Höstsonaten


Bergman’ın 1978 yapımı filmi.

Eva (Liv Ullmann) bir papazla evlidir, oğlu Erik dört yaşına basmadan ölmüştür. Eva, yedi yıldır görmediği annesinin ziyaretini beklerken oğluna ve annesine dair düşünceler içindedir. Annesi Charlotte (Ingrid Bergman) bir konser piyanistidir ve Eva’nın çocukluğundan beri her zaman seyahat etmek zorunda kalmıştır. Charlotte geldiğinde her şey normal görünür. İkisi de heyecanlıdır. Eva hasta kız kardeşi Helena’nın da onunla yaşadığını söyleyince anne ve kız arasında ilk gerilim gelir gelmez yaşanır. Charlotte, Helena’yı görmek için odasına gider. Kızın söylemeye çalıştıklarını Eva ona tercüme eder. Anne, kendi kızına tamamen yabancıdır. İkinci gerilim Eva’nın yemekte piyano çalması ve annesinin onu eleştirmesiyle yaşanır. Sonuçta ikisinin de maskelerini çıkarıp gerçekleri konuştukları gece her şey çözülür. Charlotte konuşmaya çok istekli olmasa da Eva kararlı bir biçimde düşündüğü her şeyi söyler. Charlotte bu nefretin büyüklüğü karşısında sarsılır. Sonra sıra ona gelir. O zamanlar ne düşündüğünü, hissettiğini anlatmaya çalışır. Ancak alt üst görünmektedir. Her şey konuşulduğunda dışarıda güneş doğmaya başlamıştır.

Çok huzursuz bir atmosfer yaratmıştır Bergman filmde. Ama dört kişi arasında neredeyse tek mekanda geçen bu filmin en önemli gücü oyuncularıdır. Her an gerilim dolu ve patlama yaşayacakmış gibi görünen bu karakterleri hepsi de çok iyi canlandırmışlardır. Liv Ullmann, piyano başında annesine baktığı sahnede bakışlarıyla filmle ilgili o kadar çok şey söyler ki. Aslında Bergman filmlerinde karakterler, bakışlara, hareketlere bırakmazlar pek söyleyeceklerini, onlar en şeffaf hale gelene kadar konuşurlar. Yine de birbirlerine bir türlü ulaşamazlar. Geriye sadece dil yorgunluğu kalır gibidir. Neyse ki Eva, annesine gittikten sonra bir mektup yazıp hiçbir şey için geç olmadığını söyler de bu filmde biraz rahatlarız -sözcükler kaybolup gitmedi bazıları bir yerlere ulaştı diye. Bergman’ın söyledikleri sadece filmdeki karakterlerle sınırlı kalmaz; hayata, izleyene de ulaşır, dokunur. Onlar konuşurken kendi yaralarınıza dokunmanızı, onları görmenizi de sağlar. Filmlerinden çıkınca aklınız karmakarışık bir halde buz gibi havada upuzun yürürken bulursunuz kendinizi, her şey yerinden oynamış gibidir. Bir tür terapi gibidir Bergman filmi izlemek, rahatlama sağlamaz beki ama, bastırılan anıları geri çağırır. Huzursuz bir halde donakalınır. Yine de onun anladığını düşünürsünüz; tüm bu karmaşayı, bu kadar acıyı anlayan biri var. Belki bu biraz rahatlama sağlar.

Bütün bunlara rağmen memnun değildir Bergman bu filminden. Kendini yeterince cesur bulmamış sanıyorum ki İmgeler kitabında film için şöyle der:

“Nasıl oldu da Güz Sonatı patlayıp fışkırdı, böyle bir film oldu, düş gibi mi? Belki de filmin güçsüzlüğü bu: Bir düş olarak kalmalıydı. Bir düş filmi değil de bir film düşü. Arka plan ve başka her şey bir yana itilmeliydi. Üç farklı ışık altında üç bölüm. Akşam alacası ışığı, gece ışığı ve bir sabah ışığı. Hantal sahneler yok, iki yüz ve üç tür ışık. Güz Sonatı’nı ilk kez böyle imgelediğim kuşku götürmez.”*

Bergman filmleri, 13 Şubat – 1 Mart tarihleri arasında Pera Müzesi’nde.

*Ingmar Bergman, İmgeler, sayfa. 225. Nisan Yayınları.

0 yorum: