The purple rose of cairo




















Her zaman en sevdiğim filmler listesinin bir numarasında yer alacak bir film Woody Allen’ın 1985 yapımı bu filmi. Ayrıca bana kalırsa yönetmenin en iyi filmi. Sinemayla farklı ilişki kuran herkesin çok seveceği bir film bu. Cecilia tek eğlencesi haftada bir değişen filmleri izlemek olan mutsuz bir kadındır. Filmler dışındaki zamanını onları hatırlayarak ve anlatarak geçirir, gerçeklere dayanabilmesinin tek yolu gibidir bu. Bir gün “The purple rose of cairo” filmini izler, evliliğinin artık dayanılmaz olduğu ve işinden kovulduğu gün tekrar gider filme. Sonra tekrar… Beşinci izleyişi sırasında Tom Baxter karakteri perdeden çıkıp Cecilia’nın yanına gelir ve onunla konuşmak istediğini söyler. Cecilia’nın yıllardır değişmeyen hayatı filmler ve aşk sayesinde bir günde değişir, ama neye karar verecektir o, gerçek dünyada mı kalacak, hayallerinin peşinden mi gidecektir?..

Woody Allen sinemayı ne kadar sevdiğini gösteriyor herkese, filmlerin hayatı değiştirme gücüne dair çok güzel sözler ediyor. Sadece hayallere inanıp inanmamakla ilgili bu filmde her şey. Mia Farrow ve Jeff Daniels çok iyi performans sergiliyorlar, ama asıl karakter sinema bu filmde. Tabi bir de aşk... Filmin kötü karakteri ise gerçek.

Filmle ilgili çok şey söylemek istiyorum, ama ne söylersem söyleyeyim Tom Baxter’ın perdeden çıkıp Cecilia’nın elini tuttuğu sahne yanında zayıf kalacak ya da birlikte filme girip şehri dolaştıkları sahneler yanında... Bu nedenle yapılacak en iyi şey filmi izlemek, hatta Cecilia gibi yapıp tekrar tekrar izlemek.

Filmden;

-gerçek olmayı öğrenebilirim.
-ne demek gerçek olmayı öğrenebilirim, bu cüce olmayı öğrenmek gibi bir şey.

2 yorum

300


Yönetmen Zack Snyder daha önce bir George Romero klasiği olan dawn of the dead 'i tekrar çekerken de tıpkı bu filmde olduğu gibi olaya direk aksiyonla girip filmi hep yüksek bir tempoda sürdürüp yine yüksek bir tempoda bitirmeyi tercih etmişti. 300 aslında oldukça destansı bir öyküye sahip ama film, tür akranlığı bakımından Braveheart, Troy ve Gladiator gibi destansı özellikler taşımıyor. Zack Synder ve Frank Miller hikayeyi bu şekilde ele alıp filme çekmeyi daha uygun bulmuşlar. Peki bu doğru bir tercih mi? Bu kişinin sinemasal zevkine göre değişiklik gösterebilecek bir durum, ben şahsen bu tercihi olumlu bulsam da 300 muazzam bir sinema başarısı değil. Vasat bir senaryo üst düzey olmayan bir yönetmenlik ve oyunculuk var filmde. Filmde üst düzey olan şeyler görüntü yönetimi, kurgu ve müziklerdi. Bu yönüyle gelecek sene oscarlarda bu dallarda kendini gösterebilir. Film abartıldığı ve bahsedildiği kadar da siyasi bir içeriğe sahip değil çünkü kendini ciddiye alan bir film değil. Her türlü siyasi çirkinliğin gerçek anlamda yaşandığı bu zaman diliminde oldukça fantastik öğeler içeren, kendini ciddiye almayan(bunu ısrarla vurguluyorum) ortalama bir savaş/aksiyon filminden bu denli önemli sayılabilecek anlamlar çıkarmak(bu durum aslında sadece 300 filmi için değil çağımızda ortaya konan çoğu sanat eseri için geçerli) zaten giderek paranoyaklaşan insan neslini 1-2 kademe daha üst seviyeye çıkarmaktan başka işe yaramaz. Son tahlilde 300, yönetmenin önceki filmi gibi yine eğlenceli hoş vakit geçirmemizi sağlayan üst düzey bir b movie. Daha ötesini ben bulamadım.

1 yorum

Coffee and Cigarettes


11 kısa "episod" dan oluşan bu jim jarmusch filmi adeta kahve ve sigara'yı kutsuyor, ulu bir obje haline getiriyor. Kahve yada sigara yada her ikisi bizi bir nevi hayattan koparıyor.. farklı bir ruh çemberine alıyor. Mesela hiç bir diyeceği olmadığı halde arkadaşı yanına çağıran adam gibi ..arkadaşı soruyor "bir sorunmu var ?" "yoo bir problem yok." "o zaman niye çağırdın?" "hiç öylesine" evet "jarmusch" da bir nevi bize bunu anlatmaya çalışıyor. Ben sizi filmime davet ettim ama niye davet ettiğimi bilmiyorum, öylesine izleyin işte filmi diyor..bu sanatta yada sinemada yüce şeyler peşinde koşanlar için pek akla yatkın gelmese gerek.. niye vaktimi bu şaçmalığa harcıyım deme hakkına sahip bir çok kişi, tıpkı alfred molina'nın karşısında oturmuş onun kuzeni (bunu alfred molina iddia ediyor) steve coogan gibi. Tüm bu anlatılanların birer şaçmalık yada vakit kaybı olduğunu düşünebiliriz ama aslında bu saçmalıklar bizim hayatımızın birer parçası. insanoğlu ne zaman ciddi konuşmaya başlarsa bir süre sonrada o derece saçmalamaya başlar hayat birer saçmalıktır aslında yada tepkisizliktir. Yuvarlak bir masadaki porselen bardakta kahvedir yada bıraktığımızı iddia etmemize rağmen keyifle içilen bir sigaradır. Aslında hayatın kendisi bir "deliryum" dur. Tıpkı Bill Murray'in başına gelen gibi hepimiz birer deliryum'uz aslında...

5 yorum

Die Fetten Jahre sind vorbei



Bazı insanlar hiç değişmez.

Hazır sinemadan çıkmış insan modundayken yazayım istedim. Harika bir film bu. Öyle bir film ki, filmi çektiğinde henüz 34 yaşındaki Hans Weingartner'e 11 sene sonra Almanya'yı Cannes büyük ödülünde temsil edebilme onurunu yaşatmış. En başlarda hikaye klasik bir solcu eylemle başlayarak klişelerde gezineceği korkusu yaratıyor. Fakat gençlerin yeni eylem şekli gayet enteresan olacaktır. Zenginlerin binlerce dolarlık güvenlik sistemleri ile kendini huzurlu ve güvenli zannettikleri evlerine girip, hiç bir eşyayı çalmayarak fakat eşyaların yerlerini değiştirip bir de "varlıklı günleriniz artık sayılı" veya "çok paranız var" yazılı bir not bırakarak korkuyu yaşantılarına sokmak. Zaten Jan (Daniel Brühl) de söylüyor filmde;

"Aslında insan doğal olarak da çok güçlü uyuşturucular salgılar, mesela korku. Öyle bir hale gelirsin ki, köşeye sıkışırsın, çaresiz hissedersin. Ama kendine güvenin her zaman artar ve inanamayacağın şeyler yaparsın".

Hardenberg'in evinde durum farklıdır, bu sefer korkuyu onlar yaşarlar ve panik haliyle dünyayı kurtarmak yerine kendi kıçlarını kurtarmayı yeğlerler.

Hans Weingartner, gerçekten inandığı şeyleri empoze etmek yerine, karşı tarafında fikirlerini almayı ve filmi sağ-sol çatışması yerine psikoloji-aşk-hırs-arkadaşlık dörtgenine yayararak bence çok güzel bir şey yapmış. Jan ile Jule'in bakışmaları, Peter'ın sürekli soğukkanlılığı ve eski devrimci / yeni kapitalist Hardenberg'in her an bir piçlik yapacakmış hissini başarıyla aktarmış. Bunların dışında Hardenberg ile Eğitimcilerin kendi gerçeklerini anlattığı sahnelerde hiç bir şekilde taraf tutulmamış.



Hele öyle bir sahne var ki sonlara doğru, arkadaşların hiç bir şeye değişilmeyeceğini kanıtlayan. Gerçekten gülümsetiyor yüzünüzü. Aşk nasıl sonuçlanıyor bilemiyoruz, bir sonraki eylemlerinde başarılı olacaklar mı onu da bilemiyoruz ama, zaten mutlu sonla noktalanırken verdiği ayarın açıklığı ve netliği, bazı karaktersiz insanları akıllara getirince ayakta alkışlamak geliyor elimizden sadece.



gerçekten de bazı insanlar hiç değişmez, çünkü onların çok parası var.

1 yorum

Ett hal i mitt hjarta













"Yüreğimde bir delik"

Lukas Moodysson “lilja 4 ever” ile yüreğimizde delik açmaya kararlı bir yönetmen olduğunu göstermişti; ama bu kadar ileriye gideceğini düşünmemiştik, bu sefer ruhumuzu da delik deşik etmeye karar vermiş.

Küçük bir evde internet için porno filmler çeken bir adam ergenlik dönemindeki oğluyla birlikte yaşamaktadır. Porno film çekmeye çalışan biri kadın üç kişi arasında geçenler bizi zaman zaman kusma noktasına getirir. Filmi durdurup nefes almak için mola vermeye ihtiyaç duyarız sık sık. Çocuğun kendi odasında kurduğu dünya ve olaylara izleyici konumu da oldukça ilginç ve rahatsız edicidir. Bazen dayanamayıp müdahale etse de genelde izleyicidir ve odası dışında olup bitenlere bir anlam vermeye çalışır, odasında kurduğu dünyadan oldukça farklıdır onların dünyası.

Cinselliğin maskesini indirmeyi aklına koymuş yönetmen, bunun için de sanki görüntülerin en derinine inmeye çalışmış, bakmakta zorlanacağımız karelerle anlatmaya çalışmış derdini, cinselliğin yaralamaya ve yaralanmaya nasıl yol açtığını anlatmak için belki izleyiciyi de hırpalamayı seçmiş.

Bu filme inananlar kadar inanmayanlar oldu, hatta gereksiz ve zorlama bir deneme diyenler de. Ama "Lilja 4 ever" ile bir kez Lukas Moodysson’a inananlar onun sadece rahatsız etmek için film yapmayacağını bilerek ona inanmayı sürdüreceklerdir. Hem “onun biraz deli bir adam olduğunu bilerek sevmedik mi biz onu” diyerek bir sonraki filmini bekleyeceklerdir sanırım. En azından ben onlardan biriyim.



3 yorum

Shaun of the Dead



Bir [Z ile başlayan kelimeyi kullanmıyoruz] filmi.

Küçüklüğümden beri [Z ile başlayan kelimeyi kullanmıyoruz]leri sevimli bulmuş, hareket kabiliyeti sınırlı, duygusuz, aç, homurdanmaktan zevk alan bu yaratıkları korkunç gösteren sinema anlayışını da şiddetle kınamaktan kendimi alıkoyamamışımdır bir türlü. Evil Dead, Dawn of the Dead,Day of the Dead, Land of the Dead, Night of the Living Dead filmlerinden bir tanesi bile ilgimi çekmemiştir malesef. [Z ile başlayan kelimeyi kullanmıyoruz] dediğin ezik bir karakter zaten neden bunu korku unsuru yapmaya çalışırsın ki ey insanoğlu!

"-nelson.. nelsooon
- hello my friend "

Derken, derhal sir ünvanı verilmesini arzu ettiğim dahi ingilizler Edgar Wright ve Simon Pegg [Z ile başlayan kelimeyi kullanmıyoruz]leri ait olduğu yere, komedi dünyasına kazandıran bu harikulade yapım ile çıkagelir. Aslında bu filme "komedi filmi" demek sadece ilk 30 dakikalık kısım için geçerli. Shaun'ın ev arkadaşı Ed'i sevgilisi Liz'den -neredeyse- daha fazla önemsemesi, Liz'in bütün akşam yemeklerini Winchester Tavernası'nda geçirmekten bıkması ve artık Shaun'ın sözlerine inanmaması, David'in Liz'e yakınlaşmak için ev arkadaşı Diane ile çıkması, bir de bunların üstüne üvey babayla olan problemlere bakınca bazı dram filmi diye geçinen filmlerle bile başa çıkabilecek kapasitede sağlam bir alt senaryo (böyle bir şey sinema literatüründe yoksa söyleyin) ile karşılaşıyoruz. Tek fark şu; komik anlatıyor yahu adamlar!

"O babam değil, üvey babam"

Filmde bizden o kadar çok şey var ki; playstation, tekken, the smiths, queen, time splitters.. Bir [Z ile başlayan kelimeyi kullanmıyoruz] filminde bu kadar tanıdık şeyi bir arada görmek de şaşırtıyor bazen. Açıkçası benim gibi bu filmi seven bir arkadaş grubuna sahip olursanız (daha doğrusu o kadar şanslı olursanız) filmdeki pek çok
şeyi günlük
hayatınızda kullanacağınızdan şüheniz olmasın.

"İki dakika!"

Sizi Simon Pegg, Edgar Wright, Kate Ashfield (benimle evlenir misin ?) ve özellikle Nick Frost'un mükemmel performansına davet ediyorum. Filmi sevenler kadar nefret edenler de var ama bu, filmin modern zamanların kült filmlerinden biri olduğu gerçeğini değiştirmez. Ayrıca dvdsi de şahane ötesi.

2 yorum

Angst Essen Seele Auf


Türkçe adıyla; korku ruhu kemirir,çok şey düşündüren fakat anlatmakta zorlanıp sadece çok iyiydi diyebildiğiniz filmlerden biri;fakat ben biraz deneyeceğim.

Film genel anlamıyla ilişkilerin her ne kadar iyi gitsede elbet bir tarafın bunu lehine kullanıp,kullandıktan sonra ilişkinin artık sevgiden çıkıp artık bunun tek taraflı sömürüye dönüşeceği fikri üzerine kurulu bir film.Bu Fassbinder'in o dönemde çektiği filmlerde olan bir konudur.Örnek olarak Faustrecht der freiheit filminde bu daha bariz olarak görülebilir.Filme dönecek olursak,aslında herşey faslı bir göçmen işçi olan Ali'nin insanca yaşama isteğinden ötürü başlar.Kendisinden yaşça büyük Emmi'ye aşık olur.Yaşlı bir hanım olan Emmi de Ali'ye aşık olur.İkisi yalnızlıklarını paylaşırlar,mutludurlar;ancak "mutluluk her zaman eğlenceli değildir" Ali,Emmi'nin yakın çevresi tarafından dışlanır.Emmi'nin çocukları,komşuları,Ali ile beraber olduğu için iş arkadaşları tarafından Emmi dışlanır.Herkes aynı şeyi söylemektedir:"araplar hayvandır" ancak onları bu insandışılığa iten ırklarının özellikleri değil tamamı ile toplumdur. "Zaman herşeyi mahveder,iyi veya kötü herşeyi siler" sözü burda kendini doğrular. Emmi ile Ali bir süreliğine hayatlarından uzaklaşırlar,döndüklerinde hayat yavaş yavaş eskiye dönmüştür.Emmi artık komşularıyla eskisi gibi iyi geçinmeye başlamıştır.İş arkadaşlarıyla barışmıştır.Oğlu bile onu ziyarete gelmiştir;ancak Ali'nin bazı şeylerden artık canı sıkılmaya başlamıştır.Düzen onu boğmuştur sanki.Hor görülmek içine işlemiş gibi sanki birden eski hayatına geri dönmek istemiştir.Eskisi gibi kuskus yemek istiyordur...

Filmin sonunu anlatmak istemem.Umarım yazdıklarım film hakkında açıklayıcı olmuştur.Film hakkında son söz şunu söyleyeyim.

"Bazı şeyler,bazı insanlar için gerçekten çok ağırdır."

1 yorum

Last Days


Tahmin etme sanatı.

bazen şanssızlıklar oldukça faydalı olabiliyor. 26. istanbul film festivali de bunlardan birine sahne oldu. tahmin ettiğimiz gibi the fountain'e bir saat öncesinden bilet bulamadık ve film başlayana kadar beklemeye karar verdik. festivalde her filmde olan şey bu sefer olmadı. herkesin arkadaşı geldi, kimse kimseyi ekmedi. bir şekilde o salon o gün tamamen doluydu.
bizdeki şanssızlığın şanslı tarafı, bir kaç saat sonra emek sinemasında last days'in gösterilecek olmasıydı. bileti aldık, gezdik dolaştık. kısa bir kuyruktan sonra fuaye'deydik. ve tam karşımızda tanıdık bir yüz duruyordu, gus van sant. şaşırmıştık, haberimiz yoktu kendisinin geleceğinden. zaten o an anladım o günün özel olacağını.

neden bu kadar uzun bir giriş yaptığımı bilmiyorum. daha önce hiç müzik, video oyunu ve özel ilgi alanım olan otobüsler dışında hiç bir şey yazmamış olmamdan dolayı heyecanlıyım sanırım. konuya döneyim, film başlamadan önce gus van sant ufak bir konuşma yaptı.

"bu filmde görecekleriniz tamamen farklı bir karakterin yaşantısındır, bir tahmindir. aslında cobain'i anlatmaya çalışmamıştık ama ilerleyen safhalarda istemsiz bir şekilde blake karakteri cobain'e benzemeye başladı. cobain'in son üç gününde yaşamış olabileceklerini tahmin etmeye çalıştık sadece."

sözünde duruyordu gus van sant. duygu sömürüsü, karakter derinliği, neden böyle olduğu hiç birisi onun ve bizim için önemli değildi. yorum yapmadan, uzaktan izleyerek insanın çöküşünü bu kadar etkileyici anlatan başka bir yapım var mıdır bilmiyorum. film en başından itibaren rahatsız edici. başlarda bir neden arayışına giriyorsunuz, sinematografinin sınırlarını zorlayan sahneler eşliğinde (ki bir tek kişilik grup sahnesi, bir de sarı sayfalar sahnesi var .. bunları uzun süre unutamayacağım) filmin ortalarına kadar bu arayış devam ediyor. kopma ya da hareketlenme beklerken, sessizce son buluyor film. insanın eriyişi, tükenişi ve nasıl olduğunu bilmediğimiz esrarengiz sonu. sır perdelerini açmak yerine, tahminlerinize kaldığınız yerden devam edin diyor gus van sant. zaten o yeterince tahmin etmemiş mi ?

not: bu yazıyı yazmamın bir diğer sebebi de Michael Pitt'in olağanüstü performansının yanı sıra grubu Pagoda ile kaydedip daha sonra filmde kendisinin yalnız başına söylediği Pagoda – death to birth isimli veda şarkısıdır.


http://www.youtube.com/watch?v=sE1mHZ1ZFts

1 yorum

Requiem For a Dream


2000 tarihli Darren Aronofsky^nin Pi^den sonra ikinci ve şu ana kadarki en iyi filmi. Clint Mansell^in mi yoksa Darren Aronofsky^nin mi bu film pek karar veremedim aslında. Müziğin sürdürdüğü ve bitirdiği bir filmdi, sanki soundtrack^i dinleseniz sadece yine aklınıza bu görüntüler gelecekmiş gibi, sanırım ikisinin de filmi, haksızlık etmeyeyim.

Trainspotting izleyip de gülümseyen yüzlere atılan bir tokat gibi Requiem for a dream.. Burada anlatılan bunun bir batak olduğu ve maalesef ne kadar çırpınsanız da yerinizin bataklığın dibi olduğu. "Yırttım artık kurtuldum" diyerek güzel bir müzikle bitmiyor bu film, "bittim" diyerek Clint Mansell^in üzerinize yüklenen karanlık tonları ile bitiyor. Bedensel ve zihinsel her türü uyuşturucunun insana bir şekilde ulaştığını ve günümüz toplumunda bunlara yaklaşmak değil de uzaklaşmak için bir çaba gerektiğini gayet iyi anlatıyor.

Bu filmde kusuyoruz, kolumuz kesiliyor ve sonunda ölüyoruz, hepsi bizim hatamız. Arkasına sığınabileceğimiz hiçbir şey yok, ya seçmişiz ya da seçtikleri şeye karşı gelememişiz. İnsan zayıf aslında ama güçlü rolü yapıyor ve iyi oyuncular olmadığımızı çok iyi anlıyoruz. "Acıtmak istersem, canınıza okurum" kategorisinden, gönlümün kült filmlerinden.

3 yorum

The Hottest State



Ethan Hawke’ın kendi romanından uyarladığı The Hottest State, "Before Sunrise", "Before Sunset", "Eternal Sunshine of the Spotless Mind", "The Science of Sleep" filmlerinin yolundan giden bir film. Bunlar bildiğimiz aşk filmlerinden değil, Hollywood bize yalan söylemiş, çünkü aşkın rengi pembe değil. Aşka gerçekler karışıyor bu filmlerde, aşk kazanıyor belki sonunda, ama her zaman değil. Aşkı tüm karmaşıklığıyla ele alıp onu bu haliyle sevmeye başladı artık yönetmenler.

The Hottest State de bu filmlerden biri. William, karşılıksız aşk acısıyla ölüp biten 20 yaşında bir gençtir. Hiçbir şeyi değiştirememenin ve anlayamamanın acısıyla mahvolur. Biz de ona güleriz. William için üzülürüz de, ama ona gülmeden de duramayız. Beckett doğru mu söylüyordu, yoksa “hiçbir şey mutsuzluk kadar gülünç değil” mi? Science of sleep’ten Stephane’ın çırpınışları ile William’ın davranışları arasında benzerlikler var. Yoksa bu sözü daha ileri götürerek şöyle de söyleyebilir miyiz; “aşk biraz da komik bir şey” mi? İnsanı gülünç durumlara düşüren akıl almaz bir şey, hiç yapmayacağı şeyleri yaptırıp belki herkesi biraz da birbirine benzeten bir şey.

Bu filmlerle birlikte, aşkın gerçek yüzü çıktı ortaya, aşk karmaşık, ama biraz da gülünç. İllüzyon değil, şapkadan tavşan çıkardığı falan yok, öyle pespembe olmuyor dünya, ama değiştiriyor, kendisine benzetiyor her şeyi. Yine de bütün bunlara rağmen güzel, belki de bunlarla güzel.

Biz bu filmleri çok sevdik, ağlanacak halimize gülmeyi de. Biraz buruk olsa da gülümsemelerimiz bazen, eyvah ben de böyle yapıyor muyum diye endişelensek de… Yönetmenler de sevdiği sürece izlemeye devam edeceğiz anlaşılan "bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap..." filmlerini. Şikayetçi değiliz.

0 yorum

Voksne Mennesker


Dagur Kari'nin Noi Albinoi'den sonraki filmi. Türkçe'ye "Tutunamayanlar" diye çevrilen film bazılarının burun kıvırarak söylediği gibi hikayesini küçük küçük anlatan samimi bir film. Graffiti yaparak yaşamaya çalışan "disleksi" hastası Daniel'in bir türlü yoluna girmeyecekmiş gibi görünen hayatının hikayesidir bu. Sanki toplumdan farklı olan karakterlerine bir de farklılıklarını vurgulayacak hastalıklar yakıştırmayı seviyor gibi yönetmen. Siyah beyaz olan bu filmin renklendiği tek bir sahne var, güneşin sevgilinin kızıl saçlarında dolaştığı andır bu. Hiçbir şey eskisi gibi değildir artık, aşk yine -bir tek onun yapabileceği şekilde- her şeyi değiştirmeyi başarmıştır.

6 yorum