Fur: An Imaginary Portrait of Diane Arbus




















“A real freak”

Steven Shainberg’in Patricia Bosworth'un yazdığı biyografiden uyarladığı film, ünlü fotoğrafçı Diane Arbus’un kendini keşfetme sürecini anlatıyor. "Ucubeler"in fotoğrafçısı Diane’i filmin başında kocasına moda fotoğrafları çekmesinde yardım eden iki çocuk annesi mutsuz bir kadın olarak görüyoruz. Gösterdiği en aykırı davranış balkonda elbisesinin birkaç düğmesini açarak küçük bir teşhircilik sergilemesi oluyor. Üst kat komşusu aşırı kıllanma hastalığına sahip Lionel ile tanışmasıyla ise yakasını gevşetmeye başlıyor. Lionel ve onun farklı arkadaşlarını tanıyarak bilinçdışının sesini dinliyor; ya da ona sürekli normal olması gerektiğini söyleyen içindeki sesi susturuyor. Diane kendini inkar etmek hastalığına tutulan pek çok kadın sanatçıyı düşündürüyor. Kendini içindeki ucubeye teslim etmemiş, iyi bir anne ve eş olmaya zorlamış, Diane'in kendisine sürekli tekrarladığı "cesur olmalıyım" sözünü hayata geçirememiş ne kadar çok kadın sanatçı var olamadan kaybolup gitti kim bilir?

Diane Arbus’u Nicole Kidman canlandırıyor. Bu tür roller büyük oyunculuklar sergileyen tanınmış yüzlere emanet ediliyor hep, ama bu da ister istemez akıllarda soru işaretleri oluşturuyor. Acaba izlediğimiz ne kadar Diane Arbus? Sylvia Plath yakın zamanda nasıl da histerik bir kadına dönüştürüldü, tutkulu bir kadın olarak bilinen Iris Murdoch’a sadece şöyle bir dokunulup geçildi?.. Açıkçası bazen yönetmenlerin kadın sanatçıların peşlerini bırakmalarını istiyorum. Çünkü kadınlar söz konusu olduğunda aşkları uğruna mahvolan kadınları seviyor onlar. Yaratıcılık yüzünden acı çekmek erkeklere göre bir işmiş gibi.

Aslında ben Diane’in fotoğraflarını nasıl çektiğini bilmek isterdim. Ya da Lionel ile olan ilişkisi kadar diğer “ucubeler” ile ilişkisini de. Çünkü filmin süsü gibi duruyor onlar, oysa Diane’in aralarında kendini bulduğu insanlar olmalılardı. Bu yüzden bana göre film tam başlaması gereken yerde malesef bitiyor. Filmi izledikten sonra Diane Arbus’un çektiği fotoğraflara uzun uzun bakmakta fayda var, filmden daha çok şey anlatıyorlar çünkü…

2 yorum

Harold and Maude


"eğer bu resimden iğreniyorsanız, siz de onlardansınız ve sizi sevmiyorum."

adam kesher'ın "izle de izle"lerine fazla dayanamayıp bir gece vakti izledim sonunda. 80 li yaşlarının başında fakat hala çocuk olmaktan vazgeçmeyen bir kadınla, 14 yaşında kendini ölü olarak görmekten mutluluk duyan bir gencin, mezarlıkta başlayıp, uçurumun kenarında biten hikayesi şu ana kadar izlediğim en keyif verici filmlerden biriydi.

Müthiş bir karşıt kültür örneği bence film. Standart bir insanın mutlu olmak için elde edebileceği her şeye sahip genç bir çocuk olan Harold, annesinin evlendirme, amcasının da askere yönlendirme çabalarından zeki taktiklerle sıyrılmaktadır. Maude ise aşırı geç yaşına rağmen araba çalmaktan, dans edip şarkı söylemekten, nü modellik yapmaktan zevk alan tabiri caizse "ruhu genç" bir kadın.. Mezarlıkta "şşş" ile başlayan ilişki de kısa sürede birbirlerine aşık oluyorlar. Herkesin "hayır" diyeceği şeylere "evet" diyorlar, polislerin gözü önünde araba çalıp, ölmek üzere olan bir ağacı ormana dikmeye götürürken hız sınırını aşıyorlar.

Cat Stevens'ın daha sonra albüm olarak da yayınlanan şarkılarıyla daha da neşelenen film hakkında fazla bir şey yazası gelmiyor insanın. Gerçek bir aşk ve karşıt kültür kültü. En güzeli, fevkalade eğlenceli.

2 yorum

Kader





















“… Aşık olunma suçluluğu üzerine ayrı bir film de yapılabilir. Kader’de arka planda var bu his, ama ön planda kayıtsız şartsız kendini bir şeye adama duygusu var. Aslında adamak bile değil belki, çünkü adama edimi de yüksek bir anlam taşır. Kader’deki durumun yüksek bir anlamı da yok, böyledir bu kader gibi bir şeydir yani… Nefret de etsen bu durumdan aşık olduğun kişiye verirsin kendini…” *

Eğer “tekrar tekrar izlemek isteyip de cesaret edilemeyen filmler listesi” yapsaydım Masumiyet ve Kader listemin ilk sıralarında yer alırdı, ya da "nefes alınmadan izlenen filmler" listemin… Yıllar önce Masumiyet’te Bekir ve Uğur’un hikayesini izlediğimde soluğum kesilmişti, türk sinemasının en iyi filmlerinden biriydi bence bu, yönetmeninse en iyi filmi. Zeki Demirkubuz, Masumiyet’in öncesine geri döneceğini söylediğinde telaşlanmıştım, yeniden o kadar iyi bir film yapmasına imkan yoktu bence, büyüsü bozulacak diye korktum, dokunmasa mıydı acaba Masumiyet’e, hem Vildan Atasever ve Ufuk Bayraktar verebilecekler miydi ki rollerinin hakkını?..

Filmi izledikten sonra ise iyi ki yapmış diyorum, iyi ki bu saplantılı aşk hikayesinin geçmişine dönmüş, çok üzüldük yine izlerken, boğulduk, tırnaklarımızı avucumuza geçirdik, ama olsun, daha iyi tanıdık Bekir ve Uğur’u. “Dedim ki Bekir burası sırat köprüsü, geçtin mi artık geri dönüşü yok” diyen Bekir ile dolaştık şehir şehir Uğur’un peşinden. Omuzlarımızda hissettik biz de Uğur gibi onun yükünü. Kızamadık da artık ona, ayıplamadık da.. Anlamaya çalıştık; “herkesin inandığı bir şey vardır hayatta, benimki de sensin” diyen adamı. Ama başarabildik mi bilmiyorum, çünkü Bekir ve Uğur anladılar mı ki neyin peşinde yok olup gittiklerini.

Filmin sonunda yönetmenin artık çok iyi tanıdığımız kapanmayan kapısı açılıyor yine. Bir türlü kapanmayan kapı bu aşkın da görsel bir ifadesi gibi. Üstelik, onun sonuç sunmayan filmlerine de uygun düşüyor bu aralık kalan kapılar; “çünkü hayat finali olan bir şey değil ve ben film yapmama karşın hayat duygusunu bir kenara atan birisi olmadım”* diyor bitmeyen filmlerini anlatırken. "Perdede bir sonuç sunduğunuz anda seyircinin işine karışıyorsunuz demektir. Çünkü onların gerçek hayatında hiçbir çözüm yoktur." diyen bir başka büyük yönetmen Fellini gibi.


* Altyazı Dergisi Sayı: 56

3 yorum

To Meteoro vima tou pelargou


Büyük usta Theo Angelopoulos’un 1991 tarihli bu filmi ilk izlediğimde pek bir şey anlayamamıştım. Angelopoulos’un eşsiz şiirsel sinema dili beni baya bir etkilemişti. Onun dışında filmin anlattığı şey bana nedense tümüyle yabancı gelmişti. Anlaşılan filme kendimi tam olarak verememiştim. Filmi yaklaşık bir yıl sonra ikici defa izlediğimde filmin altta kalan metnini daha iyi anlayıp özümseme fırsatı buldum. Angelopoulos, öncelikle bu filmde gerçekçi ve politik olmakla beraber oldukça karamsar bir öykü anlatmış. Filmin ana karakteri gözlüklü, kirli sakallı adını film boyunca öğrenemediğimiz otuzlu yaşlarda bir gazeteci. Yunanistan sınırındaki bir mülteci kampına ekibiyle beraber görüntü almak ve buradaki durumu gözlemlemek için gidiyor. Burada gördüğü yaşlı bir köylü ona yıllar önce ortadan esrarengiz biçimde kaybolan bir politikacıyı anımsatır. Filmin ana yapısını gazetecinin bu anımsaması oluşturur. Angelopoulos, film boyunca bizi bu gizemin peşinden sürükler. Gazeteci, politikacının karısına gider. Onla görüşür gördüğü kişinin o olup olmadığını anlamaya çalışır. Arada politikacının eski görüntülerini görürüz. Gerçektende o yaşlı köylüye çok benzemektedir(aslında aynı kişilerdir- Marcello Mastroianni, sadece görünüşleri çok farklıdır). Yaşlı adam gerçekten o politikacı mı? Bu soruyu Angelopoulos tıpkı gazeteci gibi bize sordurur. Seyirci olarak da gazetecinin bildiğinden fazlasını bilmeyiz. Filmin son yirmi dakikası öyle güzel bir noktaya gelir ki (özellikle düğün sahnesi filmin kilit noktalarından..) artık bu sorunun bir anlamı kalmaz. Çünkü sonuç ne olursa olsun; özlem, ayrılık, kavuşamama içinde yaşadığımız sistemin bize sunduğu olanakların bir bedeli olarak her zaman sırtımızı ağrıtmaya devam edecek. Mastroianni’nin canlandırdığı politikacı bu sistemi yaratan beyinlerden biri olmakla beraber, sonunda sistemin insana sunduğu dayanılmaz yükü ve acıyı fark edip bir nevi o acıya kendini hapsedip (daha doğrusu dahil edip) sonu gelmez bir yolculuğa çıkar. Tıpkı mülteci kamplarda yersizliğin yurtsuzluğun acısını yaşayan ülkelerin sınırlarının ardında bölünmüş bir mutluluk yaşayan o insanlar gibi..


Angelopoulos büyüleyici sinema dilini bu filmde de konuşturuyor. Filmin her sahnesi ortalama 1 yada 2 kesmeden oluşuyor. Yönetmenin bildiğimiz uzun sekanslı planlarının bir parçası bu. Filmin sonlarında yaklaşık 10 dakikalık düğün sahnesinde sadece 3 kesme yapıyor yönetmen. Bazı sahnelerin alan derinliği ve kamera açıları sinema dersi niteliğinde. Büyük bir film, büyük bir sinemacı ve anlattığı kelimelere dökülmesi zor hikaye. Bu film hakkında ne yazılırsa yazılsın şüphesiz filmin büyüsü karşısında kifayetsiz kalıyor. Ondan ötürü klasik tabirle anlatılmaz yaşanır diyelim..

2 yorum

Jules et Jim


Yönetmen: François Truffaut

Oyuncular:Jeanne Moreau,Oscar Werner, Henri Sere

(1962)

“korkarım ki bu dünyada hiç mutlu olmayacak o

herkes için bir hayalet o belki

sadece bir kadın değil”

Bazen zihin oyun oynar.. bazı insanlarınki diğerlerinden daha fazla..

Nerede, nasıl , kiminle olursa olsun huzursuzluğunu susturamayacağını belki de kendisinden daha fazla kimsenin bu kadar iyi bilemeyeceği Catherine; yanılsamaların yenik düşmek istediği bir anda ben sizden önce böyle gülmezdim diyerek kendine umut vaad eder.. ancak bunun bir vaadden öteye geçemediğini sonda görürüz, film boyunca ise zaten geçemeyeceğini..

İsteklerimizin aslında çok basit olduğunu sanırken o basitlik çemberi içinde dönmeye başladığımızda kendi ellerimizle boğazımızı sıkarken başkalarını da yanımızda nasıl sürükleyebildiğimizin öyküsü gibidir.. ancak onlar da ar(ı)z(aya)^a dair bu çekimi hissettiklerine göre ayakları yakındır merkeze..

“Catherine, bir şeyi yapmak isterse kimseyi incitmediğine inandığı sürece bazen yanılsa da zevk için ve ders almak için istediğini yapar. Böylelikle bilgeliğe ulaşacağını düşünüyor.”

Eşkenar üçgenin kenarları her zaman eşit kalamasa da eş kalmalarını engelleyen hiçbir şey yoktur, kendilerinden başka..

Bir beden iki kafa ile bir baş bir olmuşlar koşmuşlar koşmuşlar koşmuşlar..

3 yorum

Snow Cake


Yönetmen:Marc Evans

Oyuncular :Sigourmey Weaver,Alan Rickman,Carrie Anne Moss

(2006)

Sonunda Snow Cake^i izlemeyi başardım.. filmin otizmle ilgili olduğunu öğrendiğimden beri çok izlemek istememin yanı sıra adı nedeniyle de oldukça çekiciydi.. hatta izlemek isteğini aşmış yeme isteği uyandırmıştı ben de..

Filmin öyküsünü bir kenara bırakırsam otizm^e yaklaşımın bazen acıtıcı denli gerçekçi olduğunu söylemek mümkün sanıyorum..

Filmin henüz başında Vivienne^in annesine parlak ışıkları hediye aldığını gördüğümüzde anlıyoruz ki otistik bir anne ile karşı karşıya kalacağız az sonra.. ancak bu sahneden sonra Vivienne^i şimdi^yi yaşarken göremiyoruz filmde..

Vivienne^nin annesinin kızının ölüm haberiyle sarsılmış olduğunu sanarak ve suçluluk duyguları içinde gelen Alex alıştığının çok dışında bir dünya ile karşılaşıyor..

Linda dünyayı algılarken alışılandan farklı yolları olan bir otistik anne.. ve Vivienne^nin cenazesinde okunan çocuklar için yazdığı hikayenin son satırları bilmemiz ve kabul etmemiz gereken tek şey^i söylüyor sanki ; ^kardeşimin benim yaptıklarımı yapamayacaklarını söylüyorlar; olsun o da farklı şeyler yapar.. ^ (kardeşimi çok seviyorum bir gün onun da beni sevdiğini söyleyeceğini biliyorum ama ilk olarak bunu makarna harflerle yazar sanıyorum.. )

Snow cake; parlak ışıkları, kar taneleri, dönen nesneleriyle görsel uyaranların büyüsünü sunmuş..

Filmin en büyüleyici sahnesi –tümüyle benim için- Linda^nın Vivienne^in cenazesi nedeniyle evine girmesine kabul ettiği ( bu kabulleniş de ancak bir karşılıkla sağlanmıştı ki) onca insanın varlığına daha fazla tahammül edemediğinde müziği açıp dans etmeye başlayarak kendini koruduğu anda zihninde Vivienne ile dans ettikleri an^ının canlanmasıydı.. sanırım kendimi çok Vivienne hissettim.. çok an^ımı canlandırdı..

Hep beraber kar pastası yemeye ne dersiniz,)

1 yorum

Jeux D'enfants

2003 tarihli Yann Samuell filmi.
Filmin adını gördüğünüz her yerde Amelie ismine de rastlayacaksınız, hatta bu yüzden ben de hemen buraya yazıyorum. Filmin, Amelie ile Jeunet^nin açtığı “hayal edilen masalsı dünya, şirinlik ve sevimlilik, yanında da güzel bir hikaye” sinemasının devamı gibi görünmesi oldukça doğal. (Belki Jeunet^den öncesi de vardır ama bende yok, benim miladım o.)
Dışlanmış ve farklı bir kız olan Sophie ile hayatın aslında çocuklara anlatıldığı kadar güzel olmadığını erken yaşta öğrenen Julian^ın oyun mu gerçek mi bir türlü anlaşılmayan aşk hikayesini anlatır film. Bir şekilde çocukluklarını tam olarak yaşayamayan insanların, geçmişten sakladıkları küçük oyunlarla büyükler dünyasında var oluşunu izlemek oldukça keyiflidir. "Cap ou pas cap" sorusuna verilen her "cap" yanıtıyla biz de ana hikayemizin yanındaki küçük oyunlarda karakterlerimizle beraber oyuncu olur, filmle birlikte ilerleriz. Başarılı ve benim için özel bir filme imza atan yönetmenin eleştirilebilecek tek noktası, masalsı anlatımda burun kanatma isteğidir sanırım. Filmin kendine has atmosferinden ayrıldığı bir kaç nokta var ki "hiçbir oyun böyle kurallarla oynanmaz, oynanmamalı" diyorsunuz. Yine de Jeux d'enfants, tekrar tekrar izleyebileceğim, kusursuz ve yenilikçi olmasa da "insanın gönlünü hoş tutan, gününü kurtaran filmlerden" birisi.
- En kötüsü sözlerin tamamını hatırlayamamamdı.

4 yorum

Hei Yan Quan















2003 yapımı filmi "Bu San"nın (Elveda Sinema) İstanbul Film Festivali’ndeki gösterimi sırasında bir sinema salonunu uzun uzun gösterdiği sabit plana dayanamayan bir izleyici “Ayy” diye bağırmıştı yüksek sesle, “izleyicisi böyle olan bir sinemaya elveda” demiştim, haklıymış yönetmen. Bu yıl festivaldeki filmi “Hei Yan Quan”un (Yalnız Yatmak İstemiyorum) gösterimi sırasında da aynı şey oldu. Neredeyse sessiz olan filmde en fazla duyulan ses kapanan koltukların sesiydi. Ben en çok aramızda filmi izleyen yönetmenin o sırada aklından neler geçirdiğini merak etmiştim, çünkü “filmin son sahnesine dikkat etmenizi istiyorum” demişti ısrarla.

Tsai Ming Liang’ın yaptığına zor bir sinema demek istemiyorum, çünkü uzun planları ve sabit kamerasıyla daha iyi bakmamızı, görene kadar bakmamızı istiyor sanki ve ben bir film başka neden izlenir bilmiyorum.

Filmi anlatmak pek mümkün değil, üçlü aşk hikayesi, işsizlik sorunu, genişletirsek insanlar, ilişkiler.. Ama filmi sahne sahne anlatmak istiyorum ben. Duman altında kalan şehir yüzünden herkesin maske takmak zorunda kalmasını… Sevişmek için maskelerini çıkarıp öksürüklere boğulan iki kişiyi - ki bu şiir değil de nedir… Ordan oraya taşınan yatağı… Ve izlediğim en güzel final sahnelerinden biri olan sahneyi, tamam onu anlatmıyorum. Zaten filmi anlatmanın değil de göstermenin imkanı olsa keşke…

0 yorum

Spider-Man 3


Son Spider Man filmi, başarılı bir film olmakla beraber belli noktalarda kantarın topuzunu kaçırmıştır. Çizgi romanlarını okuma ya da çizgi filmlerini seyretme fırsatını çok fazla bulamadım. O nedenle "Venom nasıl bir karekter, seride nasıl olması gekirdi" gibi, forumlarda ve sözlüklerde tartışılan bu konuya fikrim olmadığı için giremeyeceğim. Ben filmin karşımda duran salt halini eleştirmek istiyorum şimdilik. Bir kere romantizmin dozu kaçmıştır bu filmde. Evlilik ve karşılıklı sevgi üzerine kimi zaman gereğinden fazla göze batıcı konuşmalar var. Hele bir köprüde ağlama sahnesi var ki ben bir an farklı bir film izliyormuş havasına kapıldım. Senaryo açısından Spider Man'in bu kadar sıradanlaşmasına rağmen en azından Sam Raimi'nin iyi yönetimi ve oyuncuların başarılı performanslarıyla filmin seyir zevki düşmüyor. Aksiyon açısından bakıldığında serinin en hareketli filmi olduğu da bir gerçek. Her açıdan çok iyi bir film olduğunu düşündüğüm ikinci filminden sonra üçüncü film beklentilerimi çok fazla karşılayamadı. Spider Man'in siyah kostümü içerisinde gerçek anlamda kötülük yapmasını beklerdim ben. Bir de istemeden de olsa şu venom olayına girecem yine. Bence venom karekteri senaryonun bu şekliyle bu filmde çok gereksiz bir karekter olmuş. Çıkışı gibi gidişi de aniden oldu. Keşke hiç konmasıydı da serinin bir sonraki filmine saklansaydı. Filme kattığı gerçekten hiç bir şey yok aksiyonu yükseltmek için yapıştırılmış gibi geldi bana. Sonuç itibariyle senaryodaki bu zaaflar görmezden gelindiği takdirde çok keyif alınılacak bir film. Ama ben şahsen Spider Man izlerken sadece keyif değil ikinci filmde olduğu gibi muazzam bir sinema başarısı da bekliyorum. Umarım serinin bir sonraki filmleri daha sıçık bir vaziyete gelmez.

1 yorum

Les quatre cents coups


"Hafızası zayıf yetişkinler dışında ergenlik kimsede tatlı hatıralar bırakmaz."


Truffaut 27 yaşında,kendi hayatından yola çıkarak oluşturduğu Antoine'nin -ki alter egosu olarak diğer filmlerinde de ortaya çıkar-çocukluğunu yürek burkan şekilde anlatıp -hem Cannes'da ödül kazanmış hem de Yeni Dalga sinemasının başlangıcı sayılan bir filme imza atmıştır.


Antoine Doinel, 13 yaşında ,yetişkin gibi yaşamak isteyen özgür çocuk adam..evden kaçmasıyla başlayan olaylar, ne olacağını kestiremediğimiz "ünlü" son sahneyle sonuçlanır.Anne baba figürü, öğretmenler, okul, ev, sokaklar arasında geçen, beni tekrar Balzac okumaya sürükleyen ve özgürlüğü denizle simgeleyen( ondan önce Antoine hiç deniz görmemiştir..)son sahneki Antoine'nin bakışına odaklanıp donan görüntünün güzelliğiyle biten filmden bir alıntı:


-"suçun ne?"


-"evden kaçtım."

1 yorum

Tartışma Filmi "The Fountain"




















Darren Aronofsky’ın üçüncü filmi izleyenleri ikiye bölen bir film oldu denildi hep, ama insanı kendi içinde de ikiye bölebilen bir filmmiş, izledikten sonra anladım. Bir yandan bu filme ve Aronofsky’ın yaptığına inanmak isteyip anlamaya çalışırken, bir yandan da gereksiz yere zorladığını düşündüm ve biraz da yakıştıramadım ona bu filmi. Hayatın ve ölümün anlamına dair daha iyi bir filmi rahatlıkla yapabilecek bir yönetmenken neden böyle bir film yapmayı seçti? Film henüz vizyona girecek bu nedenle film hakkında bir yazı yazmak değil de bu filmi burada tartışmak istiyorum. İzleyenler fikirlerini yazarlarsa sevinirim.

9 yorum