıya değdiğine inandırıyor sizi. Bende olan bu.

Film, içinde 3 ayrı kısa filmi barındırıyor. Oyuncular 3 filmde de farklı karakterlere bürünüyorlar ve bütünü tamamlamak da izleyiciye bırakılıyor.

İlk film, The Prisoner (Mahkûm).
Adamımız Gary (Ryan Reynolds), bir televizyon yıldızıdır. Eski kız arkadaşının kıyafetlerini yakma girişimi, evini komple yakmasıyla sonuçlanmıştır.. Menajeri Margaret (Melissa McCarthy)’nin ayarladığı bir evde yaşamaya başlar. Ev hapsindedir ve dışarısı ile tek bağlantısı menajeridir. Evde çeşitli sesler duymaya, hayâller görmeye başlamıştır. “Look for The Nines (Dokuzları ara)” diye bir not bulana değin onun için her şey sıkıcı bir zaman geçirmeden ibarettir. Tabii bir de zengin Kanada’lı komşusu Sarah (Hope Davis) vardır onun için: Yakınlaşmaları, Gary’nin menajeri Margaret’ın Gary’nin yanına taşınmasıyla sonlanır.. ve bizler, -arada birkaç şey daha var ama onları da siz görmelisiniz- buradan sonra birden ikinci film olan Reality Television (Gerçeklik Televizyonu)’a yollanırız.

Burada Gary, artık başarılı bir senarist olan Gavin’dir. Margaret, onun bir post prodüksiyon şirketine beğendirmeye çalıştığı “Knowing” isimli programın başkarakteri olarak belirlenmiştir ve o da Melissa’dır. Yakın arkadaştırlar. Sarah ise bu şirketin çekici ve dominant çalışanı Susan’dır. İkinci film, Susan’ın Gavin’e Melissa’nın yerine bir başkasının başrolde olması gerektiğini söylemesi ile hareketlenir. Gavin, yakın arkadaşı ile hayâllerindeki program arasında kalmıştır. Üzerinde büyük bir baskı vardır; programdan vazgeçemez ve Melissa’nın yerine şirketin özellikle istediği ünlü bir yıldız olan Dahlia’yı ikna eder. Gavin’in iç hesaplaşmalarıyla ve Melissa ile olan dargınlığına odaklanmışken bizler, Dahlia Gavin’i arar ve oynadığı diğer dizinin oldukça iyi bir grafik izlediğini söyler. Gavin artık programını da arkadaşını da kaybetmiş bir Dokuz’dur. Yavaş yavaş farkediş başlayacaktır. Hatta şöyle demeliyim: Oblivio accebit. Yani, “Nisyan yaklaşıyor.”

Üçüncü film, yani Knowing, başarılı bir bilgisayar oyunu yaratıcısı olan Gabriel’in, eşi Mary(Margaret/Melissa) ve kızları Noelle ile çıktıkları bir geziden ibaret. Aküleri biter ve Gabriel yardım aramak için yola çıkar. İşte Sierra (Sarah/Susan) ile karşılaşması da böyle olur. Önce Sierra ondan biraz çekinir ama daha sonra yardım etmek için geri gelir. Filmin esas felsefî açılımlarını anladığımız belki de bu üçüncü filmin kırılma noktasıdır: Sierra, içine GHB koyduğu bir şişe dolusu suyu Gabriel’a içirdikten sonra, hikâyenin özünü anlatmaya başlar ve siz de kendinizi “yahu dur bir toparlayayım” derken bulursunuz. İşte bu tarz bir sinema, bu tarz bir yaratan-yaratılan yanılsaması ve beyin fırtınası The Nines..

Ryan Reynolds ve Hope Davis’in mükemmele yakın oyunculukları ilk göze çarpanlar.. Hurufîlik, tanrı kavramı, paralel evrenler, sanal gerçeklik ve daha birsürü şey arasında çaresiz kalacağınız bir film değil The Nines. Öyle çok büyük iddiaları olan fos yapımlardan ayrılan bir özgünlüğü barındırıyor içeriğinde, sizi üzmüyor.

Delusions of Grandeur, yani büyüklük kuruntusu ile açılan film, bunun tam tersi bir akış izlediği için sevdim sanırım filmi. Yani göndermeleri, bir Fight Club kapalılığında ya da V For Vendetta netliğinde değil; tam arada. Sembolizm gözümüze kadar sokulmuyor pek öyle -siz o eleştirenlerin büyüklük kuruntularına verin bunu. Size değişik bir 1,5 saat sunuyor, miss..

0 yorum