2007'nin En'leri


Yıl biterken her zaman geride bıraktığımız senenin en iyi yapımları aklımıza gelir, listeler için kalem kağıdı alır arkadaş ortamında epey hararetli tartışmalar yaşarız.. Bu sene kalem kağıt yerine Plansekans kullanabiliriz sanırım, herkes bu başlığa yorum ekleyerek kendi listesini açıklar ve büyük kavgalar çıkar! Ben şimdilik genel bir Ntv tadı yakalayayım, yorumlara göre listemi şekillendirip teslim edeceğim;

Geçtiğimiz sene her zamanki gibi gişeye oynayan abuk sabuk filmlerin yanında, beklediğimizden çok daha iyi çıkan Hollywood filmleri ile yüzümüzü güldüren bağımsız yapımların yılıydı..
Filmlere genel geçer dokunuş yaparsam;

Aynı kulvarda sayılabilecek The Golden Compass son derece büyük bir hayal kırıklığıyken El Laberinto Del Fauno (Türkiye 2007) ise beklediğimin çok çok üzerinde harika bir yapımdı, Harry Potter^ın bir filmi daha geldi geçti, bir de Stardust reklamı oldu dünya.. Bunun dışında her zamanki gibi gişenin en önemli kısmını animasyonlar oluşturdu.. Shrek üçüncü filmi ile canavar gişeye imza atarken, Ratatouille da çok iyi eleştiriler aldı, Simpsons The Movie beklenin üzerine çıkıp önemli bir iş yaptı, Happy Feet anlık eğlenceden fazlası olamadı ancak benim gönlümdeki animasyon başka oldu: Persepolis, sadeliği ve başarılı hikayesini anlatırken kullandığı sinema dili ile benim için 2007 yılının en iyi filmi olmayı başardı, bu konuda eminim..

Tarantino uzun bir süre gündemi meşgul eden Grindhouse projesiyle sinema eleştirmenlerini birbirine soktu, 300 siyasi tartışmalar yaratırken, Karayip Korsanları, Resident Evil ve Bourne üçlemeleri (şimdilik) sonlandı, Spiderman de kendisini üçleyen filmler kervanına katıldı.. Scorsese, The Departed ile Oscar^ını alıp çocuklar gibi şen oldu, Babel artık zorlamaya yaklaşan tarzıyla Inarritu^nun yeni şeyler denemesi gerektiğini anlattı.. Blood Diamond, Zodiac, Perfume: The Story of a Murderer gibi yapımlar uzun süreleriyle izleyiciyi epey yordular, daha iyi işlenebilcek hikayeleri ağırdan aldılar..

Das Leben Der Anderen(Türkiye 2007) uzun süredir izlediğim en iyi Alman yapımlarındandı.. İzlemediğim ama merak ettiğim 4 Luni, 3 Saptamani, 2 Zile ile Control de 2007^nin önemli filmlerinden oldular.. Hairspray ve Across The Universe müzikalleri yılın farklı yapımları arasına girdiler, Across The Universe beklentilerimi tam olarak karşılayamasa da listemde yer bulacak gibi.. Ayrıca Hot Fuzz bu senenin en eğlenceli yapımıydı sanırım, çok güldüm izlerken..
Le Scaphandre et Le Papillon, Cassandra's Dream, Eastern Promises, Irina Palm henüz izleyemediğim filmlerden, ama listelerinizde yer alabilir gibi..

There Will Be Blood ve Sweeney Todd ülkemizde henüz izleme şansı bulamadığımız geçtiğimiz yıl filmlerinden, ikisini de merakla bekliyorum, 2008^de vizyonda olacaklar.. Bu filmlerden ümitliyim..

Unuttuklarım, atladıklarım olabilir, hepsini ekleyebilirsiniz, biraz da Türk sinemasına el atalım..

Geçtiğimiz sene Türk sineması için pek önemli bir yıl olmadı benim gözümde, çok başarılı denebilecek film bulmakta bile zorlandım, ayrıca gişe yapımları da istediklerini elde edemediler.. Başta ödülden ödüle koşan Takva ve Yumurta ile Yaşamın Kıyısında yılın önemli yapımlarıydılar.. Saklı Yüzler, Beynelmilel, Mutluluk ve çok ses getiren Barda gibi filmler gelip geçtiler.. Son izlediğim Kabadayı ile Son Osmanlı Yandım Ali gişeden başarıyla çıkan 2007'nin zayıf yapımları oldular.. Bir de yılın en kötü özelliği her yerden Özgü Namal çıkmasıydı sanırım, üç dört filmde başrolde gördük kendisini..

Ben listemi oluşturmaya başlayacağım, ama herkesten de yorum bekliyorum, böylece en güzellere ulaşmayı başarıp bir yılı daha kapatırız.. 2007 filmleri ile ilgili Plansekans^ta yazılan yazıları buradan okuyabilirsiniz, bu etiket artmaya devam edecektir..
Not: Bir numaram Persepolis olduğu için resim olarak onu kullandım..
Not 2: HayalMeyal ile bunu bir anket olarak yapmayı düşündük ancak yorumlar önemli olduğundan yazıya karar verdik..

5 yorum

Batman Begins


Başrollerinde Christian Bale, Michael Caine, Tom Wilkinson ve Morgan Freeman’ın yer aldığı 2005 yapımı Christopher Nolan filmi. Film Bruce Wayne’in nasıl Batman olduğunu anlatmaktadır.

Babasını ve annesini küçük yaşta bir soygun sırasında kaybeden wayne, daha sonra suçu ve insanları suça iten sebepleri anlamak için dünyanın çeşitli ülkelerinde çetelerle birlikte küçük çaplı suçlar işlemeye başlar ve hapse düşer. Tahliye gününde Ra's Al Ghul tanışan Wayne, dünyada suç oranlarının çok fazla arttığı şehirleri yok etmeye çalışan bir birliğin başına geçmek için çağrılır. Orada her türlü eğitimi alan Bruce Wayne daha sonra, yok edilmesi planlanan Gotham şehrinin hala umudu olduğunu düşündüğünden Gotham’a dönerek orada suçlara karşı bir simge olmaya karar vermiştir.

Bence bugüne kadar yapılmış en güzel Batman filmidir. Filmin en büyük başarılarından biri diğer Batman filmlerinin aksine Batman’i ve düşmanlarını insani bir şekilde anlatmasıdır. Nerdeyse fantastik öğeleri hiç kullanmadan Batman’i ve Gotham şehrini çok güzel bir şekilde anlatmayı başarmıştır. Film doğru şeyler bir araya geldiğinde (para ve cesaret) , doğru şeyler yapmaya çalışan bir adamın neleri değiştirebileceğini göstermektedir

2 yorum

Cassandra's Dream



Woody Allen’in yine kendi yazıp yönettiği filmi ahlaki bir açmazın içine giren iki kardeşin hikayesini anlatıyor.

Dizilerde, filmlerde artık gözümüz alıştı. Dakika başı bir insan ölüyor ve bu durumu yadırgamıyoruz, cesetler üzerimizden akıp gidiyor, olan fgr’lere oluyor. Söylemeye çalıştığım şey, yeter artık bu şiddet filan değil… şunu söylemeye çalışıyorum, izlemeye aşina olduğumuz bir şeyin, aslında o kadar da sıradan olmadığını, ve sıradan insanlara neler yapabileceğini anlatıyor bu film…

Oyuncularının gücü sayesinde birçok şeyin üstesinden gelmiş sanırım film. Text olarak elbette etkileyici (fakat o Woody Allen’ın aralara sıkıştırdığı gerçekten güldüren izi yok filmde… Başka bir yol izlemeyi tercih etmiş sanırım) fakat Terry ve Ian’ı oynayan, Colin Ferrell ve Ewan McGregor karakterlerin gücünü ve sıradanlığını ortaya çıkarmışlar… Gerçekten saf, heyecanlı ve sıradan görünmeyi beceren Colin Farrell (aldığı kilolar yaramış) konuşmadığı anlarda bile sadece kadrajı değil, sahneyi de doldurmayı başarmış. Yırtmaya çalışan, üçkağıtçı Ewan McGregor da enerjisiyle kendini sevdirmeyi başarıyor. Bu ikili sayesinde iş cinayet anına yaklaşıp gerilim arttıkça, bu iki biraderi sevdiğinizi anlıyorsunuz. Aslında görüyoruz ki çok da gerekli olmayan bir cinayet işlenmek üzere (cinayetler sınıflara ayrılır, gerekliler ve gereksizler)… Ian’ın sadece kendine ve kardeşine yeten aklıyla işi meşrulaştırma ve içlerini rahatlatma çabaları cinayetin gereksizliği, bir zaafa hizmet ettiği fikrini daha da güçlendiriyor. Ama o an yaklaştıkça, biraderler artık cinayetin dibine kadar geldiklerinde insan içinden “Yapmayın,” dese bile, bir yandan da “Aman pürüz çıkmasın,” diyor. Sonuçta film izleyicisi olarak o cinayetin işleneceğini adımız gibi biliyoruz ve bizi korkutan, artık sevdiğimiz karakterlerimizin başına bir şey gelmesi…

hayalmeyal “Eastern Promises” yazısında şöyle diyor, “Son yıllarda tanıdığımızı sandığımız yönetmenlere bir haller oldu, filmlerinden küçük bir parça bile görsek hemen kimin olduğunu tahmin edebileceğiniz yönetmenlerin imzaları artık değişmeye başladı. Woody Allen bunlardan biri. Match Point kesinlikle bildiğimiz Woody Allen filmlerinden değildi, ama çok iyi bir filmdi, yine de şöyle bir durum olmadı değil; onun geveze filmlerinden hoşlanmayanlar bu filmi sevdi, bu değişikliği olumlu buldu, ve artık Match Point’ten sonra yeni bir sayfa açıldı Woody Allen sinemasında. Şimdi yeni filmi Cassandra’s Dream’in afişinde Match Point’in yönetmeninden yazıyor. Üzücü bir durum bu.” Son cümle hariç ona katılıyorum… Bence o kadar da üzücü bir durum değil bu… Woody Allen aynı anda birkaç duyguyu birden çıkartmayı becerebilen bir yönetmen ve senarist… Hala bunu yapıyor, sadece daha farklı bir dille…

0 yorum

Gomeda


Ödüllü kısa filmleriyle tanınan sürrealist yönetmen Tan Tolga Demirci'nin 2007 yapımı sözde korku-gerilim denemesi absürt filmi..

Feride Çetin, Halim Ercan, Bulut Köpük, Bahar Yanılmaz, Serkan Altunorak, Merve Boluğur gibi genç isimlerin kotarmaya çalıştığı ama başaramadığı bir film Gomeda. Yönetmenin sürrealizm, dadaizm, obskürantizm etiketlerine biat ederek saçmaladığı, oradan buradan aparılmış üstgerçekçi zırvalarla izleyicinin vaktini çaldığı, filmin, 'paralel imge arayışı' denen o betimsel pembelikle yoğrulmuş bir hamurdan olduğuna kendisini de inandırdığı berbat bir deneme Gomeda.

Film için konuşmak dahi istemiyorum aslında; derdim yönetmenle.. "Bu film düşle gerçeklik, sanrıyla hakikat arasındaki çizgiyi altüst eden ilk Türk filmi olacak." gibi bir açıklama yapıyorsunuz, bu medeni cesareti buluyorsunuz kendinizde, ama ürününüz sizin tüm o pohpohlarınızın boşluğa gittiğini "dşonk!" efektiyle yüzünüze vuruyor.. Gencecik oyuncuların künyesini kirletiyor, geleceklerini mahvediyorsunuz.. Tanımsa şöyle: Alfabetik Düşler ne kadar özelse, Gomeda da karşıt anlamda o kadar özel. Özel bir anlamsızlığı var. Sanki onlarca filmden onlarca kareyi kesip tek bir filme yapıştırmışsınız; ortada böylesi huzursuz edici, sıkıcı, bunaltıcı bir kolaj var.

Kürtajı anlatayım, sistemi yereyim, sinema dünyasını sarsayım demiş ama sandalyeden düşmüş, üzücü olmuş..

Tan Tolga Demirci'nin tüm kısa filmlerini izlemiş biri olarak söylüyorum ki ondan böyle bir rezalet beklemiyordum: Erses Apt. No:8, Prag'a Ne Dersin, Hayatımın Özeti ve özellikle Klecks gibi işlerinden sonra "uzun metraj" deneyince olmamış, becerememiş. Herkes kendi kulvarına. İzlemeyin!

11 yorum

Kabadayı


Yavuz Turgul^un senaryosunda Şener Şen olunca insan ister istemez beklentilerinin çıtasını yukarıya doğru çekiyor ve yüksek atlamada yeni bir dünya rekoru hedefliyor, şimdi de vurucu bir "ancak" ile keselim, noktalı virgülleyelim;

Ali Osman (Şener Şen) bir zamanlar kestiği racon kanun olan efsane bir kabadayıdır. Yaptıklarındaki hatayı anladıktan sonra silaha tövbe etmiş ve bir halı saha işletmecisi olarak normal bir hayata geçiş yapmıştır. Fakir-fukara dostu yüce insan profiline gayet iyi uyan Ali Osman mahalle içinde yine kendi hukukunu uygular, sözünü geçirir.. Bir gün sevdiği kadının öleceği haberini alır ve ondan öğrendiğine göre bir oğlu vardır. Oğlunun annesi olan sevdiği kadın öldüğünde oğlu ile görüşür ve başı bir mafya ile dertte olan oğlu ondan yardım ister.. Konunun bundan sonrası hepinizin tahmin edebileceği yerlere varacağından yazmam pek bir anlamsız, filmin dördüncü dakikasından sonra bunları hemen çıkarabilirsiniz..

Yurdum insanının en sevdiği şeylerden birisi Mafya ile Kabadayı ayrımını uzaklara dalan gözlerle açıklamaktır. Bu film de kısaca bunu yapıyor, o büyüklerin anlattığı, "onlarca insanı öldürmesine rağmen" nasıl oluyorsa "adam gibi adam" olanların farkını anlatıyor..

Son üç ayda belki 50 kez fragmanını izlediğim bu filmi başta yazdığım sebeplerden ötürü merak etmiştim. Ancak şöyle söylemem gerekiyor ki filmde Şener Şen bile olmamış.. Çok zayıf ve klişeleri temel direk olarak gören bir senaryonun üzerine iyi oyunculuk tutmuyor artık, sırtı Şener Şen^e dayamak kurtarmıyor.. Üçüncü sınıf bir mafya filmi yapmak için gerekli olan tüm aşamaları takip etmiş bir yapım Kabadayı.. Kenan İmirzalıoğlu^nun oynadığı Devran^ın aşk uğruna dünyayı parçalayabilecek karakterinin, üzeri zorla çizilmiş gibi duran bir psikopatlıkla beslenmesi başlı başına rahatsız edici olmuş.. Şener Şen yine Ali Osman karakterini biraz kurtarsa da öylesine yüzeysel tanımlanmış ki filmin içinde, izlerken anlam vermek bile zorlayıcı oluyor.. Rasim Öztekin^in canlandırdığı Sürmeli karakteri ise tipik biçimde "gerizekalı izleyici profili" için bir yem gibi sunuluyor.. Ayrıca eşcinselliğin filmin kahkaha unsuru olarak kullanılması da senaryo sahibi Yavuz Turgul^a olan saygımı da bir kenara bırakmama neden oldu..

Ömer Vargı^nın yönetmenliğini üstlendiği bu yapım son zamanlarda izlediğim en zayıf filmlerden birisiydi kesinlikle.. Zamanın öldüğü bayram günlerinde bile 140 dakikalık süresi geçmek bilmiyor.. Hiçbir sürprizi olmayan ve en bilinen yolları takip etmekten öte bir çabası da bulunmayan filmin "oyunculuklarla kurtulma" düşüncesi de genç oyuncuları ile baltalanıyor.. Fatih Özgüven film için "Neresine kızsam bilmiyorum" demiş, çok haklı, kızmaya başlayacağınız yeri bile seçemiyorsunuz..

1 yorum

Miehen Työ


Sınırları Aşmak temalı 10. Uluslararası İstanbul Sinema-Tarih Buluşması kapsamında gösterilen 2007 yapımı Finlandiya filmi. Üç çocuk babası Juha (Tommi Korpela) işten kovulur. Bunu anti depresan kullanan karısına söylemez. Her sabah erken kalkıp işe gider gibi evden çıkar ve bir kafede oturur. Bunu iki ay boyunca sürdürür. Sonunda bir ilan hazırlayıp kafeye asar. Çocuk elinden çıkmışa benzeyen yazım yanlışlarıyla dolu bu ilanda evlerde tadilat işlerine baktığı yazılıdır. Sonunda biri arar. Ancak gittiği evdeki kadın; bir saat boyunca çıplak olarak saçlarını tararsa ona para vereceğini söyler. Juha biraz düşünür kadın parayı artırır. Bundan sonra hızla sürüklenir Juha, kazanacağı parayı hesaplar, ayrı bir hat alıp randevuları ayarlaması için arkadaşı Olli’ye verir, internete ilan koyar, bir seks çantası edinir, üstüne takım elbise geçirir. Artık o “olgun kadınlarla ilgilenen” bir fahişedir. Akşamları eve dönüp garajda üstünü değiştirir, iş elbiselerini giyip elini yüzünü kirletir, çocuklarına masal okuyup uyur. Tabi karısı her şeyi öğrenip evi terk edene, kendisi de intihara sürüklenene kadar. Arada tabi ki yalanlar, beklenmedik biçimde de akan kanlar, kırılan kemikler var..

Festivallerin en güzel özelliği yönetmen keşfetmeye fırsat vermeleridir, ayrıca gösterimde izlemenin neredeyse imkansız olduğu ülke sinemalarını tanıtmak. Benim için iyi bir tanışıklık oldu bu. Belki biraz hızlı sürükleniyordu Juha, ilk işinden hemen sonra alacağı parayı hesaplayıp çok çabuk rol değiştirmesini anlamak kolay değildi. Ama karısına açıkladığı gibi düşünüyordu belki gerçekten bu da bir işti işte, çamaşır makinesi ve aldığı arabayla da gösteriyordu ki bir aile babasıydı o hala. Gerçekten herhangi bir işi yapar gibi hareket ediyordu, yüzünde hep hemen kurtulmak isteyen sıkıntılı bir ifadeyi taşıyarak. Belki yakın zamanda gösterilen Irina Palm’a benzetmek mümkün bu filmi.

İyi oyunculuk ve iyi bir yönetim var filmde. Ayrıca iyi keşifler için de Sinema- Tarih Buluşması 20 Aralık’a kadar Beyoğlu Sineması, Alkazar Sineması ve Fransız Kültür Merkezi’nde devam ediyor.

0 yorum

Beş Vakit


Reha Erdem^in yazıp yönettiği 2006 yapımı filmi..

İzlediklerim arasında yönetmenin işitsel ve görsel açıdan en dolu filmi diyebilirim. Ayrıca filmin belirli bir olay örgüsünün takip etmemesi ve değindiği konuların üzerinde kesin çizgiler bırakmaması tam anlamıyla muhteşem..

Özel bir yaratım çabasının ürünü olmayan karakterlerin aslında tek bir insanı oluşturduğunu düşünüyorum. Henüz filmin başlarında Nine^nin "her erkek babasına benzer sonuçta" demesiyle birlikte babalarını bir şekilde gömmeye çalışan Ömer ile Yakup^un bu benzerlikten kaçmaya çalıştıklarını anlıyoruz.


"Su insan hayatı için vazgeçilmezdir ve doğada kendi kendini var edebilen tek maddedir"

Çocukların varlığı, köyde o hayatı yaşamak için vazgeçilmez olan babalarına benzerlikte yatıyor. Kendi kendilerine var olmaları için gerekenleri hayatları boyunca alamamışlar, babaları yanlış, sevgisizliğin her çeşidini yaşıyorlar ve belki de gerçekten ne istediklerini bilmiyorlar. Farklı bir hayat isteklerinin dışarı çıkamaması zamanla zorluyor ruhlarını ve içten içe işkence çekiyorlar. Sürekli bir ölüm isteği var, köydeki herkes ölüm bekliyor ya da ölüm istiyor.. Hayatların her yerine ölüm tedirginliği sinmiş, ölüme en yakın olan nineden en uzak olan bebeğe kadar herkes her an ölümü yaşayabilir. Günün beş vaktine saklanmış çocuk, erkek, kadın, yaşlılık ve ölüm var.. Babalar ve oğullar var, anneler ve oğullar var, anneliği annesinden iyi bilen kızlar var.. Üzerine basılmamış gibi dursa da çocukların sırtında taşıyabileceklerinden çok fazla yük var, hiçbir şey olmayan ailelerden beklentiler var.. En küçüğü bile ezici, çünkü hiç bir şey istemeye hakları yok..

Reha Erdem benim gözümde Türk Sinemasının son dönemlerindeki en iyi yönetmendir. Filmlerini çekeceği yerleri çok iyi seçiyor, mekanlarını oyuncularından bile daha iyi kullanıyor. Bunun yanında seçtiği müzikler de anlatımını akıcı hale getirmeyi başarıyor. Her filminde bir insan yapıyor, yeni bir insan yaratıyor ve onun ruh halini, yaşadıklarını ve yaşayabileceklerini anlamamızı sağlıyor. Bastığı her taşın altında bir neden saklı, çizdiği her çizgi mutlaka bir şeyle birleşiyor, çektiği hiçbir sahne filmi doldurmak için değil, tamamı bir noktada yakalıyor. Reha^nın filmlerinde parçaları toplayınca bütünü çok fazla aşıyoruz, böyle olunca da parça parça onlarca film oynuyor kafamızda..

5 Vakit, çok beğendiğim bir film oldu. Üzerine farklı bir insan tamamen farklı binlerce şey düşünebilir. Bu noktayı da çok seviyorum, son olarak en insani coğrafyayla filmi kendimce özetliyorum;

"insanın gecesi ile gündüzü arasındaki sıcaklık farkı ruhunun parçalanmasına neden olabilir.."

Teşekkürler.

3 yorum

Hwal


The Bow (Yay) adıyla ingilizceye çevrilmiş 2005 yapımı Kim Ki Duk filmi.

Diyalogların yerini bakışlara, jest, mimik ve genel anlamı/adıyla vücut diline bıraktığı bir eser-i şahane. Bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom'da tepe noktasına çıkan sessizliğin sizi kesinlikle rahatsız etmediği bu yapım, literalize edilmiş kişisel ögeler içeriyor: Freudiyen açılımlara açık bir "yaşlı adam - küçük kız" aşkı, daha doğrusu yaşlı bir adamın, o küçük kıza karşı beslediği yasak duygular, bastırılmış tatmin duygusu ama özünde kesinlikle onun kötülüğünü istemediğini izleyiciye de kanıtlayan bir "güzel yan". Küçük kızın genç bir çocuğa karşı hissettikleri, yaşlı adamın kıskançlığı, genç çocuğun heyecanlanması ve bu arada suyun, havanın, durgunluğun dinlendiriciliğiyle yönetmenin sizi bir terapiye tâbi tutması.

"Aşk, beklemektir"i kazıyor hafızanıza; 17 yaşına girdiğinde küçük kız, evlenebilecekler yaşlı adamla..
"Aşk, sabırsızlıktır"ı kazıyor hafızanıza; takvim yapraklarını yırtıyor yaşlı adam, kavuşmak uğruna minik aşkına..
"Aşk, kişiseldir"i öğretiyor en sonunda.. Onu da izleyin ve görün kanımca.

0 yorum

Bom Yeoreum Gaeul Gyeoul Geurigo Bom

2003 yapımı bir Kim Ki Duk filmi, son zamanlarda seyrettiğim en sıkıcılardan..

Baştan söylemem gerek, ben bir filme "sanatsal" açıdan bakabilecek kalibrede bir insan değilim, yetersizliğim söyleyeceklerime etkiyebilir, beğenmiş olanlar bağışlasınlar.

İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar olmak üzre 5 bölüme ayrılmış filmin soundtrackindeki birkaç parça haricinde, sadece bir dostumla seyretmiş olmam anlamlı ve gülünesi kıldı filmi benim nezdimde. Tek başınıza seyrettiğinizde sözlük anlamıyla "sıkıcı" ve "uyku getirici" bir film olduğunu belirtmem gerek: seyretmeniz zaman kaybından öte, sinir harbi.

İnsan bir filmden beklenti içine girmemeli evet, yoksa hareketli, gizemli, etkileyici bir şey olmadığını görüyor ve hayalkırıklığına uğruyorsunuz. Prajnaparamita Sutra denen budist öğretisinden haberdar oldum, bir balığa, bir kurbağaya, bir yılana bağlanan taşın daha sonra sizin sırtınıza bağlanmış bir taş olarak geri döndüğünü öğrendim vs vs.. ama asıl öğrendiğim: bu film sizin zevkinize bağlanmış bir taş. Boşa geçen 1'45''dan başkası değildi benim için.

Hwal ile kıyaslamıyorum bile. Çok sinirlendim.

3 yorum

The Golden Compass


Philip Pullman kitabından uyarlama 2007 yılı yapımı bir Chris Weitz filmi.

Her şeyin yerini bulan ve doğru olanı gösteren bir altın pusula, bu pusula^yı okuyabilen bir çocuk ve paralel evrenler arasında yolculuk imkanı. Bu olasılığı araştıran takıntılı bir adam ve buna karşı gelen ve dini baskıyı simgeleyen magisterium. Özgürlük savaşına doğru giden bir yol ve türlerin birbirine destek olması..

Birbirine paralel evrenler arasında yolculuğu mümkün hale getiren Toz üzerinden ilerleyen ancak belli bir noktadan sonra klişelere teslim olan ve büyüklere yönelik fantastik bir yapımdan uzaklaşıp çocuk filmine dönen, bana göre kocaman bir fiyasko Golden Compass. Tanıtım ve reklam aşamasına verdikleri önemli bedellerin yanında filmin dijital efeklerine de epey bir para harcanmış.. Sinemada pek çok kez işlenen paralel evrenler konusu bu film için olmasa da seri için çok önemli olacak belli ki. Ancak "seçilmiş olan" kavramı ve "kehanetler" yeteri kadar yer almadı mı fantastik yapımlarda.. Kendisine evrenler yaratabilen bu zekaların konuyu hep aynı yerlere bağlaması ve "çayırda koşan çocuğun ellerine dünyanın kaderini bırakmasını" anlayamıyorum.. Başka evrenlerde başka hayatlar olabilir, bunları da sinemayı şekillendirilebilen dijitallikle günümüzde kusursuz olarak yaratabilirsiniz, ancak bu evrenlerde hep aynı şeyler oluyorsa o dünya pek ilgi çekici olmuyor artık. Klişeler arasından özellikle Lyra^nın ailesi konusu Philip Pulman^a olan inancımı da sıfıra indirdi. Bir tek Serafina Pekkala ve Iorek karakterlerini beğendim.. Film genel olarak The Chronicles of Narnia, Lord of The Rings ve Mirrormask birleşimi bir yapım gibi duruyor, görüntü hariç pek bir şey bulamadım, olmamış..

0 yorum

Eastern Promises


Son yıllarda tanıdığımızı sandığımız yönetmenlere bir haller oldu, filmlerinden küçük bir parça bile görsek hemen kimin olduğunu tahmin edebileceğiniz yönetmenlerin imzaları artık değişmeye başladı. Woody Allen bunlardan biri. Match Point kesinlikle bildiğimiz Woody Allen filmlerinden değildi, ama çok iyi bir filmdi, yine de şöyle bir durum olmadı değil; onun geveze filmlerinden hoşlanmayanlar bu filmi sevdi, bu değişikliği olumlu buldu, ve artık Match Point’ten sonra yeni bir sayfa açıldı Woody Allen sinemasında. Şimdi yeni filmi Cassandra’s Dream’in afişinde Match Point’in yönetmeninden yazıyor. Üzücü bir durum bu. Cronenberg için de benzer bir durum var. A History of Violence’tan sonra başka bir sinema yapıyor artık yönetmen. Ve Videodrome’a, Naked Lunch’a katlanamayacak kişiler tarafından sahipleniliyor bu filmler. Artık ondan böyle filmler bekleniyor. Ne yazık ki onun meraklı izleyicileri de eski izlerini arıyor yeni filmlerinde, ve buldukları bir iki şeyle seviniyorlar. Woody Allen’dan daha farklı onun durumu, Woody Allen sanki yeni bir mecra buldu. New York’tan çıktı ve başka yerlere bakmaya, başka insanların hikayelerini anlatmaya başladı. Cronenberg ise eskiden beri ilgilendiği konuları ticari sinema diliyle anlatıyor artık. Elbette ki yönetmenler yeni hikayeler anlatabilir, artık onları yeni şeyler ilgilendiriyor olabilir. Ancak Cronenberg meseleleriyle daha gerçekçi bir düzlemde ilgileniyor, iki filminden anladığımız kadarıyla artık o, anaakım sinemanın sınırları içinde derdini anlatmak istiyor, derdi de eskiden bildiğimiz şeylerin daha yüzeysel halleri gibi duruyor. Son iki filmiyle yönetmen aynı kişide toplanan iyi ve kötüyle ilgileniyor, bunu da artık herkesin anlayabileceği bir dille yapıyor.

A History of Violence’tan sonra Viggo Mortensen yine iyi mi kötü mü tam anlayamadığımız bir karakterde, Nikolai, Londra’daki Rus mafyasının içine onları çökertmek için sızmaya çalışan bir şoför, Semyon (Armin Mueller-Stahl) Rus mafyasının Londra şubesi Hırsızlar Birliği’nin başı, Krill (Vincent Cassel) baş belası bir oğul, Anna (Naomi Watts) ellerinde ölen 14 yaşındaki anne Tatiana’nın çocuğu için doğruyu yapmaya çalışan bir hemşire. Çocuk yaşta fahişeliğe zorlanan Tatiana’nın günlüğünün peşinden gidiyor Anna, yolu Semyon ve Nikolai ile karşılaşıyor. Bir yandan onun doğru için çabalamasını izlerken bir yandan da Nikolai’nin iyi ve kötü arasında gidip gelişlerini izliyoruz. Tatiana’nın günlüğü kendi sesinden dış ses olarak kullanılıyor film boyunca. Gerçekten sinir bozucu ve karanlık bir atmosfer yaratmış yönetmen. Londra’da geçen filmde neredeyse hiç İngiliz yok, Ruslar, Türkler, Çeçenler var etrafta, bozuk bir İngilizce sürekli duyduğumuz. Kesilen kafalar, oyulan gözler ve bolca kan var her yerde. Filmin Cronenberg’i hatırlatan izleri ise yönetmenin Nikolai’nin bedeniyle uğraştığı bölümler. Mafyaya kabul töreninde bedeni ve dövmeleri inceleniyor Nikolai’nin, kabul edildikten sonra bu kabulün simgesi olan yeni dövmeler işleniyor bedenine. Hamamda ise çıplak bedeni düşmanları tarafından delik deşik ediliyor. Hala kimlikle hala bedenle ilgileniyor yönetmen, onu parçalamayı delmeyi seviyor hala, ama eskisi gibi felsefi anlamda değil. Cronenberg’in dünyasına ait tek karakter olan Nikolai’ye “kimsin sen neden bize yardım ettin” diye soruyor Anna kucağında bebekle. Filmin sonunda Nikolai’nin Semyon’un yerinde oturduğunu görüyoruz. Yüzünde tekinsiz bir bakışla. Yönetmenin de ilgilendiği soru sanırım bu kimsin sen sorusu.

İyi bir görüntü yönetimi, başarılı bir senaryo var belki ama, ben anlamak için çaba sarf ettiğim ve tekrar tekrar izlediğim Cronenberg filmlerini tercih ederim. Umarım bu da bir oyundur ve sınırlar dahilinde bile iyi bir film yapabileceğini ele güne göstermek istiyordur yönetmen. Yine umarım ki çabuk sıkılır bu oyundan, iki film yeterli oldu bence.

0 yorum

Persepolis

“İran bu eski ve büyük uygarlık çoğunlukla fundamentalizm, fanatizm ve terörizm ile birlikte tartışıldı. Hayatının yarısını İran’da geçirmiş bir İranlı olarak biliyorum ki bu imaj gerçeklikten çok uzaktır. İşte bu nedenle Persepolis’i yazmak benim için çok önemliydi. Bütün bir ulusun birkaç köktencinin günahlarıyla yargılanmaması gerektiğine inanıyorum. Aynı zamanda özgürlüğü savunurken hayatlarını cezaevinde yitiren, Irak’a karşı savaşta ölen, farklı baskıcı rejimler altında acı çeken ya da ailelerini terk etmek ve memleketlerinden kaçmak zorunda kalmış İranlıların da unutulmasını istemiyorum”*

Görünürde İran devrimi ve onun etkileri olmasına rağmen aslında yönetmeninin de sıkça vurguladığı gibi çok kişisel bir hikaye bu. İran gibi katı kurallarla yönetilen bir ülkede farkında olarak yaşamanın zorluğunu, bir kadın olarak birey olmanın güçlüğünü anlatan bir film.

Marjane Satrapi’nin dört kitaplık çizgi romanından film uyarlaması bu. Çizgi romana göre belki biraz hızlı bir film olmuş olabilir, ama ben anlatım şeklinden o kadar hoşlandım ki filmi tercih ediyorum bu yüzden. Ayrıca çizgi romanın ruhuna çok uygun bir üslupla film haline getirilmiş. Kitaplarda daha geri planda olan büyükannenin filmde daha fazla öne çıkmasına da sevindim.

Marjane küçük bir kız çocuğu, ailesi sayesinde ülkesinde ne olup bittiğinin farkında, onun bilinçli olması için ondan hiçbir şey gizlemiyor ve onu ülkede yaşananlardan korumak için Viyana’ya gönderiyorlar. Burada bir İranlı olmanın, farklı olmanın tüm zorluklarını yaşıyor Marjane, üstüne bir de aşk acısı eklenince evine dönüyor, kendisine hiçbir şey sorulmaması şartıyla.. Evinde de farklı biri artık, burda da bir yabancı, arkadaşları değişmiş, savaşın izleri var her yerde.. Bu yabancılaşma ve anlamsızlık, depresyona, sakinleştiricilere ve intihar denemelerine götürüyor onu.. Bir gün birden “eye of the tiger”la ayağa kalkana kadar.. Bundan sonra evleniyor, yeniden sınavlara girip grafik sanatlarını kazanıp öğrenci oluyor, ancak boşanmaya karar verince burada hayatın boşanmış bir kadın için ne kadar zor olacağını da biliyor. Annesinin dönmesini yasakladığı bir yolculuğa çıkıyor yeniden. Artık kim olduğunu ve ne istediğini bilen bir yetişkin olarak Fransa’nın yolunu tutuyor. Özgürlüğün bedelleri olduğunu bilerek..

Yasaklı bir ülkede birey olmaya çalışmanın, karşı çıkmanın, kendini savunmanın, aşık olmanın, özgür bir kadın olmanın, düşünmenin, okumanın ne kadar zor olduğunu anlatıyor Satrapi bütün gerçekliğiyle. Büyükannesine verdiği "kendine karşı dürüst ol" sözünü yerine getiriyor belki bu kitaplarla ve filmle. Ayrıca bir borcu da ödüyor Irak’a karşı savaşta ölen çocuklara ve devrim yüzünden acı çeken herkese karşı. Ama kendi ülkesini ne kadar çok sevdiğini anlamaya bile çalışmayan insanlar onun filmini de yasaklamaya çalışıyorlar, neyse ki yasak olan şeyleri merak eden ve bir yolunu bulup kendini geliştiren Marjane gibi çocuklar her zaman ve her yerde var oldular.. Marjane’in paltolu adamların ceplerinde saklayarak sattıkları kasetleri satın alması gibi birileri de onun filmini alıyordur mutlaka.

Sanırım uzun zamandan beri hiçbir filmden bütün acılarına rağmen yine de umutla gülümseyerek çıkmamıştım.


* Persepolis, çizgi roman, arka sayfa. Minima Yayınevi


2 yorum