The Wrestler


Bu filmi iki kelimeyle özetle deseler bana 1- et, 2-pazarı. Bu kadar açık, bu kadar net. 20 sene önce bir efsaneyken 20 sene sonra karın tokluğuna gösteri maçlarına çıkan, emekli olma zamanı çoktan geçmiş bir Amerikan güreşçisi; 10 yaşlarında bir erkek çocuk annesi, orta yaşa yaklaşmış, ama yaşından erken yaşlanmış yine emekli olması gereken bir striptizci, ve bir süpermarketin şarküteri büfesi. Görüyorsunuz değil mi benzerliği, herkes iyi kötü etini satıyor, geçim derdi bu başka şeye benzemiyor.
Bu arabesk girişten sonra ciddiyetle devam etmek mümkün mi bilinmez ama deneyelim. Darren Aronofsky'nin dördüncü filmi, Amerika'da 30 Ocak 2009'da vizyona girdi, bizde !f İstanbul 2009'da galası yapıldı. Eleştirmenler pek beğendi, Oscar adaylıkları geldi, Mickey Rourke'un dönüşü dediler, Bruce Springsteen filmin müziğini meccanen yapmış diye pek sevindiler, sonda Sweet Child o' Mine çaldı çok heyecanlandılar, çünkü onlara göre de "karı kılıklı Cobain" gelip insanlara eğlenmeyi yasak etmişti, halbuki 80ler ne güzeldi. Ayrıca zaten hepsi Soğuk Savaş'ı görmüş çocuklardı, televizyonda Rocky Rus rakibine yumruklar atarken "USA, USA" diye tempo tutmuş çocuklardı; e o zaman bu filmin ambiyansı onlar için bir çocukluk hatırasıydı.
Efendim (son bir ciddiyet denemesi), Randy "The Ram" Robinson, ki gerçek adı Robin Ramzinsky'dir (Soğuk Savaş kokusu-1, sonu -sky'le biten Polonyalı-Amerikalı soyadı) 1980'lerde efsane olmuş hala da hatırlanan bir Amerikan güreşçisidir. Özellikle 1989'da bir başka efsane İranlı Ayetullah'la (ki sonradan öğreniyoruz adamın gerçek adı Bob, İranlı bile değil muhtemelen, e o zaman Soğuk Savaş kokusu-2) yaptığı maç hala unutulmamış. Ama aradan geçen 20 yılda the Ram (koç demektir efendim) doğal olarak yıllara pek de meydan okuyamamış. Saçları hala sarı, teni hala bronz, kasları hala top top ama, kuaförden, solaryumdan, steroidden destek almadan olmuyor artık bu işler.
Zaten bilen de biliyor aslında hiç kimse gerçekte dövüşmüyor. "Biraz şundan yaparız, biraz da bundan, hırpalarız birbirimizi biraz, seyirciyi gaza getiririz, sonra Ram Jam'le bitiririz." "Anlaştık Ram, sen en büyüksün!!" Her maçtan önce yaşanan doğal diyaloglar bunlar. Ama artık danışıklı dövüşleri bile kaldırmıyor Koç'un kalbi. Geçirdiği enfarktüs sonrası gözünde hastane gözlüğü, elinde babaanne usulü ilaç torbası, her tarafı yırtık montuyla eve dönüp emekli olduğunu herkese ilan ettiğinde seviniyoruz, oh hayatı seçti diye, zira doktor yasakladı ya güreşi artık.
Ama sonra bakıyoruz ki o hayat aslında hayat değilmiş çünkü bunca yıllık ömründe güreşmekten başka pazarlanabilir bir şeyi hiç olmamış Koç'un. Marketin şarküteri reyonunda yumurta salatası tartmak onun için ölümden de betermiş. Ah aslında onu hayata bağlayacak bir şey olsa, mesela bir kızıyla barışsa, ya da her gün takıldığı kucak dansçısı/striptizci Cassidy/Pam onunla arasındakileri bir iş ilişkisi olarak görmekten vazgeçip hoşlandığını itiraf etse, o bira içtikleri günkü öpüşmenin devamı gelse...
Ahhh ama olmuyor maalesef. Koç da peynir kesmekten bıktığı bir anda parmağını da kesip diyetini ödüyor işinin ve çıkıyor yeniden ringe. Sonrası seyircinin hayalgücüne bırakılmış gibi yapılmış ama son sahnede ekran karardığında salonda hiç kimse bundan sonra ne olacağı konusunda tereddüt etmiyor.
Mickey Rourke efsanevi bir dönüş yaşadı mı emin değilim ama performansı gerçekten takdire şayandı. Sinema dünyasının sönmüş bir yıldızının başka bir sönmüş yıldızı canlandırması muhteşemdi. Filmde yüzünün görünmediği sahne neredeyse yok gibiyken performansı hiç düşmedi. Ama ben en çok Cassidy/Pam'i sevdim/beğendim. Marisa Tomei, ki kendisinin de parlayan bir yıldız olduğunu söylemek zor, iş saatleri ve iş dışı kavramını, o şizofren hayatın yarattığı hüznü, yarım kalmışlığı o kadar güzel hissettirdi ki bize yavaş yavaş derinleşen yüz çizgileri ve gözleriyle... Çok çok güzeldi.
Ana karakterler olduğunu varsaydığımız ekip içinde en sevimsizi Koç'un kızı Stephanie. Gerçi sevimsiz olmaya mecbur bir karakter, babasıyla arasında yaşananlardan sonra Strawberry Shortcake olmazmış o kızdan, ve olmamış da zaten. Gerçi kızdan nefret ettirmesine gerek yokmuş Darren Abimizin ama ettik bir kere. (Ama ben onun yerinde olsam daha da nefret edilebilir bir insan olurdum muhtemelen buna da şükür)
Aronofsky'le tek bağım Requiem for a Dream'di. Pi'ye katlanamadım, the Fountain'ı izlemedim. The Wrestler'dan ilk çıktığımda da filmi sevmediğimi düşünmüştüm. Rocky parodisi gibi geldi bana, bol klişeli biberli. Ama şimdi bakıyorum da bu kadar yazdığıma göre hakkında sevmedim desem de sevmişim aslında, en azından iz bırakmış bende. Bir sürü film gibi bir saatte buhar olup uçmamış aklımdan. Demek ki izlemeye değer bir filmmiş, muhtemelen vizyona girebilirmiş, bu kadar spoiler'dan sonra hala keyfiniz kaçmadıysa gidinizmiş, iyi seyirlermiş...

2 yorum:

  1. Adsız said,

    mickey rourke'un performansı için izlemeye değer.oldukça başarılı.

    on 25 Şubat 2009 13:40


  2. _kentaur_ said,

    sevgili se7in, filmle alakası olmayan birşey soylemek istiyorum; o da şudur ki artık biraz daha buyuk yazmayı denemelisin; karınca yazısını okuyamıyorum, gözlerim zaten bozuk, şişe camlarımın biraz daha kalınlaşmasını şu raddede hiç mi hiç arzulamıyorum:)

    on 5 Mart 2009 23:33