Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni



Genelde burdaki yazılarda afiş kullanmayı fazla sevmem ama bu seferki o kadar manalı ki kullanmadan edemedim. Yavuz Turgul'un yazıp yönettiği ve "Muhsin Bey"'den sonra Şener Şen ile ikinci çalışması olan film aslında çok derin bir 80 ler sonu Türk sineması incelemesi ve "unutulmak" teması üzerine kurulmuş bir yapıt.

Yüzlerce film çekmiş Haşmet Asilkan aslında moda olan şeylere takıntılı olan bir yönetmendir. Seks filmleri moda olduğu dönemde takma isim kullanarak seks filmi çekmiştir, şarkıcı filmi moda olduğu dönemde şarkıcı, aşk filmi moda olduğu dönemde aşk filmi... Ve sıra sosyal içerikli filmlerdedir ve solcuların gözüne girip, sanatsal bir film yapma çabasındadır. Kendisine aşk filmi sipariş eden prodüktöre uzun uğraşlar sonucu hazırladığı senaryoyu sunar fakat prodüktör için bu filmi çekmek intihardır ve kabul etmez. Türkiye'deki o dönemdeki sinema -eğer diyebilirsek- sektörünün ne kadar kötü durumda olduğunu en iyi anlatan söz belki de Haşmet Asilkan'ın dudaklarından çıkanlardır ; "Tam altı aydır film çekmedim".

Film bunun gibi dönemin pek çok ayrıntısını gözler önüne sermektedir. Bir diğer dikkat çekici sahne de, Haşmet Asilkan prodüktörle anlaştıktan sonra kahvehanede otururken, sinema emekçilerinin yanına gelip avans istedikleri sahnedir. Sinema artık herkes için hayat mücadelesinin bir parçası, sanatsal kaygılardan çok ekmek kapma yuvası haline gelmiştir. Haşmet Asilkan içi kan ağlayarak figuranlara rol veremez fakat başrolü, unutulmuş ve yokoluşunu gözleriyle görmüş Nihat'a vermek zorunda kalır.

O film bir şekilde tamamlanır. Fakat gala gecesine Haşmet Asilkan'ın beklediği kadar ilginin olmaması, galaya gelenlerin filmle dalga geçercesine salonu terketmeleri, Haşmet Asilkan'ı intihara sürükler. Önce kaplumbağayla, sonra çocuklarıyla vedalaşır. Tam yeni setine yolculuğa çıkmak üzereyken neyse ki birileri tarafından "aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni" olduğu hatırlanacaktır.

Yavuz Turgul'un az ama öz sinemasında izlediklerim içinde en sevdiğim ve beni en gerek duygusal gerek dramatik yönden en çok etkileyen filmidir. Özellikle dönemde çekilen içi boş toplumsal filmlerini çok iyi tiye almıştır.


0 yorum

Acı



Acı, Yılmaz Güney’in görece az bilinen daha doğrusu pek bahsedilmeyen filmlerinden biridir. Ama bana kalırsa; yönetmenin, en karamsar ve hünerini en çok konuşturmaya çalıştığı filmlerinden biri diyebilirim.

Filmin konusundan kısaca bahsedersek; Ağasının teşviki ile Avanos Dayı’nın oğlu Yasin’ni öldüren Çiçek Ali onbeş yıl hapis yattıktan sonra cezaevinden çıkar. İlk iş olarak da kızı Zeliha ile beraber yaşayan Avanos Dayı’ya gider. Yaptılarından pişman bir halde ondan ve kızından af diler. İlk başta sert bir tepki ile karşılaşsa da, günler geçtikten sonra Avanos Dayı onu kendi oğlu gibi kabullenmeye başlar. Beraber yeni bir hayat kurup geçmişi unutmaya çalşırlar. Ama bu durumdan rahatsız olan Ağa onları rahat bırakmayacaktır.

Film, kısa diyaloglar ve uzun görüntülerden oluşuyor. Müziğin yer yer filme hakim olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle Yılmaz Güney ve Fatma Girik arasındaki etkileşim çok iyi. Filmde geçmişin peşini bırakmadığı, temiz sayfa açması olanıksız Çiçek Ali’nin buruk hikayesi, tamamen karamsar bir şekilde içinde en ufak bir umut ve neşe kaynağı taşımadan anlatılıyor. Film bittikten sonra sizin de filmdeki karakterlerle birlikte içinizden bir parça kopuyor. Filmin adına çok uygun bir yapısı var. Tamamen “Acı” üzerine kurulmuş hayatlar ve biten “Acı” son. Filmi bir de keyifsiz bir anınızda seyrederseniz (benim gibi ) moralinizi iki kat daha bozabilir. Filmin anlatım tarzı aslında filmin anlattığı şeyin üstüne çıkıyor. Yılmaz Güney’in yoğun toplumsal eleştiri yaptığı diğer filmlerine nazaran bu film biraz bireye dönük. Bu haliyle de tamamen bir uslup bütünlüğüne ulaşmış oluyor film. Yönetmenin sinemasın da aşama noktalarından biri. Filmin, 1971 yılında Adana film festivalinde; en iyi 2.film, en iyi erkek oyuncu (yılmaz güney), en iyi kadın oyuncu (fatma girik), en iyi görüntü ve en iyi müzik ödüllerini aldığını da hatırlatalım.

0 yorum

Politiki Kouzina


Tassos Boulmetis'in yazıp yönettiği Türk-Yunan ortak yapımı 2003 tarihli film.

Kıbrıs olaylarından sonra Yunanistan'a göçmek zorunda kalan İstanbullu bir Rum ailenin hayatını anlatan film Türkiye'de İngilizce A Touch of Spice olan adının çevirisi Bir Tutam Baharat (IMDB Baharat'ın Tadı diyor) olarak bilinmekle beraber politiki kouzina "şehir mutfağı" demekmiş. Şehir tabii ki İstanbul'lu Rumların (belki de bütün muhacirlerin) gözünde her daim özlenen, geri dönülmek istenen canım İstanbul.

İstanbul'da doğup büyüyen Fannis ailesiyle birlikte Yunanistan'a göçmek zorunda kaldığında çok sevdiği dedesi arkada kalır. Yıllarca ha geldi ha gelecek denen dede hastalanınca hem zamanında baharatçılık yapan mutfak filozofu dedesinden öğrendikleriyle mükemmel bir aşçı hem de Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi'nde konuk hoca olarak ders vermek için Türkiye'ye gelen bir gökbilimci olan Fannis Türkiye'ye gelir. Çoktan evlenip çoluk çocuğa karışmış çocukluk aşkıyla tekrar karşılaşır, ve olaylar gelişir...

Georges Corraface var Fannis rolünde. Kendisini ve diğer Yunanlı oyuncuları zaten tanımıyoruz (en azından ben tanımıyorum) da Türkiye'den Başak Köklükaya ve Tamer Karadağlı var. Başak Hanım sevdiğimiz bir sima lakin pek soğuk, pek buzlar kraliçesi. Tamer Bey deseniz yersiz yerli dizilerle üzerine yapışan sevimsiz imajdan kurtulamamış, zaten pek başarılı olmayan oyunculuğundan filme bir şey katamamış.

Buna rağmen görsel olarak çok güzel bir film Politiki Kouzina. Envai çeşit yemekle dolu sofralar, sisli puslu Boğaz manzaraları, güzel insanlar, güzel mekanlar, aforizmik diyaloglar... Anlatımı da güzel filmin: iki kültürlülük, arada kalmışlık, Türkiye'de Yunanlı, Yunanistan'da Türk görülmüşlük... (Fannis'in anne babasının adı Sultan ve Savaş'tır.) Kimliklere dair çok şey söyler film şahsi/kollektif tarih ve hafıza eksenlerinin kesişimlerinde.

Lakin oryantalizmin gözünü çıkarmakta maalesef bu güzel film. Eugene Delacroix tabloları gibi maalesef genel hava. Kokular baharatlar, Avrupalı erkek, Müslüman kadın, kadının tercih ettiği subay kocası (bir Kurtuluş Savaşı mikrokozmozu kokusu gelmedi mi sizin burnunuza da), camiler minareler, her dakika ezan sesleri, bayraklar, hilaller, baharatlar, göbek dansı yapan kız çocuğu... Siyasi doğruluk açısından korkunç. Bir de filmdeki Türk karakterleri Yunanlı oyunculara oynatmışlar; askerler polisler falan. O kadar saçma sapan olmuş ki. Yunanlılar Türklerden daha iyi Türkçe konuşur olmuş.

Ama bu kadar rahatsızlığa rağmen sırf müziklerini dinlemek için bile izleyebilirsiniz filmi. Aslında çok tanıdık melodiler: Evanthia Reboutsika desem, Baharat Tarçın ve Buse desem. Evet efendim aynen öyle. Babam ve Oğlum'un müzikleri lakin bu film Babam ve Oğlum'dan eski. Yani aslında Babam ve Oğlum'dakiler Politiki Kouzina'nın müzikleri. Son dönemde bu kadar meşhur olmadan, zibidi yarışma programlarında fon müziği olarak kullanılmadan önce baştacı etmiştik biz kendilerini. Üzgünüz...

IMDB'den 7.7 alsa da, doğu/batı, kadın/erkek ikili karşıtlıklarında sinirimizi bozsa da izlemeden duramıyoruz bu filmi. Yakaladık mı nerede olsa kaçırmıyoruz, eşe dosta tavsiye ediyoruz, isteyene albümü CD yapıp yolluyoruz, iyi seyirler diliyoruz.

1 yorum

Fikrimin İnce Gülü - Sarı Mersedes


"Bok ettin bayan !"

Adalet Ağaoğlu'nun aynı isimli romanında sinemaya aktarılan bir Tunç Okan filmi. Yurtdışına çıkan her Türk erkeği gibi ilk işi araba alıp yurda dönmek olan Bayram'ın geri dönüş yolunda çektiği trajikomik olaylar silsilesi, Türk sinemasının yüz akı, eskimeyen film !

"Yıldız kıtlığı var"

Bayram film boyunca bahtsız bir şekilde yoluna devam etmektedir. Bu bahtsızlıklarla beraber yaptığı oyunbozanlıklar, düzenbazlıklar birer birer su yüzüne çıkmakta. Filmin başında sempati beslenen Bayram karakteri, sonlara doğru sevilmeyen, çıkarcı bir karaktere dönüşüyor. Gerçi müstahak olmasına rağmen bahtsızlıklar Bayram'dan çok o güzelim bok sarısı namıdeğer balkız mersedes'inin başına gelmektedir ya, neyse..

"Ayı sensin bayan"

Filmin önemli bir detayı da Almanya'dan Türkiye'ye gelene kadar arabaya hiçbir şey olmamasıdır. Ta ki kapıkule sınır kapısı geçilir, olaylar başlar. Birisi arabasına sürttürdü diye olay çıkartan Bayram, sınırdışı edilme tehlikesi yaşar, neyse ki ucuz atlatır da kısa süre sonra "keşke girmeseydim" diyeceği ülkesine simitçiler peşinden koşarken giriş yapar. Mutluluk kısa süre sonra yerini yorgunluğa ve sinir harbine bırakcaktır.

Bayram rolünde devleşen İlyas Salman, Çiçek Abbas'tan sonra bir kez daha kariyerinin zirvesine çıkmıştır. Tabir yerindeyse rolüne "cuk" oturmuştur. Oyunculuk bakımından bir diğer önemli başarı da, oyuncu listesinde "vapurdaki sarışın" olarak geçen ve şehirli çekici kadın rolündeki Valérie Lemoine'e aittir şüphesiz. Gayet gerçekçi bir şekilde çarpar kapıya, sıçar gül gibi kapının ağzına. Ayrıca ayıdır da!

"Benim mercedesi onunuze park ettim ama kusura bakmayin artik."

29. antalya altın portakal film festivalinde en iyi ikinci film , en iyi yönetmen ve en iyi kurgu ödüllerini alan film, şüphesiz 80 ler Türk Sinemasının en önemli ve kült eserlerinden biri.

2 yorum

Polis

Musa Rami ve diğerleri...

Açıkçası bu filmin fragmanlarını izlediğimde içimde hep bir yeni"old boy" şüphesi vardı. Belki de sırf bu şüpheden dolayı merak ettiğim bu filmi epey gecikmeli izleyebildim. Onur Ünlü'nün ilk yönetmenlik denemesi olan bu yapıt artılarıyla, eksileriyle Musa Rami'nin zihinsel çöküşü ile ilişkisini seyirciye aktarmayı başarıyor.

Musa Rami uzun süredir cinayet masasında çalışan ve şubedekilerin hocaları olarak gördüğü bir polis memurudur. Güçlü mafya ailelerinden İzmitliler'in bir ferdini öldürünce, İzmitliler Musa Rami'nin ailesini yok etmeye çalışacaktır fakat Musa Rami'nin gözü aşık olduğu kızdan başkasını görmemektedir. Basit bir hikayesi olmasına rağmen filmin en büyük handikapı aşk ile ailesini kurtarma olaylarının anlatımında bir oran olmaması. Hikaye bir yönde ilerlerken hemen başka bir dala atlıyor. Belki de bu yüzden Musa Rami'nin aşk ve zihinsel problemleri yüzünden olaylara karşı hissizleşmesi çok iyi aktarılamamış. Bir diğer olumsuz yön ise hızlı kamera tekniğinin kötü ve gereksiz kullanılması. Nerdeyse her 2-3 sahnede bir hızlı kamera tekniği kullanılmış ve filmin naif yapısıyla tezat oluşturmuş. Yine de Haluk Bilginer'in artık klasikleşmiş olağanüstü performansı pek çok şeyi unutturmaya yetiyor. Musa Rami'nin replikleri, tavırları ve soğukkanlılığı uzun süre akıllardan çıkmayacak cinsten. Filmin büyük çoğunluğu Musa Rami karakteri etrafında dönüyor ve sırtını Haluk Bilginer'e iyice dayıyor. Zaten filmin belki de "old-boy" ile tek ortak yanı tek kişilik bir şov gibi sırtını başrol oyuncusuna dayaması. Tabii filmin tek olumlu yönü Haluk Bilginer değil. Oyunculuk genel olarak çok iyi, müzikler bir muhteşem, jenerik çok şık tasarlanmış, replikler sağlam..


Onur Ünlü'nün henüz ilk sinema deneyimi olmasına rağmen avrupai yapısı, güçlü oyunculukları, müzikleri (özellikle ceza'nın sitem'i) hafif çizgi romanımsı havası ile Türk sinemasında güzel bir yer edineceğe benziyor.

2 yorum

Scener ur ett aktenskap

“Gerçekçi ve kusurlu bir sevgi”

Bergman’ın 1973 tarihli filmi. Bir ilişkiler başyapıtı. Hakkında ne söylense, ne kadar övgü düzülse az bir film bu.

Filmin hemen başında mutlu bir çift görürüz. Marianne (Liv Ullmann) ve Johan (Erland Josephson) bir gazetecinin sorularını cevaplayıp gülümseyerek fotoğrafçıya poz verirler. Gazeteci, kendilerinden bahsetmelerini ister. Johan kendinden emin ve memnundur. Bütün olumlu özelliklerini sıralar. Marianne ise kendi hakkında söyleyecek pek bir şey bulamaz. Kendisi hakkındaki düşünceleri net değildir. Gazetede yayımlanan bu yazıyı bir yemek sırasında arkadaşları Katarina (Bibi Andersson) ve Peter (Jan Malmsjö) ile birlikte okuyup gülerler. Yemeğin başında herkes iyidir, ancak bir süre sonra Katarina ve Peter tartışmaya başlayıp neredeyse bir kriz geçirirler ve evliliklerini noktalama kararı alarak onların yanından ayrılırlar. Onlar gittikten sonra Marianne ve Johan nasıl mutlu olduklarını, bunu nasıl başardıklarını kendilerine tekrarlayıp uyurlar.

Düzenli bir hayatları vardır, geceleri saati kurup yatar, sabahları birlikte uyanıp hazırlanırlar, evden birlikte çıkarlar. Akşamları buluşup tiyatroya giderler. Aileleriyle iyi anlaşırlar, her pazar Marianne’in ailesiyle yemek yerler. Hayatları sorumluluklar, görevler, ve engellerle doludur. Yine de mutlu olduklarını düşünürler.

Marianne hukukçudur. Boşanma davalarıyla ilgilenir. Bir gün büroya gelen kadına sorduğu sorular sanki filmin düğüm noktasını oluşturur. Kadın aşksız bir evliliğe artık dayanamadığını, kocasına söz verdiği için çocukları büyüyene kadar 15 yıl dayandığını ancak artık aşksız bir evliliği sürdürmektense yalnız kalmayı tercih ettiğini söyler. “Kendime dair bir resim var aklımda ama bu gerçekle örtüşmüyor” der. Tam bu anda Marianne’in yakın planını görürüz, korkmuştur. Bu, Marianne’i daha iyi tanımamız için film boyunca aklımızda tutmamız gereken bir sözdür.

Johan bir kadına aşık olur ve çok sancılı bir ayrılık yaşarlar. Ancak boşanmazlar. Bundan sonra her bir araya gelişlerinde boşanmaktan söz etseler de uzun süre bunu başaramazlar. Bir türlü de birbirlerinden kopamazlar. Görüşüp yemek yer ve sevişirler, en çok da tartışırlar, ancak bir türlü ayrılamaz, nefret ettiklerini söyledikleri o bağı koparıp atamazlar. Bütün bu görüşmeler sırasında görürüz ki değişirler, Johan özgüvenini kaybeder, kişiliği çözülmeye başlamıştır, artık kendinden memnun değil daha çok şikayet eden bir insan olmuştur. Marianne ise kendisine daha fazla kim olduğunu sormaya başlamış, daha huysuz, kavgacı da olsa daha canlı olmuştur, cinsel olarak da soğuk değildir artık. İkiyüzlü olduğunu düşünüp içindeki bastırdığı kişiyi anlamaya çalışmıştır. Psikiyatristinin tavsiyesine uyarak yazdığı satırların hepsini keşke alıp buraya koymanın imkanı olsa. O satırlar neden böyle olduğunu anlamaya çalışan, bahaneler uydurup kimliğine gerekçeler bulmak yerine sadece kendini tanımaya çalışan bir insanın çırpınışıdır. Şimdiye kadar ne istediğini kendisine sormamış bir insanın geç kalmış çığlığıdır onlar ve bence filmin en güzel anlarıdır. Birbirlerine karşı gerçek düşüncelerini ortaya serdikleri bir gece, ettikleri korkunç kavga sonrasında boşanma kağıtlarını imzalar Johan ve Marianne, ancak onları bir sonraki görüşümüzde birlikte olmaktan o kadar mutludurlar ki, ikisi de başkalarıyla evlidir, ancak aralarındaki bağ sanki birbirilerini ve kendilerini tanıdıkça daha da güçlenmiştir. Filmin son sahnesiyle birlikte artık hiçbir zaman ne olursa olsun o bağın kopmayacağına da inanırız. “Ben seni kendi bencil tarzımla seviyorum” der Johan “sen de beni huysuz ve kavgacı tarzınla. Gerçekçi ve kusurlu bir sevgi bu.”

Filmin üç saate yakın bir süresi var, filmi izledikten sonra insan kendini çok yıpranmış ve yorgun hissediyor. Ama iki insanı gerçekten tanımış gibi de mutlu.. Ve tabi evlilikle ilgili düşüncelerini de tekrar gözden geçiriyor..

1 yorum

Kohi Jiko (Café Lumière)

Rahat ve özgür bir yaşam süren Yoko’nun (Yo Hitoto) sahaf işleten Hajime (Tadanobu Asano) ile ilişkisiyle başlar film. Yoko bir aile ziyareti sırasında annesine hamile olduğunu ve çocuğunu tek başına büyütmek istediğini söyler. Annesi bundan pek hoşlanmaz. Yoko bir bestecinin gittiği “Dat” adlı kafeyi arar. Ancak filmde hikaye oldukça geri plandadır.

Oldukça durağan yapıya sahip bir film. Serbest yazar Yoko’nun hamileliğine, kitapçılık yapan arkadaşıyla konuşmalarına, tren yolculuklarına, kısacası gündelik hayatına yoğunlaşılıyor. Sabit kameralı uzun planları var filmin, çekimlerin neredeyse hayatla eşzamanlı olduğu düşünülebilir.


Yönetmen, Yoko’nun devam eden hayatına bir yerinden bakmış ve sonra çıkmıştır sadece, Yoko’nun hayatı filmden sonra da devam eder. Sabit planlar, uzun sahneler, durağanlık bazı izleyiciler için zor olsa da bana göre şiirsel bir tadı var böyle çekimlerin. Gündelik hayatın aslında çok güzel anlarla dolu olduğunu hatırlatıyor. Ayrıca tren seslerini kaydeden Hajime ile yazar Yoko’nun dostluğu öyle dingin ve huzur verici anlatılmış ki film bu anlamda insanda bir rahatlama hissi uyandırıyor. Japon yönetmen Ozu’ya saygı amacıyla yapılmış bu filmin de öyle büyük hikayeler anlatmak gibi bir iddiası yok. Japonya’ya tren penceresinden Yoko ile birlikte bakan dingin bir film. Belki de sessiz dostluklara ve günlük hayata yazılmış bir şiir.


Yirmidördüncü Uluslararası İstanbul Film Festivali “Altın Lale” ödülünü de kazanmıştır film ayrıca.

0 yorum

La Science Des Rêves


HayalMeyal^e..

Stéphane-Stéphanie arasındaki ilginç ilişkiyi konu alan Science of Sleep yine aklımızın kontrolsüz çalışan bölgesine yapılan bir yolculuktan ibaret. İnsani ilişkilerin akıldan kalbe inişlerini anlatmakta uzman olan Gondry, Eternal Sunshine ile anılarda gezerken bu filmde rüyaların içinde seyahat etmeyi tercih ediyor.

Her şey Stéphane^ın (Gael Garcia Bernal) karşısındaki daireye Stéphanie^nin (Charlotte Gainsbourg) taşınmasıyla başlıyor, komik-nedensiz ve anlamsız bir şekilde başlayan ve ne olduğu asla belli olmayan bu ilişki yavaş yavaş gerçeklikten kopuyor ve süslü rüyalarda gezmeye başlıyor. Gerçek ile hayalleri birbirinden ayırt etme sorunu yaşayan Stéphane gözüyle biz de neyin gerçek neyin hayal olduğunu bilmeden filmi izliyoruz ve olmasını istediğimiz şeyleri oldu kabul ederek devam ediyoruz, böylece her izleyen için farklı bir film çıkıyor ortaya.

Film Stéphane^ın hayal dünyasında açıldığı için izleyici olarak oraya bakış atmakta bir sakınca görmüyoruz, çünkü ana sahnemiz zaten hayaller ve hepimiz aslında Stéphane TV izleyicileriyiz. Başından itibaren gerçek dünya ikinci planda kalıyor. Böylece karakterin samimiyetine ve oyunların sevimliliğine inanmak için çaba sarf etmemize gerek kalmıyor.

İlişkiler üzerine, özellikle de aşk üzerine bunca şey söylenmişken Gondry^nin her seferinde aklımızda olan ama ortaya çıkmamış yönleri önümüze sermesine şaşırıp kalıyorum. Onun anlattığı hikâyeler anidenliği, nedensizliği ve aslında basitliği ile herkese ait ve bir o kadar da özel olabiliyor. Hayatını filmlerle geçiren insanlar ilişkilerinde onun karakterlerini arıyorlar, Gondry^nin aktardığı karakterler onlara sevdiklerinden daha samimi ve güzel geliyor. Birçok ilişkide Clem^ler, Joel^ler veya Stéphane-Stéphanie^ler başrol oynuyor..

Science of Sleep, birçok eleştiri aldı, yönetmenin saçmalığı zorladığı söylendi, filmin samimiyeti üzerine oldukça fazla gidildi. Ancak Science of Sleep, aslında basit bir testti. Siz ne kadar çocuksunuz ve bir mutfak musluğundan akan selofandan deniz yapıp üzerinde orman taşıyan bir gemiyi yüzdürebilir misiniz? Burada hayır cevapları büyük çocuklara, evetler ise Küçük Prens^lere gidiyor..

Stéphanie^nin “neden ben” sorusuna “çünkü başka herkes çok sıkıcı” diyen Stéphane^ın bu karşılığı hayatta belki de bir insana söylenebilecek en özel sözlerden birisi ve film sadece bazı replikleri için bile övgüyü hak ediyor. Ayrıca Paralel Senkronize Rasgelelik kavramı ile düzen-rasgelelik savaşının incelenmesi de oldukça keyifli. Zaman zaman bir komedi filmi izliyormuş gibi gülüyoruz, bazen de “saçımı falan okşasan” anlarıyla kalbimizi açıyoruz.

“Bu gece size rüyaların nasıl hazırlandığını göstereceğim. Çok basit ve kolay bir işlem sanılmasına rağmen, aslında bundan biraz daha karışıktır. Gördüğünüz gibi işin sırrı karışık malzemelerin muazzam karışımlarıdır. Önce biraz gelişigüzel fikir atıyoruz. Sonra bir tutam günlük anı ekliyoruz ve bunu geçmişteki hatıralarla karıştırıyoruz. Aşk, arkadaşlık, ilişkiler ve diğer tüm ş’li şeyler, gün boyunca duyduğumuz şarkılar, gördüğümüz şeyler ve kişisel bir eşyamızla karıştırıyoruz. Tamam tamam, sanırım oldu”

Science of Sleep^in başkarakteri Stéphane^a göre bir rüya tarifi olan bu anlatım, günümüzün dahi çocuğu Michel Gondry için “Bir film nasıl yapılır” açıklamasıdır aslında ve ben onun anlattığı her şeye inanıyorum..

4 yorum

Eternal Sunshine of the Spotless Mind

Haavi'ye...

Bu filmle ilgili her şeyi okuduk, “Eternal sunshine of the spotless mind” adının Alexander Pope’un “Eloise to Abelard” şiirinin bir dizesinden geldiğini biliyoruz, hatta buradan Eloise ve Abelard’a ulaşıp onlar hakkında da her şeyi öğrendik, Clem’in değişen saç renklerinin anlamlarını da biliyoruz, rüyaların her karesini de ezberledik, filmi ileri geri alarak Clem silinmeye başladığında önce bir ayağının yok olduğu anı bile yakaladık, artık her şeyi biliyoruz.. Bu filmle ilgili yazılacak ya da söylenecek yeni bir şey kalmadı. "Everybody s gotta learn sometime"ı duyunca geldiğini anladığımız ağlama isteği gibi bir hisle yazıyorum bu yazıyı, öyle burnum sızlayarak hissettiklerimi yazmak istiyorum sadece.

Filmi ilk izlediğimde sesim çıkmamıştı sanırım hiç, Charlie Kaufman, Spike Jonze ve Michel Gondry ne yapsa izlemiştim, nasıl dehalar olduklarını biliyordum, Kaufman’ın o hiç kimselere benzemeyen aklından, Gondry’nin oyuncaklı zekasından haberim vardı, ama bu bambaşka bir şeydi, nefesim kesildi heyecandan, aşkı tüm karmaşıklığıyla ortaya seriyordu film, tam da bu yüzden güzel belki diyordu, sonu baştan bilinse bile güzel, aynı şey tekrar tekrar yaşansa bile güzel, hep aynı yere varılsa bile yolculuk güzel.. Woody Allen’ın açtığı yoldan gidiyordu yönetmen, ama yanına rengarenk dünyasını, aşka iyimser olmasa bile biraz umutlu bakışını alarak. Üstelik insan beynini yine oyun alanına çeviriyordu Kaufman ve Gondry, oraya oynamaya gidiyorduk, orada sevdiğimiz kişiyle el ele dolaşabilir, koşabilir, belki saklanabilirdik bile -hem de kendi istediğimizi sandığımız şeylerden ve kendi irademizin buyurduklarından bile.. Hani isteriz ya hep bazı sevdiğimiz anları bir yere saklamayı, sonra çıkarıp oradan yeniden yaşamayı, istersek yaşarız diyordu sanki Kaufman ve Gondry, onlar hep orda, yeter ki bırakmayalım onları, o zaman kaybolmazlar bir yere, istesek de, hatta silsek bile..

Belki de oynamayı bilmiyorduk biz henüz, Kaufman ve Gondry elimizden tutup gösteriyordu ne yapmamız gerektiğini, onlarla birlikte kendi içimizde, aşkın içinde kayboluyorduk, ve artık “keşke sildirebilseydim seni” ekleniyordu kavga sözlerimize, ama biliyorduk da artık istesek de silinmiyormuş bazı şeyler, ne yapsak gitmiyormuş, aşkın hafızayla anılarla olan bilimsel ilişkisine inat, kulağımıza fısıldanan bir söz, kalbimize yerleşip gitmiyormuş ordan, silinen yüzlere, toparlanıp kaldırılan anılara rağmen..

Bu gerçekten çok özel bir film ve kesinlikle adı sinema var oldukça aşk filmleri listelerinin en başlarında yer alacak, benimse gönlümün başyapıtlarından biri.. Filmi izlerken hiç sesim çıkmadı, ancak film bittikten sonra ağzımdan çıkan ilk şey “hadi bir daha” oldu. O nedenle bu yazıdan sonra “hep birlikte hadi bir daha”.. Tekrar tekrar Montauk’a döner gibi bu filme dönelim yeniden..

6 yorum

Lord of War


“Size dünyanın kimlere miras kalacağını söyleyeyim.. Silah tüccarlarına.. Çünkü diğerleri birbirini öldürmekle meşgul”

Lord of War, 2005 yapımı Andrew Niccol filmi.

Yuri Orlov (Nicolas Cage), hayatının ilk yirmi yılını sessiz sakin geçirdikten sonra bir gün insanoğlunun içindeki kötülüğün, iyiliği her zaman yendiğini keşfeder ve en az gıda kadar insani bir ihtiyaç olarak gördüğü silah satışına başlar. Kardeşi Vitaly (Jared Leto) ile amatör olarak girdiği bu yolda zamanla tek başına kalarak dünyanın en büyük silah satıcısı olur.

Aslında Yuri, her ne kadar şeytanın kendisi gibi gözükse de sadece içindeki kötülüğü ve herkesle ortak olan hırsını başka bir yöne kanalize etmiş olan basit bir insandır. Film boyunca hiçbir insana silah çekmemesi ve kimseyi vurmaması da ölümün farklı yollarla olsa da insan hayatında önemli bir yeri olduğunu anlatır. Katil olmak için illa ki kurşun sıkmak gerekli değildir, elinizde dolaşanlar bile kanı size taşıyacaktır. Bu durumda Yuri şeytan değildir, sadece iyi olmanın büyük bir çaba gerektirdiği günümüz dünyasında çırpınmayan insanlardan birisidir.

Vitaly ise yaşanılanları yakından izleyemeyecek kadar duygusal bir insandır ve hiçbir şeye bulaşmadan yaşamayı ancak kendisini kaybederek başarabilir. Onu iki kez kliniğin kapısına kadar götürüp bırakmamız da aslında onun dış dünyadan korunmak için böylesine bir hapishaneye ihtiyaç duyduğunu anlatmaktadır. Ancak “iyi olmak ve iyi kalmak” imkansızken, daha fazla ortalarda dolaşamaması da kirli dünyanın doğallığındandır..

Yasal gibi gözüken yasadışı işler olduğunda olaya mutlaka dahil olan FBI ajanı rolünde Ethan Hawk oynuyor, belki Ethan^ı sevmemden dolayı rahat ısındım ama karakter bize her zamankilerden fazla bir şey sunmuyordu.

Filmin sevmediğim bir yönü, bu tarz filmlerde kadın karaktere yüklenen sabit rollerden birisini seçmiş olması. Yuri^nin eşi Ava Fontaine Orlov (Bridget Moynahan) geleni gideni ve sınırsızca önüne sunulanları kabul edip, sadece bir ajan yüzüne gerçekleri net bir şekilde bağırdığında tepki veriyor. Kadınların olanları kabul edip, belki de buna son diyebilecek tek varlıklar olmalarına rağmen sessiz kalmaları Baba serisinden beri sinemanın klişelerinden. Görünürde şeytan ile görünürde melek, maalesef görünmez bir işbirliği içerisindeler ve kalkanlar herkesi koruyor. Bu noktada iyi ile kötü aynı potada eriyor ve aslında iyilik ya da kötülüğün hiçbir karakterin üzerinde olmadığını anlıyoruz.

Afrika^daki içler acısı durumu da belgesel gibi izliyoruz, Liberya ve Sierra Leone^deki insan hayatının ucuzluğunun son derece korkunç biçimde farkına varıyoruz. Bazı yerlerde insanlar sadece ölmek için doğuyorlar ve maalesef kimin nerede ve ne zaman öleceğine karar veren, bundan çıkar sağlayan varlıklar da tepemizde yaşıyor.

Film, insanoğlunun dünyadaki egemenliğini elde ettikten hemen sonra kendisi ile çatışmaya girdiğini ve bunu yapmayı bugüne kadar sürdürdüğünü ve gelecekte de savaşın asla bitmeyeceğini üzerine basa basa vurguluyor. Sağda solda gördüğümüz katliamlarda kullanılan oyuncakların her zaman daha yüksek yerlerden düştüğünü ve içimizdeki bu oyun sevgisi bitmedikçe de daha çok bedenin yere yıkılacağını gösteriyor.

Başrolünde Nicolas Cage^in oynadığı bu “Amerikan” filmi, emsallerine göre biraz sert oynuyor, ama bu oyunun da yükseklerde yazılmadığını kimse garanti edemez..

“Dünyanın en büyük silah sağlayıcıları: ABD, Büyük Britanya, Rusya ve Fransa. Aynı zamanda hepsi de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin kalıcı üyeleridir.”

3 yorum

Annie Hall

Woody Allen’ın 1977 yapımı filmi. Komedyen Alvy Singer (Woody Allen)ve Annie Hall (Diane Keaton) arkadaşları aracılığıyla tuhaf sayılabilecek bir şekilde tanışırlar. Görüşmeye başlarlar, aşık olurlar, birlikte yaşarlar ve ayrılırlar. Yani bildiğimiz gibi hep, Alvy nevrotik, kadınlarla sorunları olan, gergin bir karakter yine, Annie de ona benziyor sanki biraz, şaşkın, özgüvensiz.. Aslında tam da birbirlerini bulmuş gibi görünüyorlar, ama tabi ki öyle olmuyor.

High Fidelity, Eternal Sunshine of the Spotless Mind ve ilişkilerle ilgili pek çok filmin atası sayılabilecek bir film bu. Birbirlerini çok sevdikleri halde karmakarışık hale getirilmiş ve artık yürütülemeyen bir ilişki söz konusu. Hüzünlü bir hikayesi var tüm eğlenceli taraflarına rağmen, aslında Woody Allen’ın ilişkilerle ilgili karamsar bakış açısına sahip denmeli. Woody Allen sinemasını takip edenler bilir, ilişkiler güzel başlar ve hep düğüm olup biter, ancak sonra aşk yeniden çıkagelir.. Her aşk da hemen hemen aynı şekilde başlar, öyle de biter, gülerek alınan kitaplar ayrılırken paylaşılamaz, sabahlara kadar yapılan konuşmalar yerini tedirgin sessizliklere bırakır, yepyeni bir şeyin heyecanı zamanla aynı şeylerin sıkıcılığına dönüşür, önceleri ilginç görünen farklılıklar sonraları her tartışmanın başlıca konusu olur, cinsel sorunlar ortaya çıkar, ufacık şeyler büyütülüp dayanılmaz hale getirilir ve her şey biter; ayrılıktan sonra ise bir süre boşluğa düşülür ve her şey korkunç görünür, ancak belli bir zaman geçince güzel anlar geri gelir. Alvy ile Annie de aynı şeyleri yaşarlar, ayrılıklarının üzerinden zaman geçtikten sonra görüşürler; tüm kıskançlıklar, tartışmalar, farklılıklar geride kalınca Alvy ne kadar şanslı olduğunu, Annie’nin harika biri olduğunu hatırlar. Çünkü aşk her şeye rağmen, tüm bu karmakarışık haline rağmen güzeldir, belki biraz bunlarla güzel..

Hüzünlü, gerçekçi ve hoş bir aşk hikayesi bu, Woody Allen’a has garip ve güzel detaylarla dolu, Alvy’nin kameraya bakıp izleyicilerle konuştuğu bölümler, ya da Alvy ile Annie’nin kendi geçmişlerinde dolaşıp gençliklerini izledikleri bölümler gerçekten çok güzel. Bunlar dışında çok da eğlenceli, hemen tekrar izleme isteği uyandıran özel bir film, o kadar güzel yazılmış diyaloglar var ki hemen onları tekrar duyabilmek için bile yeniden izlemek istiyorsunuz. Belki her aşık olunduğunda ya da bir ilişki bitirildiğinde izlenmeli, belki de bir bahane bulup sürekli izlenmeli. Bir arkadaşımın bu film için dediği gibi tam da; “filmin sonunda gözyaşlarım akarken gülüyordum da..”

Son söz ise Alvy’den;

“Adamın biri psikiyatriste gider ve ‘doktor kardeşim delirdi, kendini tavuk sanıyor’ der. Doktor ‘neden onu getirmediniz?’ diye sorar. Adam ‘Getirirdim ama bana yumurta lazım’ der. İlişkiler hakkında ben de böyle düşünüyorum. Tamamıyla mantıksız, çılgınca ve saçmadır, ama sürdürmek zorundayız, çünkü çoğumuzun yumurtaya ihtiyacı var.”

4 yorum

Snatch.


2000 yapımı bir Guy Ritchie filmi.

Turkish ve Tommy lisanssız boks maçları düzenleyen ve bahislerinden para kazanan küçük tiplerdirve bu işin babalarından Brick Top ile bir maç ayarlarlar. Ancak Tommy^nin karavan almaya giderken yanında götürdüğü boksörlerinin bir Çingene tarafından hastanelik edilmesiyle işler karışır.

İndirdiği boksör yerine ringe çıkan Çingene kendisine söylenen “4. Rauntta yerdesin” sözüne kulak asmaz ve Brick Top, annesini karavanla birlikte ateşe verir, bundan sonra anladığımız tek şey ise bir Çingene’ye asla sert çıkılmaması gerektiğidir.

Bir yanda bahisçiyi soymaya çalışanlar, diğer yanda kurşun atlatan Rus, dört parmak Franky, her yerde dolaşan 84 karat elmas ve bir Çingene köpeği.. Her şey öylesine birbirine girer ki, kim kimi ne zaman ve neden öldürüyor anlayamazsınız, herkes ortaya karışıktan kendine kesilecek bir hesap çıkartır.

Yine harika bir tempo ve Lock, Stock and Two Smoking Barrels kadar hareketli ve eğlenceli bir film çıkmış ortaya. Oyuncu seçimi yine kusursuz, Jason Statham - Guy Ritchie beraberliği tescillenirken, “Franky four Fingers” Benicio Del Toro ve Çingene Rolüyle Brad Pitt harika performanslar sergiliyor.

İzlendiği zamanı keyifli kılan, Gangsterleri ve onların ucuz hayatlarını komedi unsuruymuş gibi inceleyen film benim için önemli yapıtlardan birisi. Lock, Stock ile beraber bir günde izlenmesi gününüzü kurtaracaktır.

3 yorum

Lock, Stock and Two Smoking Barrels


1998 yapımı bir Guy Ritchie filmi.

Soap, Tom, Bacon ve Eddy adındaki dört kafadar, o zamana kadar buldukları 25’er bin poundu bir gecede ikiye katlamak için toplam 100 binle kumar olayına girerler. Olay büyük kumarbazımız Eddy ise küçüktür, her ne kadar doğduktan sonra yaptığı tek düzgün şey kumar oynamak olsa da bu oyunu her zaman oynatan ya da hile yapan kazanır.

Eddy, Harry ile girdiği oyunun neticesinde kendisi ve arkadaşları adına 500 bin pound borçlanır ve bunu ödemeleri için bir haftaları vardır, ödeyemedikleri her gün için birer parmakları ve sonunda da Ed^in babasının barı elden gidecektir. Şimdiye kadar hiç yasal iş yapmayan insanların (Soap hariç) bu kadar yüksek miktarda paraya ihtiyacı olması durumunda buldukları çıkar yolları da pek yasal değildir. Hırsızın hırsızı olurlar, her şey bir şekilde yoluna girer, olaylar gelişir, karışır ve keyifle izleriz..

Film gerçekten son derece eğlenceli ve mükemmel bir kurguya sahip. Özellikle kahramanlarımızın olayın içinde dolaşmalarına rağmen üstlerinin kirlenmemesi ve her şey bittiğinde barda bira içebilecek noktaya gelişleri son derece iyi ayarlanmış, kurguda hiçbir şey zorlama durmuyor ve filmin heyecanlı atmosferi içerisinde gayet iyi eriyor.

Oyuncu seçimi konusunda da film çok başarılı, özellikle Nick Moran ve Jason Statham tam olarak istenen insanlardır sanırım, bu karakterlere daha iyi oturabilecek insan bulamazsınız. Sonuçta bu film benim Guy Ritchie’yi sevme nedenim, zaman bulunca tekrar izlerim.

Bir de filmi "Ateşten kalbe akıldan dumana" şeklinde çevirmek neyin nesidir..

1 yorum

Hot Fuzz


2007 yapımı Edgar Wright filmi.

“Nicholas Angel (Simon Pegg), işinde son derece başarılı bir polis memurudur. Londra’da kazanmadığı ödül, almadığı onur madalyası ve neredeyse tutuklamadığı insan kalmamıştır. Diğer polis memurlarına oranla %400 daha fazla tutuklama yapan Angel kanunları gevşetmemesi nedeniyle polis teşkilatının imajını zedeler ve bu başarılarından ötürü Stanford kasabasına çavuş olarak gönderilir!

Yıllardır en güzel kasaba yarışmasının birincisi olan ve C ile başlayan kelimenin 20 yıldır telaffuz bile edilmediği, her şeyin kendi kendine icabına bakan bir yerdir Stanford. Fakat Çavuş Angel geldiği ilk günden itibaren o muhteşem yetenekleri ile görünen kısmın altına inmeyi başarır ve Stanford^ın aslında o kadar da huzurlu bir yer olmadığını gösterir.”

Şimdi film için böyle bir giriş yapınca son derece ciddi bir Bruce Willis filmi bekliyorsunuz belki, haklısınız da.. Bu konulara sahip filmler milyon dolarlık gişelerle her sene tekrar tekrar gösterime giriyor. Su katılmamış aksiyon, ölmeyen süper kahramanlar ve silahlar her zaman ilgi çekiyor. Ama bu film başka, bu film diğerlerinin ne kadar ucuz olduğunu öyle güzel ve esprili bir dille anlatıyor ki aslında su katılmamış aksiyon sinemasının suyunun çıkmasının ne kadar komik olduğunu görüyoruz.

Filmin bazı noktalarında ciddi anlamda gözlerim yaşardı, klişelerin hepsini finaline saklaması ve film boyunca Angel^a sorulan soruların tamamının yanıtını vermesi gerçekten çok güzeldi. Final sahnesindeki tüm zamanların en önemli klişesi de tam sona yakışır cinstendi. Simon Pegg insanını artık görünce gülmeye başlıyorum ben, yine harika bir oyunculuk çıkarmış. Polis memuru Danny Butterman rolüyle de Nick Frost süper eşlik ediyor.

Filmi diğer “tüm filmleri az biraz eleştirelim parayı bulalım” filmlerinden ayıran en önemli unsur sanırım eleştirme şekli ve zekası, Shaun of the Dead sonrası yine çok başarılı bir komedi çıkmış ortaya, zamanı güzelleştiriyor.

Not: Nick Frost^un Keanu Reeves olduğu sahne filmin en çok güldüğüm sahnesiydi..

6 yorum

Super Size Me

A Pizza Hut! A Pizza Hut! Kentucky Fried Chicken and a Pizza Hut! A Pizza Hut! A Pizza Hut! Kentucky Fried Chicken and a Pizza Hut! McDonalds! McDonalds! Kentucky Fried Chicken and a Pizza Hut! McDonalds! McDonalds! Kentucky Fried Chicken and a Pizza Hut! I like food! I like food! Kentucky Fried Chicken and a Pizza Hut! You like food! You like food! Kentucky Fried Chicken and a Pizza Hut!


Amerika Birleşik Devletleri'nde iki obez teenager kızın şişmanlıklarının sorumlusu olarak gördükleri McDonald's'a dava açmalarının ve mahkemenin şişmanlık ve McDonald's arasında şüpheye yer bırakmayacak bir bağlantı bulamamasının akabinde Morgan Spurlock'ın "dur bakalım ben bir ay günde üç öğün McDonald's yiyeyim de göreyim gününü" diye kendini ortalıklara atıp sadece 11 kilo almakla kalmayıp, karaciğerini de pelteye dönüştürmesinin hikayesi. Bol röportajlı bol eleştirel bol mesaj kaygılı... 2004 Sundance Film Festivali'nde gala, en iyi belgesel Oscar adaylığı

Michael Moore'un Bowling for Columbia ile başlattığı trendin bir başka halkası. Kendisinin silah satışları ve K-Mart ilişkisini çözümlemesinden sonra şimdi de Amerikan toplumunun obezite problemine McDonald's penceresinden bakıyoruz. Ama eğer siz de benim gibi bu tarz filmlerden sıkıldıysanız koşarak kaçmanızı tavsiye ediyorum zira "kör gözüm parmağına" yaklaşımı son sürat devam etmekte. 30 gün boyunca toplam 90 öğünde hamburger, çizburger, kızarmış patates, kola, milkshake gibi yüksek yağ, yüksek şeker içeren ürünlerle beslenen herkesin Morgan Ağbi misali Türk kasına sahip olacağını bilmiyor muyduk? Gayet de biliyorduk. Ha belki karaciğer yıpranmasında, psikolojik çöküntüde, hatta cinsel performans düşüklüğünde bu kadar etkisi olacağını tahmin etmiyorduk ama yine de sürpriz olmadı bu sağlıksal mesele bizim için. Ama gene de film elinden geleni yaptı. Aç karınla izlerken önce "Ay bi BigMac olsa da yesem" dedirtti sonradan insanı kızarmış patatesten tiksindirtti.

Lakin film bence asıl yapması gerekeni yapmadı. Büyük şirketlerin reklam politikaları ve çocukların zihnindeki hatırlanma yüzdesi gibi gerçekten enteresan bir konuya teğet geçip işi voleyi kalori cetvelleriyle vurmaya kalkıştı. Halbuki İsa'yı ve George Washington'ı tanımayan çocukların Ronald McDonald'ın şeceresine dair ayrıntılı bilgi sahibi olması aslında meselenin belki de en can alıcı yanıydı.

Tıpkı bunun gibi filmin üzerine basmaktan kaçındığı daha doğrusu yanlış yönden yaklaştığı bir diğer mesele de filme adını da veren super size. Yani McDonald's, Burger King, KFC ve daha nice fastfood zincir restoranında yemek yiyip de "Büyük seçim ister misiniz?" sorusuyla karşılaşmayan yoktur sanıyorum. aradaki fiyat farkı ihmal edilebilir düzeyde düşük olduğu için sanki kar ediyormuşuz gibi hisseder ve kabul ederiz çoğunlukla bu teklifi. E ama aslında bunu yemeyecektik ki biz... Ama şimdi aldık nasılsa verdik bir kere parayı, e o zaman afiyet, bal, şeker olsun; kat kat yağ, löp löp et olsun! Ve sonuç? İhtiyacı olmayan şeyleri tüketme alışkanlığı kazanan küçük tüketim toplumu zavallılarıyız. Pekiyi kim kazandı? Welcome to the world of capital!!!

Bir de filmde röportaj yapılan fazla kilolu genç kızlar vardı iki tane. Bir tanesi "Ben fakirim her gün Subway Sandwich yiyemem" dedi diğeri Cosmo Teen'deki genç kız imajları yüzünden kendisini ne kadar kötü hissettiğini anlattı. "The thinner, the better" üzerinden işleyen vücut endüstrisi en çok gençleri, özellikle genç kızları vuruyor. Bunun bir nevi cinsel taciz, haydi o açıdan bakmayalım ama, bir insan hakları ihlali olduğunun kimse farkına varmıyor. Şişmanların, çirkinlerin, uyumsuzların toplumda kabul göremeyecekleri fikri her gün yeniden yeniden üretiliyor. Lakin film elindeki bunca güzel malzemeyi bir türlü kullanmayı beceremiyor.

Velhasıl, on numara kapitalizm eleştirisi yapma potansiyeline sahipken konunun etrafında dolaşıp bir türlü kalbine varamayan bir film bu. İnsanı fastfood'a bir müddet için de olsa tövbe ettirebilir ama izleyenlerin pek çoğunu aksine özendirdiği de bir gerçek. Sonuç olarak çok kötü bir film olmasa da, hatta McDonald'slarda super size uygulamasının kaldırılmasına, salata menülerinin (ki içindeki soslarla hamburger yemiş kadar olursunuz) sunulmasına, insanlarda bir anti-fastfood aktivizminin gelişmesine de yol açsa yine de orijinal bir fikir olamıyor. Bize de kendisine 10 üzerinden 6,5 vermek düşüyor.

3 yorum

The School of Rock


2003 tarihli Richard Linklater filmi.

Sahnede kendisini kaybedip rock destanı yazdığını düşünen ancak dışarıdan bakıldığında komik ve yeteneksiz gözüken Dewey Finn (Jack Black) karakterinin bu aşırılıkları yüzünden grubundan şutlanması ile başlayan hikâye, arkadaşının yerine bir ilköğretim okulunda öğretmenliğe başlaması ile şekilleniyor.

Aslında film konuya yayılamayacak kadar eğlenceli ve içerisinde ezber tutmayan çocukluklar barındırıyor. Dewey, sadece biraz para kazanıp yeni grubuna hazırlık yapmak için arkadaşının yedek öğretmenlik şansını ondan habersiz kullanıyor ve birden Mr.S oluyor. Mr.S o zamana kadar hayatında hiçbir şey öğretmemiş bir adamken karşısında öğrenmek için dizilmiş bir sürü ufaklık buluyor ve Mr.S rock müzik hariç başka hiçbir şeye kendisini veremediğinden öğretebileceği en iyi şeyi aşılamaya başlıyor..

Özellikle tahtaya rock tarihinin önemli noktaları ve gruplarının yazıldığı sahnede gözlerimden yaş geldi. Led Zeppelin, Black Sabbath da okul müfredatına Dewey gibi tepeden bir giriş yapmış oldu.

Aslına bakılırsa Dewey karakterinde filmin eğlencesi ve hüznü toplanıyor, bu tek bir adamın filmi ve o adam bize birçok şeyi bağıra çağıra anlatıyor. Büyüyen insanların kaybettikleri hayatlardan, büyürken yaşanan değişimlerden ve bir şeye saplanıp kalanların çocuksuluğundan bahsediyor film.. Dewey çocukluk hayalini bırakıp gidenlerden değil, aksine yerine gelmeyeceğini bile bile ona sarılıp onunla büyümeye çalışanlardan birisi, belki de şu hayatta en çok saygı duyduğum insan tiplerinden.. Konu bazen müzik olur, belki bir motor ya da araçla yollar düşme hayalidir, belki beraber dünyayı dolaşma fikridir, fark etmez, sadece insan beraber hayal kurmayı başardığı ilk varlığı bırakmamalı ve büyümemek uğruna onunla beraber sürüklenmeli.. Herkes seni adam yapmaya çalışırken hayal kovalamak çok zordur bu hayatta, “çalışıp adam olursun” insanların gözünde, oysa ki yaptığın sadece hayatından dakika tüketmektir ve sona varana kadar da yavaş yavaş eriyip gidersin..

Okul müdiresi olan Rosalie Mullins (Joan Cusack) ve Dewey^in ev arkadaşı Ned (Mike White) karakterlerinde iki ayrı konu işliyor Linklater. Birisinde dönüşümünü tamamlamış ve artık geri dönüşü olmayan bir yetişkinliğe saplanmış Rosa korkunç bir gerçek gibi yüzümüze vurulurken, diğer yanda henüz yavaş yavaş hayalini terk edip diğerlerine katılmaya hazırlanan Ned karakteri kurtuluşu bekliyor.

Dewey tüm bunların ortasında bir çocuk gibi, arkadaşlarını buluyor ve onlarla birlikte bir grup oluşturuyor, her şey belki de ilk kez tam olarak istediği gibi gidiyor.. Çünkü ortada inanmak için neden aramayan güzel varlıklar, ufaklıklar var..

Filmin temposu, soundtrack^i ve Jack Black^in performansı gerçekten harika, özellikle sonu izlediğim en keyifli sonlardan birisiydi, yerinde duramayıp grubu tekrar sahneye çağıran insanlardan birisiydim.. Her geçen gün daha da sevdiğim Richard Linklater^ın kalıpların dışında bir insan olduğunu ve istediği zaman istediğini çekebilecek kadar “bağımsız” olduğunu daha iyi anladım.. Ayrıca Jack Black insanı da High Fidelity sonrası Barry benzeri bir karakteri canlandırarak gönlümdeki yerini sağlamlaştırmıştır, artık tanışırsak neler konuşabileceğimizi bile tahmin edebiliyorum..

2 yorum

Candy

Dönen bir çemberin içinde başlıyorlar filme Candy (Abbie Cornish) ve Dan (Heath Ledger). Çok mutlular. Birbirlerini seviyorlar. Daha filmin en başında gülümsemelerinin solacağını biliyoruz, neyi izleyeceğimizi biliyoruz. Gerçekten çok güzel bir açılış sekansı var filmin. Ancak Candy ve Dan o çemberden hiç çıkamıyorlar, içinde dönüp duruyor, ama bir türlü onu durduramıyorlar. Önce Cennet’teler, sonra Yeryüzü’nde, en son ise Cehennem’de; ama hep o çemberin içinde…

Candy ve Dan uyuşturucu bağımlısı iki gençtir. Birbirlerine deli gibi aşıktırlar. Evlenirler. Candy hamile kalınca da bir bebeğin onları değiştirebileceğini düşünüp uyuşturucuyu bırakmaya karar verirler. Üç günlüğüne bırakırlar da, ancak dayanamazlar ve zamanından önce doğan ölü bir bebekleri olur, çember dönmeye devam eder…

Film Cennet, Yeryüzü ve Cehennem olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Ele aldığı konu ve bölümlü yapısı nedeniyle Requiem for a Dream’i akla getiriyor, ancak bu tasarlanmış bir benzerlikten çok uyuşturucunun yarattığı bir benzerlik gibi duruyor. Konu uyuşturucu olunca farklı bir hikaye anlatmak mümkün olmuyor sanki. Bu nedenle, ne Candy’nin bir farkı var Marion’dan, ne de Dan’in Harry’den. Candy de para bulmak için kendini satıyor, Dan de hırsızlık/dolandırıcılık yapıyor. Ancak bunları Harry ve Marion’a göre daha kolay yapıyor ve daha kolay hazmediyorlar, sanki karakterler onlar kadar derin değil gibi. Bir de son bölüm olan Cehennem bölümü diğer bölümlere oranla daha çok umut vaad ediyor. Bu yüzden Requiem for a Dream’e göre daha mutlu bir sonu var bu filmin, Candy en azından temizleniyor, ortada yaşanamayan büyük bir aşk kalsa da…

Başarılı oyunculuklar, çok güzel planlar ve iyi bir soundtrack çalışması var filmde, ve gerçekten çok güzel bir açılış sekansı.. Ancak yine de izledikten sonra bir aynılık tadı bırakıyor, ama bu yönetmenden değil de, uyuşturucu filmlerinin kaderinden kaynaklanıyor sanki, çünkü herkesi silip kendi hikayesini yazıyor uyuşturucu, herkese aynı hikayeyi..

2 yorum

Man Bites Dog


Filmin orjinal adı: C'est arrivé près de chez vous. Telafuzu ve anlamı daha kolay olmasından ötürü başlık olarak, filmin ingilizce ismi "Man Bites Dog"'u tercih ettim.


Belçikalı üç sinema öğrencisinin yönettiği Man Bites Dog, 90'lı yılların oldukça ses getiren işlerinden biriydi. Bugün bu filme baktığımızda belki çok daha farklı bir anlam taşıdığını söyleyebilriz. Filmin söylemek istediklerinin, bugün yaşadığımız durumla birebir örtüştüğünü yadsıyamayız.

Film, bir katil olan Ben'in doğal yaşamını anlatan bir mockumentary(kurmaca belgesel). Film boyunca TV için çekilmekte olan bu sahte belgeselin oluşum sürecini izliyoruz. Filmin yönetmenlerinden biride katili oynayan Benoît Poelvoorde. Filmde belgeseli görüntüleyen kameraman André Bonzel ve röportajcı Rémy Belvaux'da filmin diğer yönetmenleri. Filmin orjinal ismi "C'est arrivé près de chez vous"'nin anlamı "hadise yanı başımızda oldu" demek. Filmin ingilizce ismi ise bana kalırsa daha bir anlam taşıyor. "İnsan Köpeği Isırırsa". Bir köpeğin insanı ısırmasının haber değeri taşımayıp insanın köpeği ısırmasının epey bir haber değeri taşıyacağı ifadesine bir gönderme. Bir nevi medya'da neyin haber olup olamayacağına dair yazılı olmayan kurallara yapılmış bir gönderme. Filmin aslında salt bir medya eleştirisi yada herhangi bir kuruma yada görüşe karşı tutunduğu net bir tavrıda yok. Film sadece her hangi bir zaman dilminde olmuş yada yakın/uzak gelecekte vuku bulabilcek bir duruma değinmeye çalışıyor. Ben'in hangi değer yargılarına sığınarak cinayet işlediğini anlayamıyoruz aslında. Kimi zaman para için kimi zamansa zevk için öldürdüğü apaçık ortada. Ayrıca ilgiçte bir katil profili çiziyor. Oldukça normal sayılabilecek bir aile çevresi var. Bu adamın nasıl olup da bu kadar normal bir aileden böyle manyak bir psikopat olduğuna, ilk başlar da oldukça şaşırıyorsunuz. Katilimizin şiire, müziğe ve genel anlamda sanata yönelik ilgisi ise gözden kaçacak gibi değil. Yer yer komikte sayılabilecek espriler yapıyor. Hatta bir süre sonra seyirci ile empati kurmayı başarabiliyor. Filmi izleyenler hiç çekinmeden bunca korkunç cinayet işlemiş (bunların içinde ufak bir çocuk da var) bu adama sempati duyabiliyor. Bu durum filmin hedeflediğine ulaşmasını sağlıyor aslında. Yazının başlarında değindimiz gibi; günümüzde medya insanı o kadar hipnotize edici hale geldi ki artık kendi fikirlerimiz yada değer yargılarımızdan ziyade izlediğimiz bir TV kanalının anlattıklarını benimser olduk. Gözümüzün içine baka baka yalan söyleyen bir siyasetçiyi destekleyip; Her türlü pisliğe bulaşmış hatta kendince çete kurup mafyacılık oynayan insanları baş tacı etmişiz. Aslında çok da garipsenecek bir durum değil. Çünkü biz katil kişileri "seninle gurur duyuyoruz" nidalarıyla destekleyen bir toplum daha ziyade insan nesliyiz. Oliver Stone'nun Naturel Born Killers" da fenomene dönüşen katil çiftini de hatırlayabiliriz. Belki de ileride TV'den naklen cinayet izleyecek duruma geleceğiz. Bu durum belki çok uç bir varsayım gibi duruyor ama; gidişatımız bu durumun gerçekleşemeyeceğine dair kesin bir yargıyı da koyamıyor. Önümüzde somut bir şekilde duran Irak Savaşı ve bunun Amerikan televizyonlarına yansıyış biçimin hatırlayalım. Her şeyi gördüğü gibi algılayıp sorgulamayı akıl edemeyen halk için medya, çok rahat bir ikna ve kandırma merkezi. Hala "Rambo" filmleri sayesinde Vietnam savaşını kazandığını zanneden amerikan gençleri olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Neyse bu tartışmaların sonu yok. Bir şekilde yaşayıp görüyoruz/göreceğiz.

Filmin genel olarak biçimsel özelliklerine de kısaca değinelim; Filmin siyah-beyaz tonu, olaya oldukça gerçekçi bir hava katmış. Filmin temposunun arttığı kimi sahneler de titreyen kamera, birebir yaşanmışlık hissini oldukça inandırıcı biçimde yansıtıyor. Hatta bu inandırcılık kimi cinayet sahnelerinde izleyeni ufak bir dehşete de düşürmüyor değil. Filmin sahte bir belgesel olduğu gerçeğini kendinize zoraki olarak kabul ettiriyorsunuz. Sonuç itibariyle Man Bites Dog, her zevke ve bünyeye hitap eden bir film değil. Kimilerine oldukça rahatsız edici gelebilir. Ama bir çok yönden de izlenmesi ve keşfedilmesi gereken kült bir klasik.

3 yorum

Mysterious Skin

Gregg Araki, Scott Heim’in romanından sinemaya uyarladığı bu filmde aynı taciz olayının kurbanı iki çocuğun çocukluğunu, gelişimini, hayatlarını paralel olarak anlatıyor. Çocukken yaşanılan bu olay Brian (Brady Corbet) için uzaylılar tarafından kaçırıldığını düşündüğü tamamen karanlık bir dönemi, Neil (Joseph Gordon Levitt) içinse daha sonra hiç bulamayacağı bir çocukluk aşkını ifade eder. Aynı olay ikisinin geleceğini de farklı şekilde etkiler. Filmin sonunda karşılaşır ve o günle ilgili konuşurlar ve film boyunca sır olan gerçek ortaya çıkar.

Çocuklara yönelik taciz gibi sert bir konuyu ele alan yönetmen buna uygun olarak sert bir üslup kullanmış, film bazı rahatsız edici sahnelere sahip olsa da çocuklar konusunda titiz davranılmış, herhangi bir şekilde bu konu sömürülmemiş. Yönetmen çocuk tacizini incelerken aynı zamanda iyi bir Amerikan eleştirisini de büyük ustalıkla yapıyor. Televizyonda kafası karışık insanların katıldığı UFO programları, hastalık ve şiddet dolu bir New York, sadece büyük şehirlerin değil kasabaların da kirlendiği bir Amerika…

Aykırı filmlerin yönetmeni Amerika’nın mutlu aile yaşantısına sert darbeler indiriyor yine. Aynı zamanda çocuklukta yaşanan olayların nasıl tuhaf, farklı şekillerde hatırlanabildiğini buna rağmen insanın hayatını tümden belirlediğini de gösteriyor. Yönetmen çocukları kullanmamak adına pek çok şeyi göstermeden anlatabilme becerisi sergiliyor. Küçük büyük tüm oyuncular çok iyi bir performans göstermişler, ancak küçük oyuncular tam anlamıyla harikalar yaratıyor. Film anlattığı konunun sertliğine rağmen oldukça sakin ilerliyor, tam da bu sakinlik insanın sinirini bozan bir şeye dönüşüyor. Bu konuda yapılabilecek belki de en sade filmi yapmış yönetmen.

3 yorum

Bubble

Üç fabrika işçisinin sıradan hayatları vardır. Aralarında geçen konuşmalar genellikle öğle yemekleri sırasında gerçekleşir. Ama bu konuşmalar da hemen hemen aynı şeyler üzerinedir. Hepsi de başka bir işte daha çalışmakta ve burdan çıkınca oraya gitmektedirler. Duygusal bir yakınlaşma sonrasında yaşananlar ve bir cinayet hayatlarını biraz hareketlendirir. Ancak sessizliği pek de bozmaz.

Üç fabrika işçisinin sessiz, sıradan giden hayatlarını yönetmen minimalist bir sinema diliyle perdeye taşımış. Çok doğal bir oyunculukla karakterler iyi canlandırılmış, ancak yönetmenin bilinçli bir şekilde onlarla arasına koyduğu mesafe bizi onları tanımaktan, anlamaktan tamamen alıkoyuyor. Karakterler hayatın içinde o kadar sıkışmışlardır ki ne düşüneceklerini, hissedeceklerini bilmiyor gibidirler. Aralarında en çok kullandıkları sözlerin “bilmiyorum, anlamıyorum” olması boşuna değildir. Bir cinayet bile hayatlarını alt üst etmez. Yönetmen burada da çok önemli bir şey yaparak sinemasını tamamen Hollywood sinemasından ayırıyor. Bir cinayet oluyor, ancak bu cinayetin hem işlenmesi hem de çözümü inanılmaz bir dinginlikle gerçekleşiyor. Burada da fırtınalar koparmıyor yönetmen; bir cinayeti ve cinayetin ortaya çıkardıklarını sade ve durağan bir şekilde anlatmayı başarıyor. Başka bir yönetmenin kolayca düşeceği tuzağa o düşmüyor. Belki de demek istediği bu insanların hayatlarını hiçbir şeyin değiştiremediğidir. Hapishaneye giren ve ölen iki kişiden sonra fabrikaya yeni işçi alındığını ve fabrikanın çalışmaya devam ettiğini göstermesi de bu düşünceyi doğruluyor. Hayatın içinden bir hikayeyi neredeyse belgeselci bir yaklaşımla anlatmış Soderberg, ortaya sade ve çok iyi bir film çıkarmış.

0 yorum

The History Boys


2006 yapımı Nicholas Hytner filmi.

1983 yılında geçen film, tarih okuyan ve Oxford ile Cambridge üniversiteleri için burs şanslarını deneyecek olan bir öğrenci grubu ve öğretmenleri hakkında. Aslında basitçe İngiliz eğitim sistemine yakından bir bakış atıyoruz ve öğrenmenin her yerde bir yarış olduğunu görüyoruz.

O zamana kadar öğrendiklerinin aslında bir yanılsama olduğunu ve bu yarışta farklılıkla sonuca varabileceklerini anlatan yeni ve genç bir öğretmenin (Irwin) okula gelmesiyle farklılaşmaya başlayan ya da kendilerine özel şeyleri fark eden gençlerin hikâyesi. Irwin, okula özel olarak burs mülakatları için getirilmiş bir öğretmendir ve her biri farklı kültürlere sahip ama bir robot gibi birçok bilgiyle dolu gençleri bu sınavlara hazırlamaya çalışmaktadır. Farklı yöntemleri ile öğrencileri alışılmışın dışında düşünmeye zorlamasıyla bir şeyler değiştirmeye çalışır ve olaylar kişiselleşir.

Öğrenci grubu ve yenilikçi öğretmen dendiğinde aklımıza hemen gelen Dead Poets Society ile alakası yok filmin, bu film kişiselliği vurgulama noktasında farklılaşıyor ve kulvarını belli ediyor. Çok daha basit bir film izliyoruz, ona göre devam etmemiz gerektiğini anlıyoruz.

İşleyiş ve oyunculuk açısından oldukça zayıf bulduğum filmin en güzel yanları sanırım İngiliz edebiyatına yaklaştığımız anlardaki alıntılar, kanlı canlı bir tarih dersi ve Irwin^in filme girişiyle birlikte de uydurulmaya başlanan, yeni yeni dikilen tarih düşüncesi. Ayrıca seksin keşfi sırasında merak edilen eşcinsel ilişkiler ve bu ilişkilerin farklı çağlarda farklı bakışlara maruz kalışı da pek bir İngiliz anlatılmış. Filmdeki iki bayan karakterden birisi olan Dorothy^nin “Tarih, elinde bir buketle koşuşturan kadındır” tanımından anladığımız üzere, tarih öfke kabul etmeyen tanımları giyebilir ve kadın-erkek ya da eşcinsel değildir.

Tarihi yeniden yaratamayacağımızı ve tarihi olayların deneme-yanılmayla çözemeyeceğimizi kitaplardan öğrenmiş bulunuyoruz ama kafamızda tarihi kurgulamayı yasaklayan hiçbir şey yok, yani Catherine Howard ile Marie Antoinette arasında dönem farklarını zorlayan bir ilişki oluşturabiliriz.. Yılları birbirinden oynatıp karakterleri taşıyabilirsek, tarih başlı başına bir filmdir. Sanırım filmin verdiği bu düşünceyi sevdim bir tek, gerisi hiçbir heyecan barındırmadı.

1 yorum

Falscher Bekenner


Armin (Constantin von Jascheroff) uyum sağlamayı başaramayan bir gençtir, her iş görüşmesinden eli boş döner. Çünkü “en sevdiğin renk nedir” sorusuna bile cevap veremez. Ailesi ise onun bir iş sahibi olarak hayata karışmasını ister, nasıl olursa olsun.. Bütün bu baskı ve kimlik sorunları onu işlemediği suçları üstlenmeye iter. Gittikçe bunu bir tutku haline getirir. Bunun üzerinden kendine bir kimlik edinir.

Hayalleri ve gerçekleri arasında bocalayan Armin’i anlatmak için yönetmen de belirsiz bir üslup kullanmış. Armin’in yaşadıklarının ne kadarının gerçek, ne kadarının hayal olduğunu anlamak zor. Toplumsal olduğu kadar hayallerinden anladığımız kadarıyla cinsel kimliğini de oturtamamış durumda. Gerçek hayatında genç bir kadına aşıkken kurduğu hayallerde hep erkeklerle birlikte oluyor. Duvarında hem erkek hem de kadın posterleri var. Aslında hangi dünyası hayal, hangisi gerçek pek de emin olamıyoruz. Armin bir türlü uyum sağlamayı başaramıyor, çünkü standartlara uymuyor. Sürekli olarak gittiği iş görüşmelerinde karşısına hep aynı sorular çıkıyor, ancak o bu sorulara hiç doğru yanıtları veremiyor. Yönetmenin iş dünyasının tek tipliğine karşı da bir eleştirisi var gibi. En azından gençlerin maskeli bir şekilde katıldıkları iş deneyimi böyle bir şeyi düşündürüyor.

Armin’i yalnızca son planda polis arabasına bindirilmişken mutlu görüyoruz, ilk kez o zaman gülümsüyor. Acaba bir yerlere ait olduğunu ve birileri tarafından dikkate alındığını mı hissediyor? Birçok şey söylenebilir; ancak bu filmden çıkarılan hiçbir sonuç kesin değil. Ayrıca yönetmen de yanıtlardan çok sorularla ilgileniyor gibi. İzlenmesi zor filmlerden, ancak kesinlikle üzerinde uzun uzun düşünülmeli.

1 yorum

Lonesome Jim


Bu bir eve dönüş hikayesi; ancak Garden State’ten ya da diğer eve dönüş hikayelerinden farklı bir hikaye. Pek çok eve dönüş hikayesinde olduğu gibi geçmişle ya da aileyle hesaplaşmak yok bu filmde. Jim (Casey Affleck) parasız kaldığı ve ne yapacağını bilemediği için ailesinin yanına dönüyor. Orda kendisini annesinin iyimserliği, babasının işe yaramazlığı, kardeşinin kayıtsızlığı karşılıyor. Hiçbir şeyin değişmediğini görüyor. Burada uyuklayarak ya da içerek zaman geçirirken tanıştığı hemşire Anika (Liv Tyler) ve oğlu onun hayatında bir değişikliğe yol açıyorlar. Böylece Jim burada kalmaya karar veriyor.

Yönetmenin karakterlerine belli bir alaycılığı barındıran ama anlayıştan uzak olmayan bir bakış açısı var. İntihar etmiş yazarların peşinden giden “kronik üzüntü” hastalığından muzdarip Jim hayatta ne yapacağını pek bilemiyor. Filmin sonunda kalmaya karar verdiğinde söylediği “kimse ne yapacağımızı bilemez, geçmiş her zaman geleceği öngörmez” sözü bile o söylediği için inandırıcı gelmiyor. Jim belki kalmaya ve yeni bir hayat kurmaya karar veriyor; ama filmin başından beri izlediğimiz Jim’i düşündüğümüzde “kaybedeceğini bilerek oynamanın ne anlamı var” sorusuna verdiği “inanın bilmiyorum” cevabını akıldan çıkarmamak gerekiyor. Jim kaybedeceğini bilerek oynamaya ikna edilmiş biri, ancak her an oyunu bırakıp kaçacakmış gibi bir hali de var. Dramatik tarafları olsa bile çok eğlenceli bir film bu. Karakterlerin trajik yanlarına bile gülerken yakalayabiliyoruz kendimizi, çünkü yönetmen bu karakterlerin hayatın içinde duruşlarının kendiliğinden yarattığı komik tarafın farkında. Annenin aşırı iyimser hali de bu komikliğin altını çiziyor, ya da Jim’in fiyasko diye nitelediği abisi Tim’in durup durup arabasını duvara çarparak intihar girişimlerinde bulunmasının...

Jim’in hayatı gibi sade ve durağan bir film bu. Kamera neredeyse hiç hareket etmiyor, ettiği az sürede ise bu bildiğimiz hareketlere benzemiyor. Doğal ortamda ve neredeyse doğal ışıkta çekilmiş film. Ortaya yalın, duyarlı ve eğlenceli bir film çıkmış. Bağımsız filmlerin oyuncusu Steve Buscemi’den de böyle bir film beklenebilirdi.


2 yorum

Trees Lounge


Gerçekten bağımsız oyuncu ve yönetmen Steve Buscemi’nin 1996 yapımı filmi. Bağımsız sinemanın günümüzde anlamı değişti. Artık bağımsızları Hollywood kendi içinden çıkarıyor, hatta onlara Oscar bile vererek kol kanat geriyor, neredeyse hepsi önceden tahmin edilebilir bir durumda. Ama neyse ki Steve Buscemi var hala..

Küçük bir kasabadaki Tress Lounge barının müdavimlerini anlatıyor yönetmen. Tommy (Steve Buscemi) işsiz, sevgilisini eski patronu olan arkadaşına kaptırmış bir adamdır. Her akşam aynı barda aynı insanlarla oturur. İş aramak ya da hayata tutunmak gibi bir amacı yoktur. Eski iş yerine gidip onları uzaktan izlemek dışında yaptığı tek şey içmektir. Bardaki diğer insanlar da ondan pek farklı değildir.

Tommy biraz eğlenceli bir karakterdir, ancak Buscemi’nin 2005 tarihli filmi olan Lonesome Jim’deki Jim’den (Casey Affleck) biraz farklıdır. İkisinin de durumları biraz komiktir. Jim’in basketbol koçluğu yapması gibi Tommy de bir dondurma arabası kullanmak zorunda kalır. Ancak Jim biraz ne yapacağını bilemeyen bir adamdır; oysa Tommy gerçek bir “kaybeden”dir. Sanki bu duruma kafa yora yora kaybedenlerin hayatta duruşlarının komik yönlerini fark etmiş yönetmen daha sonra, ama henüz değil, Tommy’i anlatırken değil. Sadece Tommy değil aslında barın diğer müşterileri Bill (Bronson Dudley) ve Mike’ın (Mark Bone Junior) durumları da umut verici değildir. Yapabileceğimiz tek şey onlara kadeh kaldırmak olabilir ancak.

Filmi barda içen Tommy’nin görüntüsüyle bitiren yönetmen bize iki son sunuyor gibi; Tommy ya ordan bir aydınlanmayla kalkıp “yeter artık diyecek” ya da orda ölene kadar içecek. Sanırım ben Tommy’nin yeniden oturmak üzere ordan bir süreliğine kalktığını düşündüm. Çünkü Jim, Anika’ya (Liv Tyler) doğru koşarken ben o yoldan nasıl geri döndüğünü görür gibiydim. Umarım bu sadece benim kötümserliğimdir, Buscemi onlara kafasında çok daha güzel sonlar hazırlamıştır.

2 yorum