Frost/Nixon


Slumdog Millionaire'in ortalığı silip süpürdüğü 81. Oscar Ödül Töreni hala günlük konuşmalarda yerini korurken, Kodak Hall'dan eli boş dönen bir film Frost/Nixon. Yapım yılı, 2009. Yönetmen, Hollywood'un mayasını tutturmayı gayet iyi bilen, yaptığı filmler şaheser kategorisinde değerlendirilmese de tutacağı neredeyse banko olan Ron Howard. Başrollerde, Martin Sheen, Frank Langella, Kevin Bacon, Rebecca Hall ve televizyon dizilerinde sıklıkla gördüğümüz, gözümüzün ısırdığı ama adını çıkaramadığımız pek çok iyi oyuncu.
Film bir belgesel gibi değil gibi. İngiliz talk-show'cu ve belki sonradan gazeteci denmeye hak kazanmış olabilir televizyoncu David Frost'un Richard Nixon'la başkanın Watergate dolayısıyla görevinden istifa ettiği süreçte yaptığı ve Amerikan televizyonlarının en çok izlenen haber yayınlarından biri olan 1977 tarihli röportajların nasıl yapıldığının belgeselinin kurgusu demek mümkün ama kurgu demeye de dilim varmıyor, çünkü film gerçekle mizansen arasındaki çizgiyi neredeyse yok ediyor. Hem Sheen hem Langella canlandırdıkları karakterlerin tiklerine kadar her şeylerini birebir kopyaladıkları için Youtube'deki gerçek görüntüleri filmin yanına koyduğunuzda algınız şaşabiliyor. Sanıyorum bunda oyuncuların ikisinin de Broadway kökenli olması ve bu filmin oyun halini yıllarca sahnede oynamış olmaları yatıyor.
Dahası azıcık Amerikan tarihi bilen herkesin sonunun ne olduğunu en başından bildiği bir film aslında Frost/Nixon. Ama iyi oyunculuklarla gerilimi tepede tutmayı o kadar iyi başarıyolar ki Nixon meşhur cümlesini sarf ettiğinde hepimiz "I'm sorry?" diyoruz Forst'la birlikte. Politik bir film olduğu söylenmekte ki katılmıyorum, zira film "Nixon dönemine sinematografik bir bakış" falan gibi zamanında Oliver Stone tarafından pek başarıyla yapılmış şeyleri bir daha yapmaya yeltenmiyor. Aksine Frost gibi herkesin sevdiği ama kimsenin ciddiye almadığı bir adamın kendini var etme çabası olarak bir Nixon filmi değil Frost filmi oluyor. Özellikle benim gibi son zamanlarda televizyon haberciliğine merak sardıysanız, ucundan bu işi yapmaya başladıysanız, ve şans eseri İngilizlerle birlikte çalışmaktaysanız yapımcı-programcı-haberci diyalogları, röportaj hazırlıkları, becerebilir miyiz beceremez miyiz bunalımları vb trivia'larla film çok daha keyifli bir hale geliyor, "ahanda biz!" dememek ne mümkün? Bir de İngiliz ve Amerikan aksanlarının diyalogu, iki tarafın espri anlayışlarının birbirinden farkı gibi günlük hayatınızda burnunuza kadar içine battığınız detayları filmde izlemek çok daha eğlenceli oluyor. Röportaj 101'in ötesinde kapanışta televizyonun gücünü özetleyen Reston (Sam Rockwell) aslında filmin de gücünü özetliyor.
Oscar almamasına çok şaşırmadım Frost/Nixon'ın ama kesinlikle izlenmeli bence. En azından oyunculuklar takdir edilmek için izlenmeli.

Not: Biri beni durdursun, günde ikiye çıktı blogpostlarım :)

5 yorum

Babel


Alejandro Gonzalez Inarritu'nun (ki isminde muhtelif yerlerde aksanlar olmakla birlikte şahsımın İspanyolca'ya hakimiyetinin sıfıra yakınsaması dolayısıyla düz yazıyla yazılmıştır) 2006 yapımı filmi. Daha evvel Haavi Bey (selam ederim) burada pek minik değinmiş bu filme ama detaylı bir yazı göremeyince klavyeye sarılmak farz oldu (post-modern yazar jargonu).
Efendim, filmimiz Fas'ta, Japonya'da ve Meksika/ABD'de geçen 3 hikayeden oluşmaktadır. Amerikalı sorunlu karı koca Fas'a tatile giderler. Çocuklarını Meksikalı bakıcıyla birlikte evde bırakırlar. Kadın milyarda bir yaşanabilecek bir durum örneği olarak 3 kilometre öteden ateşlenen bir tüfekten çıkan bir kurşunla vurulur, önce bir köy evinde sonra da hastanede tedavi edilir. Bu esnada Meksikalı bakıcının oğlunun düğünü vardır. Kadın düğüne gitmek istemektedir. Çocukları bırakacak kimse bulamadığı için yanında götürür ama ailenin haberi yoktur. Düğünde gülünür, eğlenilir, yenilir, içilir dönüşte sınırı geçerken devriyelere yamuk yapılır. Tutuklanma durumu ortaya çıkınca gaza basılır kaçılır; tabii bunları Meksikalı bakıcı değil yeğeni yapmaktadır. Bu esnada Japonya'da diğer iki hikayeyle alakasını zinhar anlayamadığımız sağır-dilsiz liseli kızımız annesinin ölümünden sonra girdiği depresyondan seks yaparsa çıkabileceği yanılgısı içindedir. Bunun için denemediği yol kalmaz ama sonuç sıfıra sıfırdır maalesef. Bu kızımızın hikayesinin diğer iki hikayeyle kesiştiği nokta da Fas'ta ateşlenip Amerikalıyı vuran silahın asıl sahibinin kızın babası olması, ama Fas'a yaptığı bir av gezisi sırasında bu silahı rehberine hediye etmiş olmasıdır. Her üç hikayede mutlu sonla biter, gözyaşlarımızı sileriz, burnumuzu hınkırarak evimize gideriz.
Yukarıda anlattığım hikayeleri filmi izlemeyip okuyanlara bir anlam ifade edecek şekilde yazmış olsam da normalde kamera dünyanın üç farklı köşesine savrum savrum savrulduğu için ne olduğumuzu şaşırıyoruz filmde bir yerden sonra. Zaman algımızın düzenini sağlayan tek şey her üç ülkede de haberlerde Amerikalı kadın Fas'ta vuruldu haberlerinin yer alması, bir de en sonda yapılan kapanış konuşmaları. O sayede "hangi olay ne zaman oldu"yu netleştirebiliyoruz. Filmin bu özelliği kimileri için bir övgü malzemesi olabilse de bence Inarritu'nun artık fena halde baymaya başladığı, yeni bir tekniğe ihtiyacı olduğu anlamına geliyor. Her filmde aynı kurgu nereye kadar diye insan sormadan edemiyor.
Filmin kadrosunun maşallahı var: Brad Pitt, Cate Blanchett, Gael Garcia Bernal, Elle Fanning ve daha adını sanını bilmediğim, IMDB'ye bakmaya da üşendiğim bir sürü Japon, Meksikalı ve Faslı oyuncu (Fastakilerin çoğu oranın köylüleriymiş bu arada). Ortaya çıkan sonuç bu açıdan fena değil. Brad Pitt daha önce de dediğim gibi artık Hollywood'un yağışıhlısı olmaktan çıktı. Gerçi Benjamin Button'ın botokslu gençliğinden sonra burada gözlerinin etrafındaki çakma çizgiler ne derece doyurucu oldu bilemem ama, Cate Blanchett hep fıstık diyebilirim.
Filmin siyasi içeriğinin çok doyurucu olduğuna, Amerika'ya ciddi eleştiriler getirildiğine, efendime söyleyeyim filmin kalabalıklar içindeki yalnızların filmi olduğuna, dahası filmin adından da hareketle (Tanrı'nın Babillileri nasıl cezalandırdığını hepimiz biliyor muyuz?) modern insanın iletişimsizliğine bir ağıt olduğuna dair neler neler söylendi yazıldı, ne yorumlar getirildi Babel için. Fakat bana sorarsanız, ki bu yazıyı bu noktaya kadar okuduysanız sorduğunuzu varsayıyorum, eğer ki bu film bir politik sinema örneğiyse, hayatımda gördüğüm en kötü politik filmlerden biriydi. Kör gözüm parmağına Amerikan eleştirisi yapmakla siyasi film yapılamayacağını hala öğrenemeyenlere diyecek lafım yok, herkesin bildiği kendine tabii ki.
Az biraz okumuş yazmış mürekkep yalamış, sinefil yurdum entellektüelinin nezdinde şerbetli bir adam olan Inarritu'yu eleştirmek zinhar günah, bu filmi beğenmemek yontulmamış kalaslık olsa da açık, net, alenen ben bu filmi sevemedim. 2 saat 23 dakika boyunca (ki dikkatinizi çekerim az buz da değildir) darallardan darallara, depresyonlardan depresyonlara sürüklendim. Kötüyü göstermek başkadır, insanın içini karartmak başka. Bu film ikinci kategoriye giriyor, sıkıntıdan insanın uykusunu kaçırıp sabaha karşı blog başına oturtuyor. Sabrınız varsa, Inarritu'nun meraklısıysanız, ya da Fas'ın dağını, Tokyo'nun barını, Villa de Guadaloupe'un düğününü merak ettiyseniz izleyin. Yoksa onu boşverin, ben size daha iyi filmler tavsiye ederim.

3 yorum

Revolutionary Road


“Hiçbir şeyden konuşmasak olmaz mı? Yani her günü böyle geldiği gibi geçirsek, elimizden geleni yapsak ve kendimizi her zaman her şeyi konuşmak zorunda hissetmesek.” *

Ricahard Yates’in aynı adlı kitabından uyarlama Sam Mendes filmi. American Beauty’de ele aldığı meseleye geri dönüyor Mendes, ama bana kalırsa bu sefer insanın kendi cehennemi, aile ve toplum cehennemi üzerine daha dürüst bir film yapıyor.

Revolutionary Road; hayaller, korkular, umutsuzluk, toplumsal roller, cesaret ve pek çok şey üzerine derin ve karanlık bir film. Frank ve April Wheeler genç ve parlak bir çifttir. Beklenmedik bir hamilelik yüzünden evlenip kendilerine herkes gibi sıradan bir hayat kurmuşlardır. Frank, babasının yıllarca çalıştığı Knox Ofis Makineleri’nde gönülsüz de olsa çalışmak zorunda kalmış, April da kötü giden tiyatro kariyerini bırakmıştır. Herkes gibi yaşarlarken aslında farklı olduklarına inanmaya devam ederler. Ancak April bunun bir aldatmaca olduğunu anlar. Burada kalmaya devam ederlerse bu hayatı yaşayıp tükeneceklerinin farkına varır. Paris’e taşınmaya, orada kendisi çalışırken Frank’in hayatta ne yapmak istediğini bulması için düşünmesine onu ikna eder. Bu plan hayatlarını bir süre değiştirir. Gerçekten farklı olduklarını hissederler, bu hem birbirleriyle ilişkilerine hem de çevreleriyle ilişkilerine yansır. Frank, her sabah kendisine benzeyen herkesle birlikte bindiği trende ve iş yerinde diğerlerinden farklı görünür. Yürüyüşü değişmiştir ve daha şimdiden –koyu takım elbiseleri içindeki insanlar yanından hızla geçip giderken- durup gülümseyerek çevresine bakmayı öğrenmiştir. Ama yine beklenmedik şeyler olur. Frank terfi alır, April yeniden hamile kalır. Frank’in Paris hayaline inancı zaten baştan beri güçlü değilken zamanla iyice azalır. Ve o, umuda doğru yapılacak büyük yolculuk gerçekleşmez. Yaşadıkları beyaz ve “şirin” evi onlara satan emlakçı Helen Givings’in “akıl hastası” oğlu John tarafından asıl gerçek dile getiriline kadar kendilerini kandırmaya devam ederler. Onların bu gidişine sevinen ve umutsuzluk sözcüğünü dile getirme yürekliliklerinden ötürü onları tebrik eden John, durumun gerçekliğini ortaya döker. Frank belli ki kendine ayıracağı özgür zamandan korkmuş ve sanıldığı gibi ilginç ve zeki bir adam olmadığının ortaya çıkacağından endişelenmiş ve burda, herkesin onun hakkında öyle düşündüğü yerde yaşamayı, gerçeği değil, bu yanılsamayı seçmiştir. Güvenlik duygusundan ve paranın getireceği rahat hayattan vazgeçememiştir. Bu filmin en önemli sahnelerinden biridir, çünkü devamında Frank ve April’in yaşayacağı o büyük kavgayı, her şeyin çözüleceği anı getirir.

April, Frank’a oranla daha açık bir karakterdir. Frank her şeyi konuşalım deyip durmasına ve çok konuşmasına rağmen bu açıklığı bir türlü yakalayamaz. Çünkü aklı kendini ikna etmeye, karşısındaki kandırmaya hizmet eder sadece. Böylesinin daha iyi olacağına, beklenmedik hamileliğin burada kalma nedenleri olduğuna kendini ikna etmiştir. Her şeyin sorumluluğunu April’in hasta olmasına ve terapiye ihtiyacı olduğuna bile bağlayacak kadar ikiyüzlüdür. Ama April dürüstlük peşindedir, o, bu bebeğin ikisi tarafından da istenmediğinin gayet farkındadır. John’un dediği “iyi ki o çocuk ben değilim” sözü sadece bilinen bir gerçeği dile getirir. Filmde gerçeğin peşinde olan ve düşüncelerini açıkça ortaya koyan iki kişinin, John ve April’ın delilikle ilişkilendirilmesi tesadüf değildir elbette. Sistemin devamı için yalanlara ihtiyaç vardır ve gülümseyerek yalan söyleyemiyorsanız, üstelik hayal kurmaya devam ediyorsanız Frank ve diğerlerinin gözünde delisinizdir. Çünkü aslında bazı insanların sadece bir ev ve aile gibi basit hayalleri vardır; kendileri olmak ve istedikleri hayatı yaşamak için kendi içlerine doğru yapacakları yolculukları ise ancak deliler göze alır.

Kitaptan pek çok şeyi değişikliğe gidilmiş senaryoda, ama bu değişikliklerin hepsi de yerinde görünüyor, çünkü kitabın geneline hakim o kapkaranlık umutsuzluk korunmuş ve kabus gibi bir film çıkmış ortaya. Kitapta uzun uzun anlatılan herkesin aslında kendini kandırdığı düşüncesi ise Sam Mendes’in ve oyuncuların başarısı sayesinde ayrıntılara ihtiyaç duymaksızın ortaya dökülmüş. Kate Winslet ve Leonardo DiCaprio için söylenecek söz yok. (Kate Winslet’in nasl olup da buradaki oyunculuğu ile değil de The Reader ile Oscar adaylığı aldığını anlamak mümkün değil.) Kavga gecesinde iki oyuncunun da oyuncululukları zirveye çıkıyor ve sabah kahvaltı sırasında devam ediyor. “Yumurtan nasıl olsun” gibi bir cümlenin tüyler ürperten bir gücü olabileceğini Kate Winslet sayesinde anladım. Filmin finali de aynı buz gibi etkiyi yapıyor ve acaba evliliklerin ve daha genel anlamda toplumsal ilişkilerin yürümesinin tek yolu kendini kandırmak ve bazı şeyleri duymamak mı gibi korkunç bir soruyu düşündürerek de bitiyor film.

* Hayallerin Peşinde, Sayfa 272, Doğan Kitap.


2 yorum

Mannen Som Elsket Yngve


Bir başka deyişle Yngve'yi seven adam. Norveçli yönetmen Stian Kristiansen'in 2008 yapımı filmi. Şimdilerde AFM Uluslararası Bağımsız Film Festivali diye bildiğimiz !f İstanbul'da bu yıl Kuzey Işıkları bölümünde izlediğimiz, beğendiğimiz bir gençlik filmi.
Şimdi evvela söyleyeyim, başlıkta adı geçen Yngve bir erkek; kendisini seven adam da doğal olarak erkek. Bu nedenle ve !f İstanbul'un sitesindeki sinopsisi de okuyunca "gay love story" beklentisiyle gittik biz filme. Hatta sanıyorum bu nedenle homofobik eğilimli yurdum erkekleri pek rağbet etmemişlerdi. Lakin film beklentilerimizi boşa çıkardı, hem de çok sevindirici bir biçimde. Zira iç bayan bir aşk hikayesi ya da kör gözüm parmağına bir ilişkidense çok sağlam bir gençlik filmi izledik.
Kısaca özetleyeyim: Takvimler 1989'u göstermektedir, bir grup lise öğrencisi çayır bayır bir yerlere okul gezisine gitmişlerdir, ve bu gezide (daha önce hepimizin de yaşadığı gibi) çok sıkılmışlardır. Özellikle Jarle (Yngve'yi seven adam yani) arkadaşsız, sevgilisiz, kimliksiz, mutsuz bir genç prototipi çizmektedir. Çayır bayır içinde gezerken bir çamur birikintisine battığında kendisine uzanan elin sahibi Helge ise sol siyasete baş koymuş, punk grubu kurma hayallerinde, boynundan Filistin usulü kefiyesini çıkarmayan bir başka liselidir. Bu çamurdan kurtarma operasyonuyla başlayıp sınıftaki kızlardan biri olan Katrine'in ne mükemmel bir kız olduğuyla ilerleyen muhabbet üç ay sonra ikilinin kanka olmasıyla, Matthias Rust Band'i kurmalarıyla, Jarle'nin Katrine'i tavlamasıyla, Helge'nin siyasi tavrının silik bir kopyası haline gelmesiyle devam etmektedir. Taa ki sınıfa yeni bir çocuk, ya da Katerine'in tabiriyle bir Yunan tanrısı, Yngve, gelene kadar.
Eğer ilk görüşte aşk diye bir şey varsa bu Jarle'nin Yngve için hissettikleridir herhalde. Bu aşk arkadaşlık olarak başlar, bir süre sonra Jarle'nin Katrine'e ve arkadaşlarına olan sorumluluklarını yerine getirmeyip neredeyse bütün vaktini Yngve ile geçirmesine neden olur. Dinlediği müzik, ilgilendiği spor, boş zamanlarında yaptığı aktiviteler.... her şey depğişmeye başlar. Fakat bir yandan da bir erkeğe aşık olduğunu kendisi hariç kimseye itiraf edemeyen Jarle durumu örtbas edebilmek için elinden gelen çabayı göstermektedir. Hep birlikte gidilen bir partide aşırı içki ve uyuşturucu (esrarın içine hap sarıp içmek gibi oha! dedirtecek metotlar denenir) sonucu film kopar. Buradan sonrası da spoiler olur.
Film zaten genel olarak seyirlik güzel bir film olmakla birlikte en güzel yanı müzikleriydi. 80'li yıllardan grupların Love will Tear Us Apart (Joy Division), Just Lİke Heaven (The Cure) gibi efsane şarkılarının yanında Matthias Rust Band'in Fittesatan Anarkikomando gibi "kendi bestesi" müthiş eğlenceli şarkılar da çalıyor filmde. Bunun dışında filmin original score tabir edeceğimiz müziklerini de Kaada yapmış (ki bilmeyenlere şiddetle tavsiye edeceğim bir başka parlak kuzey ışığıdır). Özellikle "sanat beni kasmasın" diyenlerdenseniz izleyiniz izletiniz efendim, yaklaşık iki saat boyunca keyifle vakit geçireceksiniz.

4 yorum

Let the right one in (Låt den rätte komma in)


İnsanların korku filmi izleme amacı nedir? Zaten ilerleyen dakikalarda olduruleceği aşikar guzel kızların küçük şortlarıyla bir oraya bir buraya koşturmaları mı, yerleşik hayatın durağanlığından açığa çıkan adrenalin isteği mi,yoksa gizemli ve doğa üstü şeylerin beraberinde getirdiği cazibe mi? Durumu biraz daha özelleştirelim. Bir vampir filminden beklenenler nelerdir? Bram Stoker's Dracula kılıklı karizmatik vampirler mi, yoksa Underworld konseptli savaşçı ama bir o kadar da duygusal olanlar mı aranır bu tür filmlerde? İnanıp inanmamak size bağlı olan birşeydir, bir filmden neler beklediğiniz de yine sizin deneyimlerinizeve önyargılarınıza bağlıdır; ancak Let the Right on in filminde beklediklerinizin - ya da deneyimlediklerinizin - hiçbirini göremeyeceksiniz. Bu film, sadık korku filmi izleyicilerine farklı bir tür sunuyor.

Beklentilerin çoğu mistik olaylar ya da vahşet üstüne yoğunlaşmışken, "kuzey ışıkları" temsilcisi İsveç'ten gelen bu film, bu beklentilerin hiçbirini size sunmuyor. İlk başta kotu olarak algılanabilir belki bu beklentilerin gerçekleşmemesi, ancak korku filmini korkunç yapan şeyin zaten izleyicinin karakerlerle empati kurarak onların yerine korkması/ yaşadıklarını onlarla beraber yaşaması düşünüldüğünde,kendinden bekleneni layıkıyla yerine getiriyor.

Filmin anakahramanı Oskar, 12 yaşında,okuldaki kabadayı çocuklarda surekli dayak yiyen birçocuk olarak karşımızaçıkıyor.Çok fazla arkadaşı yok, zaten okuldaki zamanının çoğunu diğer çocuklardan dayak yemekten kaçarak geçiriyor. Birgun, apartmanlarına yeni taşınan bir kız çocuğunu keşfediyor,Eli'yi. Ancak Eli'de de bir gariplik var sanki, o buz gibi soğukta hiç üşümüyor,çünkü üşümeyi unutmuş. Bazen olu gibi duruyor,güçsüz, yorgun... Ama ne zaman civarlarda biri oldurulse, sanki yendien doğmuş gibi neşeli...

Film, bu andan sonra kesilip, başlangıç kısmı örneğin bir aile dramını ya da isveçte çocukların yaşadığı zorlukları anlatan bir filmle bağlansa, hiç de aykırı durmayacak bir durağanlıkta. Eli'nin üşüyememesi, ya da Eli'nin "mucizevi" bir şekilde bacaklarını kırmadan bir oraya bir buraya atlayıp zıplaması gibi detaylar,bir şekilde kızın bünyesinin dayanıklı olduğuna falan bağlanabilirse sokaktaki iki çocuktan farkları kalmayacak. Her an bir aksiyon olmasını bekleyen izleyiciler için filmin bu kısmı koku filmi ozelliğini taşımıyor belki ama bence filmin gücü biraz da buradan geliyor. Çok küçük detaylarla hikayeyi kafamızda toparlıyoruz. Hiçbirşey gözümüze iğrençlikle ya da zbamm!! efektiyle sokulmuyor; zaten gerçek hayatta hiçbirşey de Hollywood efektleriyle yaşanmadığına gore,film gerçekçiliğini ve gerçek hayatta yaşanabilme olasılığını bu ozellikleriyle arttırıyor.

Film ilerledikçe Oskar'ın Eli'ye olan aşkı da artmaya başlıyor. Bence bu noktada filmin asıl konusu,küçük bir çocuğun bir vampire aşık olursa ne olabilecekleri oluyor.Film, bu nedenle de daha gerçekçi ve daha korkutucu bir hale bürünüyor. Sevdiğiniz insanın vampir olma olasılığı yeterince korkutucu.

Önemli karakterlerden biri de Eli'nin babası olduğunu tahmin ettiğimiz adam. Eli'nin öğünlerini elinden geldiğince karşılamaya çalışan, lakin bunda başarılı olamayınca da kendini sunmaktan çekinmeyen cefakar bir insan kendisi ki daha sonra arkadaşarımla yaptığım konuşmalarda bu adamın Eli'nin eski sevgilisi olabileceği düşüncesi geldi; filmi bir de bu açıdan izlemek, Oskar'ın sonunu tahmin etmek için faydalı bir yol oluyor.

Bir vampirle küçük bir çocuğun dayanışma sahnesi, filmin doruk noktası ve o kadar başarılı bir sahne ki, ne olduğunu anlayamadan ve mistikliğini/ doğaüstülüğünü gözümüze sokmadan izleyicilerin gözlerinin korku ve şaşkınlıkla büyümesine neden oluyor. Gerçek, aslında ciddi anlamda korkutucu bir gerçek, sakin sakin seyirciye anlatılıyor. Alışıldık korku filmlerinin tam tersi bir şekilde,bütün durağanlığıyla film bizleri korkutuyor.

Korku filmlerini,özellikle vampirli olanları çok seven bir insan olarak bu filmi, korku dalına getirdiği yeni bir anlatım tekniği açısından çok sevdim. Let the right one in'i izlemenizi kesinlikle öneririm, testere serisinin aksine çok daha az kanlı, ancak ondan çok daha korkutucu bir film gerçekliğe çok daha yakın olması sebebiyle....

3 yorum

7. Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali Başlıyor

9 Mart - 12 Nisan 2009 tarihlerinde yapılacak, bu yılki teması "Beden" olan 7. Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali'nde 4 ilde 15 ülkeden 45 film sizlerle.

Bu yıl yedincisi düzenlenen Uluslararası Gezici Filmmor Kadın Filmleri Festivali, 9-15 Mart 2009'da İstanbul'da, Fransız Kültür Merkezi ve İstanbul Modern salonlarında, ardından 20-21 Mart'ta Manisa, 5-6 Nisan'da Urfa ve 11-12 Nisan'da Trabzon'da olacak.

Tema bölümünde bedenimizi mülkiyet, siyaset, şiddet ve savaş alanı yapanlara, bedenimizi yasaklar, yasalar, ayıplar, utançlar, tacizler, dayaklarla zapt edenlere çuvaldızı bol filmler var. Ama aynı bizim de bedenimizi bu zapturapta ve diyet, güzellik, estetik sektörlerine yer yer teslim edebildiğimizi de es geçmeyen bol iğneli filmler var. Tema bölümünde aşağıdaki filmler izlenebilecek:

Ayna/Zeynep Köprülü/Türkiye
Beden Sonuç İlişkisi/Aslı Ertürk/Türkiye
Cam Kırıkları/Fatma Aslan/Türkiye/
Dilberlerin Düğünnü/Emel Sarıkaya, Özlay Bülbül, Burkay Doğan/Türkiye
Dokunma/Ayten Başer/Türkiye
Eve Dönme Vakti/Home Time/Natalie Brady/İngiltere
Gece Evde misin?/ Will You Be Home Tonight?/Genevieve Albert/Kanada
Görücü Usulü/Blind Date/Jang Hee sun/Kore
Haz Teknolojisi/ Passion and Power: The Technology of Orgasm /Wendy Slick - Emiko Omori /ABD
İçimde Var Bir Yabancı/The Stranger in Me/Emily Atef/Almanya
İçli Dışlı Muhabbetler/a Woman's Name/Yolanda Mazkiaran/İspanya
İd/Simge Gökbayrak/Türkiye
Kadınlığın Suretleri/the Famine Within/Katherina Gilday/Kanada
Karanlık Kutu/Obscura Camera/Maria Victoria Meniz/Arjantin
Kuzgun/Neyir Erkan /Türkiye
Meme Belası/Busting Out/Francine Strickwerda, Laurel Spellman Smith/ABD
Mutluluk Dansı/Dancing to Happiness/Barbara Seiler/İsviçre
Öteki Ben/Mukadder Püskürt/Avusturya
Sarı Zarf/The Yellow Envelope/Delphine Hermans/Belçika
Teyzeler/Rough Aunties/Kim Longinotto/İngiltere
Yanılgı/Ezgi Kaplan/Türkiye
Yer Yarılsa/She Wanted to Be Burnt/Ruth Paxton/İskoçya

Kadınların Sineması bölümünde, emekleri, tarihleri, siyasette, sinema setlerinde var olma mücadeleleri, zorunlu ya da gönüllü deneyimleri, aradıkları, düşleri yani kadınların kamerasından kadınlar, başkaları, kadınların dünyası ve dünyaya bakışını yansıtan filmler var. Kadınların Sineması bölümünde aşağıdaki filmler izlenebilecek:

Anahtar/Elif Gunay/Türkiye
Arada/In Between /Silvina Der-Meguerditchian/Arjantin - Almanya
Başka Diyarların Çocukları/Nazlı Eda Noyan/Türkiye
Bu Ne Güzel Demokrasi/Belmin Söylemez - Somnur Vardar - Haşmet Topaloğlu -Berke Baş/Türkiye
Eğer Gülebilirsem/To See If I am Smiling/Tamar Yarom/İsrail
Elektrozyon/Electreecity/Sarah Davison, Sarah Duffield-Harding/İngiltere
Fraulein/Fraulein/Andrea Staka/İsviçre - Almanya
Gemeinschaft/Özlem Akın/Türkiye
Hiza Al/Take Note/Elite Zexer/İsrael
Kadınlar Köprüsü/The Ladies Bridge/Karen Livesey/İngiltere
Kameralı Kadınlar/Shooting Women/Alexis Krasilovsky/ABD
Kış MüziğiWinter/Einat Erez/İsrail
Lakshimi ve Ben/Lakshimi and Me/Nishtha Jain/Hindistan
Lilit'in Kızkardeşleri/Emel Çelebi/Türkiye
Ömrümüzün En Güzel Günü/The Best Day We Ever Had/Katie Steed - Aaron Wood/İngiltere
Pandora'nın Kutusu/Yeşim Ustaoğlu/Türkiye - Fransa - Belçika - Almanya
Riskli Hayatlar/Precarious Lives/Joanne Richardson/Romanya
Ruth/Ruth/KerenAbitan/İsrael
Son Kumsal/Rüya Arzu Köksal/Türkiye
Süt ve Çikolata/Senem Tüzen/Türkiye
Ters/Ece Öztunç İpek Tiryaki/Türkiye
Transasya/Bingöl Elmas/Türkiye
Vatandaşlık Halleri/Şehbal Şenyurt/Türkiye

Film gösterimlerinin yanı sıra dört ilde de yapılacak "Kadın Bedeninin Seyri: Sinema, Beden, Cinsiyetçilik" paneli, film okuma atölyesi ve yönetmenlerle söyleşilerin de olacağı festival, 2008 Türkiye Sineması Cinsiyetçilik Ödülleri 1. Altın Bamya'ya da ev sahibeliği yapıyor.

Festivalde birlikte olmak dileğiyle.

NOT: ALINTIDIR.

0 yorum

81. Oscar Ödülleri



Slumdog Millionaire sekiz dalda ödül alarak düşündüğümün aksine geceye damgasını vuran film oldu.
Diğer ödüllerse sanırım beklendiği gibi;

* En İyi Film: Slumdog Millionaire

* En İyi Kadın Oyuncu: Kate Winslet (The Reader)

* En İyi Erkek Oyuncu: Sean Penn (Milk)

* En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Penélope Cruz (Vicky Cristina Barcelona)

* En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Heath Ledger (The Dark Knight)

* En İyi Yönetmen: Danny Boyle (Slumdog Millionaire)

* En İyi Özgün Senaryo: Dustin Lance Black (Milk)

* En İyi Uyarlama Senaryo: Simon Beaufoy (Slumdog Millionaire)

* En İyi Animasyon: Wall-E (Walt Disney; Andrew Stanton)

* Yabancı Dilde En İyi Film: Departures (Japonya)

* En İyi Belgesel: Man on Wire (James Marsh, Simon Chinn)

* En İyi Görüntü Yönetmeni: Anthony Dod Mantle (Slumdog Millionaire)

* En İyi Sanat Yönetimi: Donald Graham Burt, Dekor: Victor J. Zolfo (The Curious Case of Benjamin Button)

* En İyi Kostüm: Michael O'Connor (The Duchess)

* En İyi Kurgu: Chris Dickens (Slumdog Millionaire)

* En İyi Ses Miksajı: Ian Tapp, Richard Pryke, Resul Pookutty (Slumdog Millionaire)

* En İyi Ses Kurgusu: Richard King (The Dark Knight)

* En İyi Makyaj: Greg Cannom (The Curious Case of Benjamin Button)

* En İyi Müzik: A.R. Rahman (Slumdog Millionaire)

* En İyi Şarkı: O Saya (Slumdog Millionaire)

* En İyi Görsel Efekt: Eric Barba, Steve Preeg, Burt Dalton, Craig Barron (The Curious Case of Benjamin Button)

* En İyi Kısa Film: Spielzeugland (Jochen Alexander Freydank)

* En İyi Kısa Animasyon: La Maison en Petits Cubes (Kunio Kato)

* En İyi Kısa Belgesel: Smile Pinki (Megan Mylan)


3 yorum

The Wrestler


Bu filmi iki kelimeyle özetle deseler bana 1- et, 2-pazarı. Bu kadar açık, bu kadar net. 20 sene önce bir efsaneyken 20 sene sonra karın tokluğuna gösteri maçlarına çıkan, emekli olma zamanı çoktan geçmiş bir Amerikan güreşçisi; 10 yaşlarında bir erkek çocuk annesi, orta yaşa yaklaşmış, ama yaşından erken yaşlanmış yine emekli olması gereken bir striptizci, ve bir süpermarketin şarküteri büfesi. Görüyorsunuz değil mi benzerliği, herkes iyi kötü etini satıyor, geçim derdi bu başka şeye benzemiyor.
Bu arabesk girişten sonra ciddiyetle devam etmek mümkün mi bilinmez ama deneyelim. Darren Aronofsky'nin dördüncü filmi, Amerika'da 30 Ocak 2009'da vizyona girdi, bizde !f İstanbul 2009'da galası yapıldı. Eleştirmenler pek beğendi, Oscar adaylıkları geldi, Mickey Rourke'un dönüşü dediler, Bruce Springsteen filmin müziğini meccanen yapmış diye pek sevindiler, sonda Sweet Child o' Mine çaldı çok heyecanlandılar, çünkü onlara göre de "karı kılıklı Cobain" gelip insanlara eğlenmeyi yasak etmişti, halbuki 80ler ne güzeldi. Ayrıca zaten hepsi Soğuk Savaş'ı görmüş çocuklardı, televizyonda Rocky Rus rakibine yumruklar atarken "USA, USA" diye tempo tutmuş çocuklardı; e o zaman bu filmin ambiyansı onlar için bir çocukluk hatırasıydı.
Efendim (son bir ciddiyet denemesi), Randy "The Ram" Robinson, ki gerçek adı Robin Ramzinsky'dir (Soğuk Savaş kokusu-1, sonu -sky'le biten Polonyalı-Amerikalı soyadı) 1980'lerde efsane olmuş hala da hatırlanan bir Amerikan güreşçisidir. Özellikle 1989'da bir başka efsane İranlı Ayetullah'la (ki sonradan öğreniyoruz adamın gerçek adı Bob, İranlı bile değil muhtemelen, e o zaman Soğuk Savaş kokusu-2) yaptığı maç hala unutulmamış. Ama aradan geçen 20 yılda the Ram (koç demektir efendim) doğal olarak yıllara pek de meydan okuyamamış. Saçları hala sarı, teni hala bronz, kasları hala top top ama, kuaförden, solaryumdan, steroidden destek almadan olmuyor artık bu işler.
Zaten bilen de biliyor aslında hiç kimse gerçekte dövüşmüyor. "Biraz şundan yaparız, biraz da bundan, hırpalarız birbirimizi biraz, seyirciyi gaza getiririz, sonra Ram Jam'le bitiririz." "Anlaştık Ram, sen en büyüksün!!" Her maçtan önce yaşanan doğal diyaloglar bunlar. Ama artık danışıklı dövüşleri bile kaldırmıyor Koç'un kalbi. Geçirdiği enfarktüs sonrası gözünde hastane gözlüğü, elinde babaanne usulü ilaç torbası, her tarafı yırtık montuyla eve dönüp emekli olduğunu herkese ilan ettiğinde seviniyoruz, oh hayatı seçti diye, zira doktor yasakladı ya güreşi artık.
Ama sonra bakıyoruz ki o hayat aslında hayat değilmiş çünkü bunca yıllık ömründe güreşmekten başka pazarlanabilir bir şeyi hiç olmamış Koç'un. Marketin şarküteri reyonunda yumurta salatası tartmak onun için ölümden de betermiş. Ah aslında onu hayata bağlayacak bir şey olsa, mesela bir kızıyla barışsa, ya da her gün takıldığı kucak dansçısı/striptizci Cassidy/Pam onunla arasındakileri bir iş ilişkisi olarak görmekten vazgeçip hoşlandığını itiraf etse, o bira içtikleri günkü öpüşmenin devamı gelse...
Ahhh ama olmuyor maalesef. Koç da peynir kesmekten bıktığı bir anda parmağını da kesip diyetini ödüyor işinin ve çıkıyor yeniden ringe. Sonrası seyircinin hayalgücüne bırakılmış gibi yapılmış ama son sahnede ekran karardığında salonda hiç kimse bundan sonra ne olacağı konusunda tereddüt etmiyor.
Mickey Rourke efsanevi bir dönüş yaşadı mı emin değilim ama performansı gerçekten takdire şayandı. Sinema dünyasının sönmüş bir yıldızının başka bir sönmüş yıldızı canlandırması muhteşemdi. Filmde yüzünün görünmediği sahne neredeyse yok gibiyken performansı hiç düşmedi. Ama ben en çok Cassidy/Pam'i sevdim/beğendim. Marisa Tomei, ki kendisinin de parlayan bir yıldız olduğunu söylemek zor, iş saatleri ve iş dışı kavramını, o şizofren hayatın yarattığı hüznü, yarım kalmışlığı o kadar güzel hissettirdi ki bize yavaş yavaş derinleşen yüz çizgileri ve gözleriyle... Çok çok güzeldi.
Ana karakterler olduğunu varsaydığımız ekip içinde en sevimsizi Koç'un kızı Stephanie. Gerçi sevimsiz olmaya mecbur bir karakter, babasıyla arasında yaşananlardan sonra Strawberry Shortcake olmazmış o kızdan, ve olmamış da zaten. Gerçi kızdan nefret ettirmesine gerek yokmuş Darren Abimizin ama ettik bir kere. (Ama ben onun yerinde olsam daha da nefret edilebilir bir insan olurdum muhtemelen buna da şükür)
Aronofsky'le tek bağım Requiem for a Dream'di. Pi'ye katlanamadım, the Fountain'ı izlemedim. The Wrestler'dan ilk çıktığımda da filmi sevmediğimi düşünmüştüm. Rocky parodisi gibi geldi bana, bol klişeli biberli. Ama şimdi bakıyorum da bu kadar yazdığıma göre hakkında sevmedim desem de sevmişim aslında, en azından iz bırakmış bende. Bir sürü film gibi bir saatte buhar olup uçmamış aklımdan. Demek ki izlemeye değer bir filmmiş, muhtemelen vizyona girebilirmiş, bu kadar spoiler'dan sonra hala keyfiniz kaçmadıysa gidinizmiş, iyi seyirlermiş...

2 yorum

She-J


Evet efendim, yine meraklısına bir filmle huzurlarınızdayız. She-J profesyonel kameraman bir arkadaşımız olan Elvan Kıvılcım'ın neredeyse her şeyini tek başına hallettiği 2007 yapımı filmi. Elvan yönetmen, yapımcı, kameraman (bu da aslında kadınlar için kullanılmaması gereken bir kelime ama kameravoman diye bir şey girmedi henüz güzel Türkçe'mize), kurgucu, müzikçi, her şeyci bu 63 dakikalık mini mini belgesel filmde. Geçtiğimiz günlerde Pera Müzesi'ndeki film etkinliklerinin açılış filmi olarak yayınlanmıştı She-J, orada yakalayamamıştım, evde DVD'ye kısmetmiş.
She-J ismi aslında filmin konusuna dalalet diyebiliriz. Konumuz şu: iki tane kadın (she) DJ (j) var elimizde. Türkiye'den DJ Beyza ve Hollanda'dan DJ Dame (Natasja). Aşağı yukarı aynı yaşlarda, kariyer basamakları olarak aynı yerlerde iki kadın. İkisi de evli değil, ve ikisinin de 11 yaşında oğulları ve uzun süreli sevgilileri var, ikisinin de sevgililerinin ailesi DJ oldukları ve anne oldukları için bu kadınları oğullarına layık görmüyor. Natasja Lahey'in durgunluğundan düzeninden bıkkın, hareket ister; Beyza İstanbul'un kaosundan, pisliğinden bıkkın tertip, düzen, medeniyet ister. Ama en sonunda birbirlerinin yaşadıkları hayatı gidip yerinde görünce aslında çok da farklı olmadıklarını anlayıverirler.
Film fena değil, anlatmak istediğini anlatmış. Ama bazı kartların üzerine fazla oynanmış bence. Başta annelik... Ben çocuğum olmadığı için mi böyle düşünüyorum bilemiyorum ama kadınların ikisinde de bir "İşime aşığım, sevgilime aşığım, ama en çok oğluma aşığım" modu var ki evlerden ırak. Özellikle Beyza bölümlerde iyice rahatsız edici olabiliyor bu mod. Çünkü kendisi Türk erkeğinin 35 yaşına da gelse çorabını annesine yıkattığından, sonra da anası gibi bir gelin bulup evlenip ömrü hayatını ense yaparak geçirdiğinden şikayet ederken eşek kadar olmuş oğlunun kahvaltısını çocuğun ağzına yedirmekte bir beis görmüyor. Bir yandan ataerkil toplumdan şikayet edip, "Ah hepsi annelerin suçu nasıl yetiştirirsen öyle olur" deyip, diğer yandan "Aslan oğlum evimizin erkeği" söylemlerine girilebiliyor.
İkincisi, yine Beyza'yla ilgili olacak zira Natasja'nın hem filmdeki süresi daha kısa gibi geldi bana hem de "yabancı" olanın dediklerini yabancılığına vermek kolay da "bizden" olan daha bir göze batıyor, Beyza yaptığı işin tamamiyle erkek egemen bir piyasa olduğunu anlatırken işiyle ilgili en fazla "elinin hamuru" şeklinde bir eleştiri aldığını, bir de yolda giderken insanların kendisine tuha tuhaf baktığını söylüyor. Eğlence sektöründe, ve geceleri çalışan, şehir şehir dolaşan, bakımlı, hoş, elinden içki sigara düşmeyen bir kadının karşılaştığı tek tacizin bu kadarla kaldığına inanasım gelmiyor. Eğer öyleyse "canım Türkiye'm" derim ben.
Bir de bu kadınlar, özellikle Beyza kendilerini kimseye beğendiremiyorlar. Oğlunun okulundaki "kokoş"lar eşofmanla geldi diye beğenmiyor, bunlar çalarken dans edecek Rus olduğunu varsaydığımız dansçı kadınlar tişörtle sahne çıkıyorlar diye beğenmiyor, sevgililerin anneleri DJ diye beğenmiyor falan filan. Gerçi Beyza da kimseleri beğenmiyor. Özellikle Türkiye'de insanların hem birer pislik olduklarını hem de pislik olmaktan başka çareleri olmadığını düşünen, ülkesini ve İstanbul'u çok seven ama bir yandan da Avrupa'ya kapağı atmak isteyen, gitse burayı özleyen, gelse gitmek isteyen insanlardan kendisi. Asya Birliği'ne girelim bence diyor, ama "Ah Türkiye de Avrupa gibi olsun" istiyor, ama Türkiye'deki diğer Türklerin kafası onun gibi olmadığından bunun ülkeye zarar vereceğini düşünüyor.
Ha bir de son olarak bu iki kadın birbirini bu filmden önce hiç tanımıyor, ilk defa Natasja İstanbul'a geldiğinde Atatürk Havalimanı'nda karşılaşıyorlar. Ama iki saat sonra bakıyoruz ki Beyza'nın evinde bilgisayardan fotoğraflara bakıyorlar. "Nasıl buldun sevgilimi?" "Beğendim, bence tam bir erkek!" "Ekikikikikiki!!!" E bu nedir şimdi?
Neyse uzatmayayım daha fazla. Filmin sonu mutlu son; gösterilen çabaya, tek kişilik çalışmaya, ucundan kıyısından feminist sinemaya göz kırpan, kadına kadın gözüyle bakan Elvan'a alkışlar bizden. Dediğim gibi meraklısına...

1 yorum

81. Oscar Adayları




"Üç Maymun" aday olacak mı heyecanı ile başladığımız ödül töreninin bu yılki galibi belli ki "Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi" olacak. Filmi tam da Oscarlık olduğu için sevemedim ve David Fincher'a hiç yakıştıramadım. Aynı şekilde "Slumdog Millionaire" de Oscarlık denilebilecek bir film. Fazla yerli yerine oturan hesaplı bir senaryosu, zorlama bir aşk hikayesi var. Tabi tam da bu nedenler yüzünden bu iki film, sürpriz olmazsa ödülleri toplayacaklar.
Sadece sanat yönetimi, kostüm adaylıkları bulunan "Revolutionary Road"un fena halde hakkının yendiğini düşünüyorum. Açıkçası yukarıda saydığım filmlerden çok daha iyi bir film. Sanırım akademi bir tane "Amerikan Güzeli" yeter diye düşünüyor.
Benim için çok fazla öne çıkan bir film yok bu yıl, ama yine de merak etmemek mümkün değil.

Adaylar;

En İyi Film

· "Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi"/"The Curious Case of Benjamin Button" (Paramount-Warner Bros.)

· "Frost/Nixon" (Universal)

· "Milk" (Focus Features)

· "The Reader" (The Weinstein Company)

· "Slumdog Millionaire" (Fox Searchlight)

En İyi Kadın Oyuncu

· Anne Hathaway ("Rachel Getting Married")

· Angelina Jolie ("Sahtekâr"/"Changeling")

· Melissa Leo ("Donmuş Irmak"/"Frozen River")

· Meryl Streep ("Şüphe"/"Doubt")

· Kate Winslet ("The Reader")

En İyi Erkek Oyuncu

· Richard Jenkins ("Ziyaretçi"/"The Visitor")

· Frank Langella ("Frost/Nixon")

· Sean Penn ("Milk")

· Brad Pitt ("Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi")

· Mickey Rourke ("Şampiyon"/"The Wrestler")

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu

· Amy Adams ("Şüphe"/"Doubt")

· Penélope Cruz ("Barselona, Barselona"/"Vicky Cristina Barcelona")

· Viola Davis ("Şüphe"/"Doubt")

· Taraji P. Henson ("Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi")

· Marisa Tomei ("Şampiyon"/"The Wrestler")

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu

· Josh Brolin ("Milk")

· Robert Downey Jr. ("Tropik Fırtına"/"Tropic Thunder")

· Philip Seymour Hoffman ("Şüphe"/"Doubt")

· Heath Ledger ("Kara Şövalye"/"The Dark Knight")

· Michael Shannon ("Hayallerin Peşinde"/"Revolutionary Road")

En İyi Yönetmen

· David Fincher ("Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi")

· Ron Howard ("Frost/Nixon")

· Gus Van Sant ("Milk")

· Stephen Daldry ("The Reader")

· Danny Boyle ("Slumdog Millionaire")

En İyi Orijinal Senaryo

· "Donmuş Irmak"/"Frozen River" (Courtney Hunt)

· "Daima Mutlu"/"Happy-Go-Lucky" (Mike Leigh)

· "In Bruges" (Martin McDonagh)

· "Milk" (Dustin Lance Black)

· "Vol.İ"/"Wall-E" (Senaryo: Andrew Stanton, Jim Reardon, Öykü: Andrew Stanton, Pete Docter)

En İyi Uyarlama Senaryo

· "Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi" (Senaryo: Eric Roth, Öykü: Eric Roth, Robin Swicord)

· "Şüphe"/"Doubt" (John Patrick Shanley)

· "Frost/Nixon" (Peter Morgan)

· "The Reader" (David Hare)

· "Slumdog Millionaire" (Simon Beaufoy)

En İyi Animasyon

· "Bolt" (Walt Disney; Chris Williams, Byron Howard)

· "Kung Fu Panda" (DreamWorks Animation; John Stevenson, Mark Osborne)

· "Vol.İ"/"Wall-E" (Walt Disney; Andrew Stanton)

Yabancı Dilde En İyi Film

· "The Baader Meinhof Complex" (Almanya)

· "Sınıf"/"The Class"/"Entre les murs" (Fransa)

· "Departures" (Japonya)

· "Revanche" (Avusturya)

· "Beşir'le Vals"/"Waltz with Bashir" (İsrail)

En İyi Belgesel

· "The Betrayal (Nerakhoon)" (Yapımcılar: Ellen Kuras, Thavisouk Phrasavath)

· "Encounters at the End of the World" (Yapımcılar: Werner Herzog, Henry Kaiser)

· "The Garden" (Yapımcılar: Scott Hamilton Kennedy)

· "Man on Wire" (Yapımcılar: James Marsh, Simon Chinn)

· "Trouble the Water" (Yapımcılar: Tia Lessin, Carl Deal)

En İyi Görüntü Yönetmeni

· "Sahtekâr"/"Changeling" (Tom Stern)

· "Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi" (Claudio Miranda)

· "Kara Şövalye"/"The Dark Knight" (Wally Pfister)

· "The Reader" (Chris Menges, Roger Deakins)

· "Slumdog Millionaire" (Anthony Dod Mantle)

En İyi Sanat Yönetimi

· "Sahtekâr"/"Changeling" (Sanat Yönetmeni: James J. Murakami, Dekor: Gary Fettis)

· "Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi" (Sanat Yönetmeni: Donald Graham Burt, Dekor: Victor J. Zolfo)

· "Kara Şövalye"/"The Dark Knight" (Sanat Yönetmeni: Nathan Crowley, Dekor: Peter Lando)

· "Düşes"/"The Duchess" (Sanat Yönetmeni: Michael Carlin, Dekor: Rebecca Alleway)

· "Hayallerin Peşinde"/"Revolutionary Road" (Sanat Yönetmeni: Kristi Zea, Dekor: Debra Schutt)

En İyi Kostüm

· "Australia" (Catherine Martin)

· "Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi" (Jacqueline West)

· "Düşes"/"The Duchess" (Michael O'Connor)

· "Milk" (Danny Glicker)

· "Hayallerin Peşinde"/"Revolutionary Road" (Albert Wolsky)

En İyi Kurgu

· "Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi" (Kirk Baxter and Angus Wall)

· "Kara Şövalye"/"The Dark Knight" (Lee Smith)

· "Frost/Nixon" (Mike Hill and Dan Hanley)

· "Milk" (Elliot Graham)

· "Slumdog Millionaire" (Chris Dickens)

En İyi Ses Miksajı

· "Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi" (David Parker, Michael Semanick, Ren Klyce, Mark Weingarten)

· "Kara Şövalye"/"The Dark Knight" (Lora Hirschberg, Gary Rizzo, Ed Novick)

· "Slumdog Millionaire" (Ian Tapp, Richard Pryke, Resul Pookutty)

· "Vol.İ"/"Wall-E" (Tom Myers, Michael Semanick, Ben Burtt)

· "Wanted" (Chris Jenkins, Frank A. Montaño, Petr Forejt)

En İyi Ses Kurgusu

· "Kara Şövalye"/"The Dark Knight" (Richard King)

· "Iron Man" (Frank Eulner, Christopher Boyes)

· "Slumdog Millionaire" (Tom Sayers)

· "Vol.İ"/"Wall-E" (Ben Burtt, Matthew Wood)

· "Wanted" (Wylie Stateman)

En İyi Makyaj

· "Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi" (Greg Cannom)

· "Kara Şövalye"/"The Dark Knight" (John Caglione, Jr., Conor O'Sullivan)

· "Hellboy II: Altın Ordu"/"Hellboy II: The Golden Army" (Mike Elizalde, Thom Floutz)

En İyi Müzik

· "Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi" (Alexandre Desplat)

· "Defiance" (James Newton Howard)

· "Milk" (Danny Elfman)

· "Slumdog Millionaire" (A.R. Rahman)

· "Vol.İ"/"Wall-E" (Thomas Newman)

En İyi Şarkı

· 'Down to Earth' ("Vol.İ"/"Wall-E" filminden; Söz: Peter Gabriel, Müzik: Peter Gabriel and Thomas Newman)

· 'Jai Ho ("Slumdog Millionaire" filminden; Söz: Gulzar, Müzik: A.R. Rahman)

· 'O Saya ("Slumdog Millionaire" filminden; Söz ve Müzik: A.R. Rahman, Maya Arulpragasam)

En İyi Görsel Efekt

· "Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi" (Eric Barba, Steve Preeg, Burt Dalton, Craig Barron)

· "Kara Şövalye"/"The Dark Knight" (Nick Davis, Chris Corbould, Tim Webber, Paul Franklin)

· "Iron Man" (John Nelson, Ben Snow, Dan Sudick, Shane Mahan)

En İyi Kısa Film

· "Auf der Strecke (On the Line)" (Reto Caffi)

· "Manon on the Asphalt" (Elizabeth Marre, Olivier Pont)

· "New Boy" (Steph Green, Tamara Anghie)

· "The Pig" (Tivi Magnusson, Dorte Høgh)

· "Spielzeugland (Toyland)" (Jochen Alexander Freydank)

En İyi Kısa Animasyon

· "La Maison en Petits Cubes" (Kunio Kato)

· "Lavatory - Lovestory" (Konstantin Bronzit)

· "Oktapodi" (Emud Mokhberi, Thierry Marchand)

· "Presto" (Doug Sweetland)

· "This Way Up"(Alan Smith, Adam Foulkes)

En İyi Kısa Belgesel

· "The Conscience of Nhem En" (Steven Okazaki)

· "The Final Inch" (Irene Taylor Brodsky, Tom Grant)

· "Smile Pinki" (Megan Mylan)

· "The Witness - From the Balcony of Room 306" (Adam Pertofsky, Margaret Hyder)

adaylar için kaynak sinema.com

1 yorum