13 tzameti


The Guardian yorumuyla: "Olağanüstü..Dövüş Klübü'nden daha iyi."


13 Tzameti, 2005'te Venedik'te "En İyi Film Ödülü" nün yanısıra, 2006'da Sundance'ta" Jüri Büyük Ödülü" kazanmış siyah beyaz bir Fransız filmi. 90 dakikalık film ilk 20 dakikasında yavaşça ilerlerken-Fransızlara özgü birşey sanırım- sonraki "bir olay" çok şaşırtıyor, çok düşündürüyor, çok çok karmaşıklaştırıyor.

Sebastian kendi halinde ufak tefek işlerden para kazanan bir gençken, çatısını tamir ettiği evin sahibinin ölümüyle başlayan macera tüyler ürperten bir şekilde sonlanıyor.Kafaya dayanan silahlarla, ölmüş insan yığınlarıyla, nefessizlikle, sürekli nefes alışlarla, çaresizlikle sarsan bir film.İnsan hayatının değerini bin dolarlarla ve şarjöre doldurulan mermilerle ölçen insancıkların oyununda, oyundan kurtulmak için iki seçeneğiniz var: ya öleceksiniz ya da- şansınız varsa- tek yaşayan siz olacaksınız.


"you are born and you die. there is nothing else. you are a descendant of schopenhauer, you know this"

6 yorum

Muhsin Bey

Ağlamakla, inlemekle ömrüm gelip geçiyor
Devası yok garip gönlüm günden güne eriyor

Ne güzel şarkıdır Ağlamakla İnlemekle, ne güzel filmdir Muhsin Bey. Bin kere izlese gene de bıkmaz insan. Takvimler 1987'yi gösterirken Yavuz Turgul'un Şener Şen ve Uğur Yücel'le ortaklıklarının belki de en mükemmeli çekilir ki bu müthiş üçlünün yanında Osman Cavcı, Sermin Hürmeriç ve daha nice değerli isim vardır.

Musikişinas Muhsin Kanadıkırık, İstanbul'un taşı toprağı altın diye Urfa'dan kopup gelen genç yetenek Ali Nazik'i himayesine alıp ona kaset yapmaya uğraşırken binbir türlü dertle uğraşır: parasızlık, başka plak yapımcıları, arabesk tehlikesi, girdikleri yarışmadaki şike olayı. Bu arada başı bir yandan da üst komşusu pavyon gülü Sermin Hürmeriç ile derttedir, sırılsıklam aşk tam Muhsin Bey'e göredir. Bu dertler arasında Ali Nazik'in kasedi için para toplama derdine insanları dolandırıp hapse bile girer Muhsin Bey.

Mükemmel senaryonun, inanılmaz oyunculukların yanı sıra döneminin resmidir aslında film. Arabeskin istilasına uğrayan müzik endüstrisinde kirlenmeden kalmaya çalışmak, liberalizmin ülkede ağırlığını gün geçtikçe hissettirmesiyle gittikçe artan ithal mallar ("Şu garip teybini ver bakayım. Neydi adı?" "Volkmen"), Beyoğlu'nda yıkılan evler ve ülkeyi terk etmek zorunda kalan gayrımüslim azınlıklar, gazino patronları...

Özellikle Muhsin Bey gibilerin her türlü direnişe rağmen her alandaki varlığını gittikçe hissettiren arabeskleşme konusunda söylenecekler çok fazla. Hele ki bugünle karşılaştırdığımızda 60 sonrasında marjinal kültür olarak ortaya çıkan 80'lerde "Semra bir kaset koy da havamızı bulalım" siyasetleriyle gittikçe güçlenen en sonunda da bugün baskın kültür haline gelen arabesk. Filmin en neşeli sahnelerinden Ali Nazik'in "Evlerinin Önü Boyalı Direk" performansı geliyor aklıma örneğin. Bilenler çoktur ya bilmeyenler için belirtelim. O türkü o dönem İbrahim Tatlıses'in ağzından sıklıkla duyulmuş ve çok meşhur olmuş bir çalışmadır. zaten bütün film boyunca Ali Nazik "İbrahim gibi" olmak isterken son sahnelerde göbeğine kadar açık gömleği, kalın altın zinciri ve yüzükleri, kadınlara karşı tavırları ile amacına ulaşmış gibidir.

Üzerine söylenecek çok şeyi olan bir film Muhsin Bey ama spoiler hassasiyetinden olsa gerek söyleneceklerin bir kısmını söylenmeden bırakmak gerekiyor. Herkese "izleyin" demek geçer SE7IN'in içinden. Ne de olsa en sevdiği yönetmenin en sevdiği oyuncularla çektiği en güzel filmlerden biridir. Sonraki yıllarda gelecek olan Eşkıya'nın, Gönül Yarası'nın habercisidir. Türk sinemasının yüz aklarındandır, adını duymak bile insanı mutlu edendir.

5 yorum

Grindhouse:Death Proof




Tarantino; sinemasının samimiyetine her zaman gönülden inandığım bir yönetmen. Son zamanlar da popülaritesi artsa da biraz fazla piyasa adamı gibi görünsede o aslında gençliğinde idealini kurduğu sinemayı yapıyor. Sinema tarihinin önde gelen usta yönetmenlerin filmografilerine şöyle bir göz attığımız da mutlaka çekmekten pişmanlık duyacağı bir kaç gönülsüz film görürüz. Ama Tarantino'nun şu ana kadar çektiği filmlere bakarsak; Hepsinin kendi inandığı hikayeler ve sahiplendiği filmler olduğunu göreceğiz. Ayrıca filmler ve kendi filmleri hakkında konuşmayı da çok seven biri. Kısaca demeye çalıştığım bana göre Tarantino'nun şu ana kadar inişe geçmeyen bir sinema kariyeri var. Her işte olduğu gibi sinemada da istikrar çok zor iştir. Çektikleri ilk film olan Blood Simple 'dan bu yana her filmiyle başyapıt seviyelerinde dolaşan "Coen Brothers" lar bile The Man Who Wasn't There 'den beri sağlam bir iş çıkaramadılar. Belkide yaracılık sorunu yaşıyorlar. Intolerable Cruelty ve The Ladykillers gibi filmler çekerek bir nevi kendilerini rahatlatmaya çalıştılar. İkisi de fena filmler değildi. Ama kuşkusuz geçmişte yaptıkları büyük işlere de ufaktan gölge düşürdüler. Tarantino 'nun en çok takdir ettiğim yönü bu belirttiğim durum aslında. Elbette oda belli dönemlerde yaratıcılık krizine girmiştir. Bu gayet doğal bir durum. Bu her yazar ve sinemacı için olabilecek bir durum. Ama o bu durumu, inanmadığı projelerle uğraşarak aşmak yerine hiç film çekmeden; bekleyerek geçirmeyi tercih etti. Böyle olunca da aralarında uzun zamanlar olsa da çekilen her Tarantino filmine Tarantino filmi olmuş diyebildik. Bu adamın sineması biraz kişisel zevk sineması aslında. O her çektiği filmde geçmişte hayran olduğu filmlere ve kültürlere birer saygı duruşunda bulunuyor. Söylediği şu söz onun sinemasını özetliyor aslında. "eğer birgün film izlemekten bıkarsam o zaman film çekmem için bir sebep kalmaz."

Neyse bu uzun sayılacak girizgahtan sonra filmi değerlendirmeye başlasam iyi olacak. Herhangi bir Tarantino filmini değerlendirirken onun sinemasına ufaktan değinmeden olmuyor. Death Proof, yönetmenin Robert Rodriguez ile gerçekleştirdiği 2 film ve 3 traireldan oluşan Grindhouse projesinin bir halkası. Death Proof, Cannes'da tek film olarak yarışmaya katıldı. Ülkemizde de yine aynı şekilde vizyona girdi. Bu haliyle film 127 dakika olarak vizyonda. Bu bir yandan iyi bir şey olsa da Grindhouse keyfini yaşamak da ayrıca hoş bir şey olabilirdi. Umarız DVD'si çıkar.

Film de Kurt Russel'ın canlandırdığı dublör Mike'ın gözüne kestirdiği kızlara yaptığı manyaklıklar anlatıyor. Death Proof (ölüm geçirmez) adını verdiği özel modifiyeli aracıyla bir Azrail edasıyla ortalıkta dolaşıyor. İki bölümden oluşan film de ilk bölümde dublör Mike'ı daha ağırlıkta görüyoruz. Gözüne kestirdiği kızlarla barda muhabbet kurmayı başarır üstelik birine kucak dansı da yaptırır. Sonra kaçınılmaz son gelir. Kızların kendi araların da konuştuğu sahnelerde filmde oldukça fazla. Rezervuar Köpekleri'nin kadınlaştırılmış hali bir nevi. Ayrıca ilk bölüm görüntü itibariyle 70'lerin atmosferini oldukça iyi yansıtıyor. Bir anlamda çizgi romansı bir havası da var. Sahneler arası kasten yapılmış ani kesmelerlede B film ruhuna sadık kalınmış. Durgun ve ağır geçen uzun konuşmaların ardından oldukça şok bir biçimde sonlanıyor ilk bölüm. İkinci bölüm ilk bölüme nazaran biraz farklı. Görüntü açısından ilk bölümün aksine günümüzde geçiyor havası uyandırıyor film. Birazcık daha gerçeğe yakın bir havası var. İlk bölümdeki çizgi romansı hava yok yani. Ayrıca yine ikinci bölümde dublör Mike'ı daha geri planda görüyoruz. İkinci bölümün daha haraketli olduğunu itiraf etmeliyim. Sonlara doğru dakikalarca süren araba sahneleri baya bir eğlendiriyor. Bitişi de ilk bölüm kadar harika oluyor tabi. Tarantino'nun oldukça feminem bir tavır takındığı bir film olmuş. Kızlarında geyik muhabbetinde erkelerden geri kalmadığını bize gösteriyor aslında.

Death Proof, genel olarak bakıldığında yönetmenin diğer filmlerinin aksine daha az ciddiye alıncak bir film. Ama yine yönetmenin en tarantinesk filmi diyebiliriz. Bana kalırsa onun çekmekten en çok hoşlandığı filmi de olmuştur. Fatih Özgüven'de olayı özetlemiş biraz. "Ömrünün sonuna kadar arabalarla, filmlerle, şarkılarla, film içi şakalarla, filmde ismen ya da cismen görünmekle eğleneceği anlaşılan yönetmenin eğlenceli ama biraz 'mükerrer' son filmi..." Şahsım adına da bu filmi henüz izlemeyenlere şöyle bir vaatte bulunacağım. En kötü ihtimal her Tarantino filminde olduğu gibi "bu adam bunca saçmalığı nasıl bu şekilde bir araya getiriyor" dercesine büyük bir şaşkınlıkla salondan çıkıcaksınız.


Pam: Are you sure it's safe?
Stuntman Mike: It's not safe, it's death proof.

3 yorum

Week End


Fransız Yeni Dalga akımının temsilcilerinden ve saygıdeğer Truffaut'un Cinémathèque Française arkadaşlarından Jean-Luc Godard imzalı 1967 yapımı biraz "garip" olarak lanse edilebilecek bir filmle karşı karşıyayız. Gerçekçiliğine güvendiğim bu akımın öncüsü bir yönetmenin filmi olması sebebiyle "Tamam o zaman, rahat rahat izlerim; Lynch gibi olmasa gerek." diye başladığım Week End filminde garip bir şekilde aşırı bir Lych havası sezinledim ilk olarak... Güzel çiftimiz Rolan ve Corrine, ailelerini ziyaret etmek amacıyla bir yolculuğa başlamakta ama bu bizim alışkın olduğumuz yolculuklardan değil pek; daha doğrusu şu "modern" kisvesi altında tanımlanan insanların bir açıdan aslında ne yapmak ve ne söylemek istediklerini avcı-toplayıcı atalarımız tadında yaşamaları, yolculuğun başlıca özelliklerinden biri...Yolda sürekli gorülen kazalar, cesetler, ulaşılmak istenen yere varıldığında yaşanan gariplikler ve sonunda ulaşılan bir yamyam kampı. Filmimiz genel olarak bunlar üstunden gelişmekte; ama filmimizin asıl amacı burjuva insanlarını ve kültürünü yermek...


Sayın Godard, burjuvaziyi yermek için çok güzel iki sahne kullanmış bence. Sahnelerin ilki süregelen sınıf kavramıyla ilgili: Zengin olanlar, hak onlarda olmasa bile daha alt kesimden insanların haklarını sonunda ölüm tehlikesi olsa bile almaktan çekinmezler.Üstüne üstlük de utanmadan "Ben senden zenginim, sen bu hakkı hak etmiyorsun; senin ölmen gerekirdi çünkü sen fakirsin." diyebilecek kadar da şımarıklar.Ünlü traktör sahnesi....


Diğer sahne de tüketim çılgınlığına taş atmış: Kaza yapan bir çift, karşı arabadan sarkan cesetler ama bunun karşılığında düşünülecek en son şey için hoyratça bağıran bir kadın: "İmdat, Hermes çantam arabada kaldı!!!!!" Bir anlamda da haklı aslında, hiçbir zaman gerçekten çok ihtiyacımız olmayacak şeyleri almak, onlara sahip olmak için kendimizden geçercesine çalışıyoruz,hayatımızı yaşamaya vakit bulamadan 100 tane özelliğinin en fazla 7 tanesini kullandığımız elektronik aletler, hiçbir zaman 200km hızla gidemeyeceğimiz spor otomobiller almaya çalışıyoruz...Corrine bizim kendimize itiraf edemediğimiz, sanki gereklilik gibi gördüğümüz bu tüketim çılgınlığımızın -yaşadığımz tüketim çılgınlığında sayılı büyük ülkelere nal toplatmaktayız bu arada- bir sancısını yaşıyor sadece....


Filmin sonlarına doğru zaten sersemlemiş olan bünyemiz, karşılıklı okunan bir manifestoyla darbe yemeye devam ediyor; beyaz ve siyah olarak ayrılmaya zorlanmış insan ırkının ateşkesi niteliğnde bu manifesto. Beyaz anlatıcımızın sesinde siyah bir adam, siyah arkadaşımız konuşurken beyazın gorüntüsü, bir de beraber yenilen bir yemek...Arkada ablak ablak bakan Roland ve Corrine de oldukça hoş bir detaydı kanımca....


Ve filmin sonunda da, yamyam olmaya karar vermiş birkaç kişilik bir grup tarafından alıkonan Corrine ve sunulan kocası Roland'ı afiyetle yiyişi yırtıcı hayvanlar misali;dün en sevdiğin, bugün tabağında yemek.....


Uzun lafın kısası, Godard'ın bu etkileyici filmini birkaç kez izlemek gerek aslında; dur ben de Hermes çantamı alıp geleyim de beraber izleriz.....


p.s.: Bu arada kendisi en tehlikeli 25 film arasındaymış; görmek istemediklerimizi gösterdiğinden olsa gerek...


0 yorum

Eşkıya

Türk Sinema tarihinin en iyilerinden biri olarak kabul gören, 1996 yapımı Yavuz Turgul filmi..

Cudi dağında yakalanan bir grup şakinin içinden, 35 yıllık mahkumiyete sadece bir tanesi dayanabilir ve hayatta kalır: Baran.. Şener Şen'in insanüstü oyunuyla can verdiği Baran, kendisini gammazlayan haini ve sevdiği kadın olan Keje'yi bulmak için trenle İstanbul'a giderken, uyuşturucu batağına bulaşmış filinta gibi bir delikanlıyla, Cumali ile (Uğur Yücel), tanışır ve büyük şehrin büyük acılarına birlikte göğüs germeye başlarlar..

Sevdiği kadını kaçıranın, kendisini hapislere düşürenin en yakın dostu Berfo (Kamran Usluer) olduğunu öğrendikten sonra deliren Baran'ın yürek yakan öyküsüdür en kısaltılmış tanımıyla Eşkıya. Kırılan bir kemiğin sesidir, paramparça..

Babamla Beyoğlu Fitaş'ta seyrettiğimizde bu filmi daha dokuzumdaydım ve insanların sinemada her film sonunda ayağa kalkıp alkış yaptıklarını zannetmiştim: İnsanların en yakınlarından darbe yedikleri; en güvendiklerinden, en galip yerlerinden mağlup oldukları bir dünyada yaşadığımızı öğrendiğim yaştaydım yani.

İki türlü sevgiyi öğretti Eşkıya: Birincisi, Keje ve Baran'ın; diğeriyse, Cumali ile Emel'in. Bir yanda sadakat, bir yanda ihanet; bir yanda sonsuz tepkisizlik ve vakar, diğer tarafta ise heyecan ve hüsran.. Bir insanı sevmenin imla kurallarına bağlı olmadığını ispat eden bu kutsal yapımın müzikleri de kendi iç yapısı gibi öldürücü ve sarsıcı olmalıydı elbet: Erkan Oğur'un kusursuz katkısı, "şu Fırat'ın suyu akar serindir" dizesini hafızamıza divit ucu ile kazıması, kırılgan bir halet-i ruhiyeyle sinemada babayla gözlerini birbirinden kaçırarak gizlice ağlamalara yol açtı muhakkak. Odalarında fahişe annelerin etlerini sattığı otellerin lobilerinde başlayan çocukluklar, bir porno filme öykünmüş hayatlar, bukkake'den farksız sevmeler ve sevişmeler; insanın kendini cezalandırma mekanizması ve dış dünyayla mutat ilişkinin kesilmesi, kesilen her şeyin tek tek kanaması, kanayan yaraların sağaltılamaz tümörlere ve esrik umutlara dönüştürüldüğü ara sokaklarda gençliklerin köküne kezzap dökülmesidir bu film.

Kayhan Yıldızoğlu, Güven Hokna, Yeşim Salkım, Özkan Uğur, Settar Tanrıöğen ve daha nice oyuncunun elinden geleni fazlasıyla yaptığı Eşkıya'ya şöyle nokta koymak gerekir belki de.. o çatıda, Cumali'nin Ölümü ile:

Cumali:
Çok korkuyorum Eşkıya,
beni bırakma..
Çok korkuyorum,
çok..


Baran:
Korkma
Sadece toprağa gideceksin,
sonra toprak olacaksın
sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin
oradan özüne ulaşacaksın
çiçeğin özüne bir arı konacak
belki
belki o arı ben olacağım..


4 yorum

Benny & Joon


Jeremiah S. Chechik’in yönettiği 1993 yapımı romantik komedi. Johnny Depp ve Mary Stuart Masterson farklı iki karakteri canlandırıyorlar filmde. Sam (Johnny Depp) Charlie Chaplin gibi giyinip sürekli onun taklidini yapan bir adam olduğu için farklı, Joon (Mary Stuart Masterson) akıl hastası olduğu ve sadece resim yapıp kitap okuduğu için çevresindeki herkesten farklı. Bu iki kişinin birbirini bulması ve aşık olması kaçınılmaz oluyor böyle bir durumda.

Kısaca konusu şöyle; araba tamircisi Benny ve akıl hastası kız kardeşi Joon birlikte yaşamaktadırlar. Joon evdeki hizmetçileri sürekli kaçırdığı için Benny zor günler geçirmektedir. Bir gün Joon pokerde tuhaf bir iddiaya girip kaybeder ve Sam’i yanlarına almak zorunda kalırlar. O andan itibaren hayatları daha renkli ve eğlenceli olur.

Johnny Depp çok genç bu filmde, hatta oyunculuğunda biraz toyluk bile göze çarpıyor, ancak o kadar başarılı bir Chaplin olmuş ki şaşırmamak mümkün değil, ütüyle tost, raketle patates püresi yapıyor, parkta inanılmaz bir gösteri sergiliyor. Filmin en eğlenceli anlarını onun oyunculuğu oluşturuyor. "What's Eating Gilbert Grape"deki hallerini hatırlattı bana hep film boyunca o filmde çok daha hüzünlü bir karakteri canlandırıyordu Depp. Ancak iki filmin de aynı yıl yapılmış olması, orda Juliette Lewis ile oluşturdukları başarılı ikilinin benzerinin bu filmde de olması, iki filmin birbirini hatırlatmasına neden oluyor ve tabi ki çok sevdiğim bir film olması nedeniyle de...

Sessiz film dönemine küçük küçük göndermeleri olan eğlenceli ve farklı bir romantik komedi bu. Özellikle Johnny Depp düşkünü olan ve ne yaparsa yapsın izlerim diyen benim gibiler için mutlaka izlenmesi gereken bir film.
Filmden;
Parkta sergilediği başarılı Chaplin gösterisinden sonra Joon, Sam’e soruyor;

- Bunun için okula gittin mi?
- Hayır bu yüzden okuldan atıldım.

2 yorum

Crank


Mark Neveldine ile Brian Taylor^ın, 2006 yapımı ilginç filmleri.

İlk defa bir türe böylesine iyi yapışan bir film izledim, kelimenin tam anlamıyla "aksiyon" filmi olmuş. Karakterimiz Chev Chelios kanında bir çeşit zehir bulunduğunu ve yarım saatlik ömrü kaldığını öğrenir, tetikçi olan ve yaptığı son işten ötürü ortalığı karıştıran Chelios kalan ömrünü de bir kelle peşinde geçirmek için harekete başlar..

Kısa bir süre sonra vücudundaki zehrin kana karışmasını sadece Adrenalin^in engelleyebildiğini keşfeder ve bir daha durmaz. Ölüme doğru koşarken tek başına gitmeye niyeti yoktur, koşar durmaz, energizer tavşanı gibi olur..

"Ne de olsa öleceğim" rahatlığına sahip bir insanın neler yapabileceğini, zaten tehlikeli olan bir adamın ise nasıl kontrolden çıkabileceğini görüyoruz. Film bir oyun gibi olduğundan şiddet seviyesi pek rahatsız etmiyor, tempo ile birlikte ezilip gidiyor. Farklı çekimler ile bu hikaye anlatılsa epey can sıkıcı olabilirdi.

Snatch^deki Turkish rolü ile hafızalarımıza kazınan ve sonraları The Transporter ve Italian Job gibi filmlerde de gördüğümüz Jason Statham başrole gayet iyi gitmiş, filmin sürükleyici yapısına çok uygun bir seçim olmuş.

İlginç kamera hareketleri, inanılmaz hızlı temposu ile film çok değişik bir deneme. Hızlı birleşen parçaları ile de garip denilebilecek bir hikayesi var, filmi izlerken aklıma GTA oyunu geldi, sonra yorumları okuyunca birçok insanın da benim gibi düşündüğünü gördüm.. Oyun gibi başlayan, oyun gibi süren ve oyun gibi biten bir film..
87 dakikalık kısa süresi filmi izlerken 10 dakika gibi geliyor..

2 yorum

High Fidelity


Hi-Fi 2000 yapımı, Nick Hornby'nin romanından uyarlama bir Stephen Frears filmi..

Hayatının merkezine müziği koyan insanlar (özellikle erkekler) için başucu eserlerinden birisi olan High Fidelity elime geçtiği anda tükettiğim kitaplardan olmuştur, sonra zamanı gelince yeniden okunan, arada sırada ortasından bir yerinden başlayıp yeniden ve yeniden okunan bir kitap.

Benim için önemli olan kitapların filmleştirilmesi her zaman canımı sıkmıştır, hayalimde yarattığım karakterlerin bir yönetmenin gözünden perdeye verilmesi neredeyse imkansız olduğundan hep bir noktada hayal kırıklığı yaşarım. Ancak işin sinemasal yönüne gelip kitap ve filmi ayırma gerekliliği hissederek, izlediğim şeye değer vermeyi öğrendikten sonra işim daha kolay oldu. High Fidelity izleyince de verdiğim değer epey fazla oldu.

Championship Vinyl isminde bir plak dükkanı olan Rob, hayatını en iyi ya da en kötü beş^ler ile geçirmekte olan, müziği gerçekten hissedip zaman zaman dünyadan kopan ve bu kopuşların geri dönüşünde her zaman hayatında bir şeyleri dışarıda bırakan bir karakterdir. Filmin başlamasıyla birlikte son kız arkadaşı Laura^dan ayrılır ve sağa sola savrulmaya başlar. Championship^de çalışan Barry ve Dick ile birlikte günlük müşteri aşağılamaları ya da pazartesi sabahı şarkıları gibi listelerde hayat bulmaya çalışır, bu sırada da izleyiciyle birlikte "ben nerede hata yaptım bunalımı" denen illetin üzerine gider, kendisini, geçmişini ve asla düşünmediği geleceğinin nedenlerini açıklamaya çalışır. Bu açıklama isteği aslında kendisinin de hiçbir şey anlayamamış olmasındandır, bir şeyler yaparsa belki geçmişten bir gelecek çıkarabileceği düşüncesine sahiptir.

Aslına bakılırsa "tipik" sorunların hepsini üzerinde taşıyan bir karakter olarak Rob^ın nesi ilginçtir diye sorulabilir, ancak detaya indiğimizde problemlerin aslında herkese ait olup kimseyle paylaşılmayan cinsten olduğunu görebiliriz. Rob^ın yaşadığı sorunlar "genel özeller" arasındadır, tıpkı aşk gibi, sadece isim benzerliği taşır.

Hayatlarını müzik, kitaplar ve sinema üçgeninde geçiren insanlar için ilişkilerini bunların önünde tutmak her zaman zor olur, aşık olduğumuz insanları bir film karakteri ile eşleştiririz ya da bir şarkı siner onların üzerine, var olmaları hep hayatımızdaki bu şeytan üçgeni üzerindendir. Aslında bu hep yanlış anlaşılır, verilen değer konusu sorgulanır ve birçok ilişki bu sebeplerle sona erer, oysa ki Rob gibi insanlar için Alison isimli bir sevgili Elvis Costello ile anılıyorsa, kendisine verilebilecek en büyük değer zaten verilmiştir.

Laura ile ne olduğunu her zamanki gibi yine anlamayan Rob, nasıl adam olmayacağını da açıklamaktan geri kalmıyor. Laura-Ian ilişkisine bakışı, merak ettikleri, sordukları ya da yüzünden anladığımız sorabilecekleri ile her zaman şansını denemesi ve neden olduğunu bilmediği için bir türlü bitirememesi ile de "tipik" bir hemcinsimdir Rob.

Yan karakterler ile hikayenin sevimli noktası anlatılıyor, tam bir plak moronu olan Dick ile agresif ve her an bir şeyler yapabilecek Barry ikilisi, zaman zaman sinir bozucu bazen de hayat kurtarıcı oluyorlar, sağa sola savrulurken yastık görevi görüyorlar.

Rob karakterini en sevdiğim aktörlerden olan John Cusack^in canlandırması ile kitaptan filme geçiş sürecini çok hızlı atlattım. Temposu, müzikleri ve sürekli bize bir şeyler anlatan ana karakteri ile film gerçekten çok keyifli zaman geçirmenizi sağlıyor. "Bir arkadaş" ekolünden fırlayan bir süreklilik var filmde, en yakın arkadaşımızı (kısaca ayna) izliyormuşuz gibi, hemen sahipleniyoruz, seviyoruz.

Filmi izledikten sonra sevdikleriniz için kaset doldurmak isteyebilirsiniz ya da zaman ilerledi artık bir playlist yapabilirsiniz. Aslında sevgilerimizin sahiplendiklerimizi kıskanmaması gerektiğini, yaşamda hiçbir amacı yokmuş gibi görünen insanların da "ayrı bir yaşamı" olduğunu kabullenmemiz gerektiğini anlıyoruz, yine yüzümüz gülüyor şarkı söylüyoruz..

- Plaklarını mı düzenliyorsun?
- Evet
- Kronolojik mi?
- Hayır
- Alfabetik de değil, nedir?
- Otobiyografik..

0 yorum

Küçük Kıyamet


Küçük Kıyamet sinemamızın kardeş yönetmenleri Taylan biraderlerin son filmi.

Bir önceki filmleri Okul'u izlemeye teşebbüs ettikten sonra Küçük Kıyamet^i izlemeye karar vermek benim açımdan epey zor oldu. "Okul" öncesi bir farklılık beklediğim Türk korku sinemasında her şey yine aynıydı ve her şey yine berbattı, "bu türde asla adam olamayacağız" diye düşünmeye başlamıştım ve adam olmamız için gerekenleri zaten bilmiyordum, bilsem el atardım..

Küçük Kıyamet^i izlemeye karar vermemin en önemli nedeni Deprem ile ilgili olmasıydı, her milletin sineması kendisini yaralayan olaylardan etkilenmiştir. Abd gibi ülkeler bu olayları genellikle yeniden yaratıp aşk hikayesi sosuyla sunarken, bir türlü bitmeyen savaşlarını çok temiz anlatabilmeyi başarmıştır Balkanlar. Biz ise ülke olarak yaşanan olaylarımıza sinemasal bir dokunuş yapmadan onları gerçekliği ile kabul edip yılda bir kez mumlarla hatırlamayı sürdürmekteydik, bu yüzden de birçoğumuzun unutmadığı o 45 saniyeyi hatırlatacak bir film benim için önemliydi, izledim..

Öncelikle filmin gerilim atmosferi yaratmakta başarılı olduğunu söyleyebilirim, her ne kadar terk edilmiş kasaba ve mezarlık gibi mimlenmiş öğeler kullansa da İlker Aksum^un başarılı oyunculuğu sayesinde seyirci etkileniyor ve bir yandan deprem^in bu kadar kolay geçiştirilmesine kızarken (!) diğer yandan gelişen olaylara anlam vermekte zorlanıyor. Korku sinemasının en önemli kaynağı olan bilinmeyenler gittikçe artıyor. Özellikle filmin ortasında bir replik var ki, filmin diğer bütün başarısız repliklerini unutmamızı sağlıyor;

- Korkuyor musun abi, korkma. Yer var gök var, arada da biz varız..

Başak Köklükaya ve üzerine afacan/afakan rolleri yapışmış olan İlker Aksum filmi gayet iyi kaldırmışlar, sürpriz sonu ile zaman zaman çuvallasa da senarist Doğu Yücel de teşekkürü hakediyor.

Deprem ile ilgili cesur ve farklı bir deneme yapılmış, bir yönden öncü olması ile de önemli bir film. Ayrıca beklediğimden daha iyiydi, Taylan çocuklar deneye yanıla sinemalarını oluşturacaklar belli ki, "Okul" kötü bir denemeyken Küçük Kıyamet iyiye daha çok yaklaştıkları denemeleri olmuş, yine de belirli bir stil oluşuyor, takip edilmesi gerektiği kanısındayım..

3 yorum

Beynelmilel


Necati Akpınar'ın yapımcılığını, Sırrı Süreyya Önder'in de yönetmenliğini üstlendiği, 2006 yapımı bir BKM Film yapımı Beynelmilel. Başrollerinde Cezmi Baskın, Özgü Namal, Niyazi Kırık, Meral Okay, Umut Kurt (bir de jenerikteki gibi yazmak gerekirse) ve Oktay Kaynarca var. Bütün eksilerine rağmen güzel bir film, özellikle Cezmi Baskın'ın kendine hayran bıraktığı bir film.

1982 yılının yaz aylarının bir kaç gününde, sıkıyönetimin en sıkı olduğu bir sırada, Adıyaman'ın Eryaman ilçesinde geçiyor hikayemiz. Askerler gevende diye bilinen yerel müzisyenlerden bir orkestra kurmaya kalkarlar ki bayram seyran cenaze karşılama vb günlerde marş çalacak birileri olsun. Üzerlerinde "temsili düşman üniforması", ellerinde tambur klarnet, bahar karşılama marşı niyetine Komünist Enternasyonelin marşını çalışır dururlar da kimse de bilmez ne çaldıklarını. Çocuklar, kuşlar; zaten ha kuş ha çocuktur onlar için. Ta ki konseyin (Milli Güvenlik Konseyi) beş paşası ("Beşiniz de paşasınız, zorluklara koşarsınız.") kente gelip de onların karşılama töreninde bu marş çalınana kadar. Sonrası malum: tutuklamalar, dayaklar, idamlar, gözyaşları ve kaçınılmaz SON.

Kısaca böyle özetlenebilir bu eksisi bol film. Pekiyi nedir bu eksiler? Yukarıda filmin yapım şirketini bilhassa belirttim. Çünkü film çok üzgünüm Vizontele Tuuba'nın neredeyse aynısı gibiydi. Konuşmalar aynı, oyuncular aynı, pavyon açılıyor, illa bir tane devrimci genç var büyük şehirde okuyan hani aileleri kaymakam olacak diye bilir bunları halbuki "Ekonominin Temelleri"nin iç kapağı aslında Friedrich Engels'dir. Karşılıklı söylenmemiş aşklar var, aile dramları var. Bir de fonda ihtilal dönemi var.

Filmin bana göre ikinci eksisi, ki seveni çok olabilir ama bir kez daha üzgünüm, son dönemde nereye baksak karşımıza çıkan Axess kızı pembe yanaklı, çatlak sesli insan Özgü Namal. Sevmedim, sevemiyorum, hatta "en sevmeyen insan bile Beynelmilel'i izledikten sonra sever" dediler, izledim gene de sevemiyorum. Her ne kadar filmin sonundaki "baba" feryadı içimi de acıtsa, ne oyunculuğunu ne de kendini beğeniyorum. Bu kadar alternatifsiz midir bu kadın bilmiyorum ama nereye baksam sarı çizgili kıyafetlerle görüyorum ben onu. Hatta o kadar ki filmde sevindirik olduğu sahnede bir yürüyüşü vardı zıpzıp, tam Axess kızı.

Gelelim filmin artılarına: Abuzer Yayladalı rolünde devleşen Cezmi Baskın, Meral Okay nam-ı diğer Arzum Çilem, gevendelerin müziği, alaturka Enternasyonel ki zaten kendisi beynelmilel bir şarkı, ölçülü oyunculuklar, dozunda bir duygusallık, Dilber Ay ve Kahtalı Mıçı gibi isimlerden dinlediğimiz Adıyaman türküleri ve en önemlisi üzerine düşünülmüş espriler. Kabir başında saksafonlar zillerle Allahümme salli ala çalan bir grup adam, üzerlerinde Birinci Dünya Savaşı yıllarında Fransız ordusunun giydiği üniformaların benzerleri; ben zaten devrimci oldum-iyi yapmışsın, bandoya para yapıştırırlar mı ve tabii ki halkımız da üç ay bekleseymiş ya...

Son dönem Türk sinemasında olduğu üzere bol yan karakterli ama onların üzerinde oynayamadan biten filmlerden biri Beynelmilel. Diyaloglar çok şey anlatır gibi görünüyor ama asıl etiketlerle anlatıyor derdini yönetmen. Bir devrimcinin tek nişanlısı ölüm mesela, hem zaten kadınlar da iki taraftan birden sömürülüyor. Pavyonda kültür n'arasın benim kızım? Devrimi de Cemal Gürsel Paşa yapmıştı zamanında. Sonra metaforları çok güzel kullanıyor film. Ölünün arkasından çalınan çalgı askerin mevlüdü oluyor, Halkevi pavyona dönüşürken Piç Haso'nun Gu-er-ni-ca'sı'nin yerini Arzum Çilem afişi alıyor. 80 sonrasında silinip gidenler gözümüzün önüne geliyor bir bir. Müzikleri ne de güzel veriyor duygusunu, daha bir gerçek oluyor. İnsan sessiz çalınan Lorke'ye kahkahalarla gülerken kalkıp halayın arasına girivermek istiyor. Bu arada o kemanı acaba gerçekten Cezmi Baskın mı çalıyor?

Ve sonuç... Her türlü eksisine rağmen güzel bir film oluyor Beynelmilel. Aynı dönemin filmleri olarak karşılaştırıldığı Vizontele Tuuba'yı solda sıfır bırakıyor; Babam ve Oğlum kadar üzmüyor, çünkü onu hedeflemiyor. Yine de sınıfını başarıyla geçiyor, kendini izletiyor, tavsiye ettiriyor.

5 yorum

A Ay


Türk sinemasının, meramını kazuistik olarak açıklamada üstüne tanımadığım başarılı yönetmenlerinden Reha Erdem'in 1988 Türk - Fransız ortak yapımı olan ilk uzun metrajlı filmi..

The Marmara otelinin bombalanması hadisesiyle yaşama veda eden Onat Kutlar'ın sanat yönetmenliğini yaptığı; diyaloglarında, William Blake ve John Donne gibi İngiliz romantiklerinin dizelerinin yanı sıra Edip Cansever ve Sevim Burak gibi Türk edebiyatçılarının da sözlerine yer ayıran gerçek bir sanat eseri A Ay..

Yaklaşık 2 milyon $'lık bir yükün altına girerek büyük bir cesaret gösteren yönetmenine Nantes Film Festivali'nde ödül kazandıran filmin oyuncuları arasında Yeşilçam'ın emektarlarından Münir Özkul'un da olduğunu görünce şaşırıyor, üstadın filmin finalindeki İspanyolca tiradında ise şoke oluyorsunuz. Gülsen Tuncer, Yeşim Tozan, Nurinisa Yıldırım gibi isimlerin ana karakterlere "cuk!" diye oturduğu film, Büyükada'da gelenekçi halasıyla beraber yaşayan Yekta'nın asosyal yaşantısını anlatıyor. İngilizce hocası olan diğer halasının onun bu haline olan duyarlılığı ve onu yanına almak istemesi, türlü oyalamalarla Yekta'nın gündelik yaşama uyum sağlamasını denemesi ama küçük kızın bu hastalıklı ortamda hayata tutunmak için çektikleri nakış gibi işlenmiş.. Annesinin bir gün kayıkla geri döneceğine olan inancını koruyan, kanadı kırık martısıyla ve fotoğrafçı arkadaşıyla günlerini bitirme uğraşındaki Yekta'nın Alice in Wonderland tandansında işlenen öyküsü, özellikle sıcak şarap içerken süper izleniyor.

Büyükada'nın mistik havası, büyüleyici tabiat güzelliği, karakterlerin psikozlu hallerine eşlenik olmuş..

Sözün özü;
100 dakikalık, siyah beyaz bir sanatsal şölen kısaca A Ay.. Dvd'si çıktı diye duyduğumda üzülmüştüm; neyse.. İyi seyirler herkese.

2 yorum

The Prestige


Are You Watching Closely?

2006 yapımı Christopher Priest romanından uyarlama Christopher Nolan filmi.

1800^lerin sonunda geçen film, iki sihirbazın sanatlarından ibaret olan hayatlarını anlatıyor. Arkadaşlıktan doğan düşmanlığın gölgesi altında birden fazla hayatın sihirbazlık ve rekabet ortak paydasında buluşmasını işleyen film, oyuncu kadrosuyla daha başından güven veriyor.
Pek sevmesem de oyunculuğuna laf edemeyeceğim son Batman Christian Bale, X-Men^den tanıdığımız Hugh Jackman ve efsane insan Michael Caine ile ana iskelet sağlam dururken, David Bowie ve Scarlett Johansson ile de kadro sağlamlaşıyor.

Robert (Hugh Jackman) ve Alfred^in (Christian Bale) beraber çalıştıkları dönemde, gelenekçi- yenilikçi çatışması benzeri bir olay neticesinde Robert^ın eşi hayatını yitiriyor. Bu olay sonucunda da düşmanlık ve rekabet başlıyor. Her şeyi göze alacak, ölümcül bir rekabetin ne olduğunu detaylarıyla görüyoruz. Saygılı bir düşmanlık değil ortadaki, tüm ahlaksızlığı ile yaşanan ciddi anlamda ölümüne bir rekabet, daralan hayata iki insanın sığmaması ve var olmak için diğerini ezme zorunluluğu. Birbirlerinin gösterilerini sabote etmeleri ile başlayan iki sihirbazın savaşı, hayatlarını sabote etme noktasına kadar varıyor ve bizler seyirci olarak kimin tarafında yer alacağımızı bilmiyoruz. Tarafsızlığımızı koruyarak anlık kararlarla yön değiştiriyor, bu sayede hikâyenin iki yanına da sağlam bir şekilde tutunuyoruz. Filmi sahiplenmemiz kolay oluyor.

Ortada dolaşan sihirden filmin kendisi de etkileniyor ve Robert^ın yer değiştiren adam numarasının sırrını öğrenme çabaları sonucunda fantastik öğeleri de selamlıyor. Dönemin en ilginç insanlarından Nikola Tesla ile gerçek bir karakteri de bünyesine alan film, yine o dönemin önemli söylentilerinden birisi olan teleportasyon üzerine giderek de kurduğu atmosferi pekiştiriyor.

Düşmanlığın vardığı nokta ile sona gelen film, tam anlamıyla prestijini yapıyor. Olay örgüsünün açılışı ile seyirciyi yormadan istediğini veriyor ve salondan çıktıktan sonra paylaşılacak birçok şey bırakıyor.

Kusursuz yaratılmış dönem atmosferi ve sihirbazlığın çekiciliği ile seyirci olarak koltuğunuza iyi yerleşiyorsunuz, izlediğinizin bir sihir olduğunu biliyorsunuz, filme yakından bakıyor ama yine de numarayı göremiyorsunuz. Yönetmenin filmdeki en büyük başarısı da bu zaten, sinema da bir çeşit sihir ve biz her filmde aslında bir gösteri izliyoruz. Geçmişte bir pencere açıp hikâyesini bunun içerisinde anlatan filmleri başarılı atmosfer kurmaları koşuluyla seviyorum. The Prestige, hem bu açıdan hem de “beklediğimden fazlasını bulduğum filmlerden” birisi olması açısından özel bir yapım. Ayrıca şahsi olarak Nikola Tesla sevgim vardır ki, David Bowie üzerinden canlandırmakla bir on iki daha vurulmuş oluyor!

Filmin kendi kendini açıkladığı bir bölüm var, bunu paylaşmak istiyorum. Burada anlatılanı sinema için de düşünebilirsiniz..

Dikkatli bakıyor musunuz?
Her sihirbazlık numarası üç bölüm ya da perdeden oluşur.
Birincisi "Vaat" bölümüdür.
Sihirbaz size sıradan bir şey gösterir.
İskambil destesi, bir kuş ya da bir insan.
Bu nesneyi size gösterir.
Son derece gerçek, üzerinde oynanmamış, normal bir şey olduğunu görmeniz için nesneyi incelemenizi ister.
Fakat gerçek, farklı olabilir.

İkinci perdeye "Dönemeç" denir.
Sihirbaz olağan bir nesneyi alır ve onu olağanüstü bir şeye
dönüştürür.
'Hilenin sırrını arıyorsunuz, ama bulamazsınız.
Çünkü dikkatli bakmıyorsunuz. Siz sırrı bilmek değil, kandırılmak istiyorsunuz.'
Henüz alkışlamazsınız, çünkü bir şeyi yok etmek
yeterli değildir. Onu geri getirmeniz gerekir.

İşte bu yüzden her sihirbazlık numarasında üçüncü bir perde bulunur.
İçlerinde en zorlusu. Bizlerin deyişiyle;
"Prestij."

3 yorum

Kaç Para Kaç


“Para her yarayı kapatır” diyor Taner Birsel, Selim^in diliyle Kaç Para Kaç^ta. Aslında para birçok yaranın babasıdır, bunu da en iyi Selim biliyor, Taner anlatıyor.

Reha Erdem^in “A Ay” sonrası çektiği ikinci uzun metraj olan film, atmosferi ve hikâyesiyle Türk Sinemasının başyapıtlarından birisidir. Sevdiğimiz bölgelerde gezen filmlere kanımız daha çabuk ısınıyor, bu film de Tünel esnaflarından birisi olan Selim ve onun yüzündeki çizgileri anlatıyor.

Yerden ya da gökten inmiş olsun, kucağımıza bir anda bırakılan paraya sahip olamayız, o paranın esiri oluruz ancak. Aidiyet^in yönü para konusunda farklı olur, yutarız midemize oturur. Paranın yeri bile yoktur, hep bir eli vardır el üstünde durur, yerle teması beş dakikayı geçmez, hemen el üstüne konulur. Aklımızın bir köşesinde durur, yeri geldiğinde kendisini belli eder, tüm değerlerimizin önüne geçip yüzümüze gülümser. Zamanı yoktur ama zamansızlığa da tahammül edemez. Para, sinsi bir dindir, kimi inanır, kimi inkâr eder, kimi kullandığını düşünür ama müridi olur, sürünür.

Gömlek satarak hayatını kazanan Beyoğlu Tünel esnafı Selim, hayatını “bay doğru” tadında yaşayan, iyi bir aile babası ve saygı duyulan bir esnaftır. Bir akşam bindiği takside 450.000 dolar ile yüz yüze gelir, buradaki birkaç saniye para ve hayat ile olan son temiz temasıdır. Sonrası Selim^in yüzüne inen çizgilerin karakterine açtığı derin yaralardır. Yavaş yavaş değişen hayatlarının yanında çok daha hızlı eriyen tükenen bir adam, saniye saniye gerilen bir atmosfer.

Maalesef insan olarak geldiğimiz noktada, kötülüklerin birçoğunu içimizde barındırıyoruz. Fakat yaşadığımız hayat ne kadarını göstermemize müsaade ederse o kadar iyi ya da kötü oluyoruz. Selim taksiye kadar hayatta doğrularıyla rol yapan bir adamken, taksiden sonra yanlışlarıyla gerçek oluyor. Aslında Reha Erdem insanlığın temel ahlaki eksiklerinden birisini Selim karakteriyle yüzümüze vuruyor. Bizi utandırmaktan çekinmeyen film belirli bir noktadan sonra her dakika psikolojik gerilim havasında ilerliyor. Geriliyor, geriyor ve sonunda olması gerektiği gibi sert bir sonla gevşiyor.

Filmde bu kadar gerilmemizin en önemli nedenlerinden birisi içimizde saklı Selim^in, zorlaşan hayat koşullarıyla birlikte bir anda dışarı çıkıp bizi yıkabileceğini açıkça görmemiz sanırım. İnandığımız temizliğimizin bir anda yok olabileceğini anlamak zorluyor bizi, taşıdığımız karakter titriyor. Huzursuzluk ve gerginlik bundan geliyor.

Karakter üzerine yoğunlaşan filmlerde oyunculuğun önemi çok fazla, başta Taner Birsel olmak üzere Bennu Yıldırımlar, Zuhal Gencer ve Engin Alkan gibi isimler gerçekten çok iyi bir performans göstermişler. Annemiz, babamız, patronumuz ya da hayatımızdaki diğer insanlar gibi görünmeyi başarıyorlar, böylece yüzümüzü kızartıyorlar.

Kaç Para Kaç, bana gördüğüm onca insanın yanında her gün baktığım aynayı da anlatmayı başaran ender filmlerden. Kendi kendime yalan söylediğim zamanları bildiğimden ne demek istediğini gayet iyi anlıyorum, hiçbir şeye göre şekillenmemek karakterlerin temel direğidir aslında ve birçoğumuzda o direk ya yamuk ya da hiç yok.

Ve evet “dürüstlük uğraş gerektiriyor”..


3 yorum

Tabutta Rövaşata


Filler ve Çimen, Çamur ve en son Cenneti Beklerken ile karşımıza çıkan Boğaziçi üniversitesi mezunu yönetmen ve aynı zaman da yazar ( Ares Harikalar Diyarında ) Derviş Zaim'in, dünyaya kafa tutan filmi..

1996 yapımı bir hazin öyküdür.. Rumeli Hisarı'na götürür bizi..

Mahsun Süpertitiz rolüyle karşımıza çıkan Ahmet Uğurlu'nun üşümüş avuçlarını, çaldığı ve daha sonra yeniden bulunduğu yere getirdiği arabanın klimasında ısıtma uğraşı gözlere mil çeker.. Baba Zula ve Yansımalar'ın eşsiz müzikleri eşliğinde ölü mezarlarına dökülen güzel marmara şarapları; enjektörlerin, çift kâğıtlıların dünyasında sürüp giden hayatlar; "Beni Taksim'e götür!" haykırışlarıyla yürek dağlayan Ayşen Özdemir'in o hep boğumlu ve mor gözetekleri.. Eroinmanlara aşık bizarlar beşiği İstanbul'da bir kıyım haritası.

Tavuskuşlarından özür dileyen insanların, tavuskuşlarını çalarak karnını doyurmak zorunda kalan insanların da olduğu bir metropol öyküsünün, izleyiciyi ağlatmama düsturu üzerine -ki; isteseler ağlatırlardı ya.. Ben yine de ağladım-, tecimsel kaygılar minimalize edilerek oya gibi işlendiği enfes bir yapım işte bu. "Ama arkadaşlar iyidir!" cümlesini akla kazıyan, donarak ölenlerin ısınarak dirilebileceğine dair kafalarda bir inanç oluşturan, türk sinemasının yüz akı güzelliklerinden.. Yapımcıları arasında magazinel kimliğiyle tanınan Ezel Akay'ın da olduğu 6 ödüllü bir şah-ı eser.

İzlemek izlememek arası bir yerde, alkışlanan cenazeler bekliyor sizi.

"İyi bilirdik!"

3 yorum

Cashback


2006 yapımı Sean Ellis filmi.

Cashback, güzel fikirleri harcayan basit filmler ekolünün son temsilcisi. Kız arkadaşından ayrılan ve bunun acısı ile bir şekilde uykuya bağışıklık kazanan ana karakterimiz, günlerinin bir anda 8 saat genişlemesini fırsat bilerek ayrılık sonrası “seviye yükseltme” olayına giriyor.
“Fikir güzel, eğer ki hikâye de buna bağlı olarak gelişirse bu problemlerin ve denemelerin çok benzerlerini yaşayan gençleri yanıma çekebilirim” diye düşünmüş muhtemelen yönetmen. Ancak o Oscar adayı olan kısa filmi, kısa olarak kalması gereken bir hikâyeye sahipmiş, bunu anlamamış ya da yapımcılar çok zorlamış bilemiyorum.

Film iyi başlangıcı ile birkaç dakika umut verse de özellikle ana karakter Ben^in zamanını nakite çevirmeye çalışmaya başladığı anda ne olduğunu şaşırıyor. Süpermarket ile birlikte film tamamen kopuyor, olay kayıyor. Güzel sanatlarda okuyan ve ressam olmak isteyen karakterimizin çocukluğuna kadar gittiğimiz bu hayal-gerçek arası durumlarda kadın vücudunun kutsallığına ya da erkeksi duygulara ortada hiçbir bağlayıcı unsur olmadan geçiş yapıyoruz. Daha sonra “biraz da komedi unsurları ekleyelim hoş olur” düşüncesiyle iyice süpermarket sepetine benzeyen filmde ilerliyoruz ve bitene kadar iki saniyede devleşen bir aşk hikâyesi şemsiyesi altında anlamsızlaşıyoruz.

Karakterlerin hayal dünyası ile gerçek dünya arasında gidip gelmesini seyirciye kabul ettirmek için o an^ı ilk gösterdiğiniz zamana kadar seyirciye özel bir şeyler hissettirmeniz gerekmektedir. Böylece seyirci, sürüklemek istediğiniz dünyanın gerçekten var olabileceğine inanır ve içine girmekte bir sorun görmez. Bunun en güzel örneklerini de son zamanlarda Science of Sleep ve El Laberinto Del Fauno ile görmüştük. Ancak bu filmde yönetmen karakterin üzerinde, ressam olmak gibi herkese ait bir hayalin dışında bize özel bir hayal sunmuyor ve kadın vücuduna hayranlık kısmını da sapkınlık seviyesinde işliyor. Sonra da “zamanı durdurunca bir tek seyirci ve Ben ayakta kalıyor” düşüncesine yükleniyor, aslında orada zaman durunca biz de durmuş oluyoruz, çünkü yönetmen geçeceğimiz kapıyı açmayı unutmuş oluyor.

Sharon ile Ben arasında yapay bir aşk ilişkisi ve küllerden doğan anka^ya gönderme bulunsa da en azından Ben^in resim sergisi kadar bunun gelişimi de havada. Dagur Kari, “aşk hikâyelerinden nefret ediyorum” derken bunlardan bahsediyor olmalı! Burada aşk gerçekten ucuz bir “hikâye” olmuş. Kısacası, kısa olarak kalması gereken basit bir film. Zaman kaybı.

2 yorum

Stranger Than Paradise


Uzun zamandır evime gitsem de şu filmi oturup bir daha seyretsem diye kendime defalarca söz vermeme karşın; evime de yine defalarca gitmeme karşın bir türlü fırsat olup da filmi tekrar seyredemedim. Anlaşılan bende Willie gibi sıkıntıdan oflayıp puflamakla yetiniyorum. Bu filmi en son ikinci defa 1,5 yıl önce seyretmiştim. Sevgilisinden uzun süre uzak kalan insan misali bende bu filmi bu süre zarfında baya bir özledim. Tekrar seyretmeden yazı yazmayım diyordum; dayanamadım daha fazla. Duygularımı dökmek istedim bu filme.

Yüce insan Jim Jarmusch'un ikinci filmi olan Strange Than Paradise, Ghost Dog:The Way of the Samurai ile beraber en çok sevdiğim Jarmush filmi. Filme geçersek bu film, özünde yabancılaşmayı, can sıkıntısını, yalnızlığı anlatır. Filmin öyle bir tonu vardır ki ele aldığı bu temalarla birebir örtüşür adeta. Kendimin alter egosu olarak gördüğüm Willie, bütün gün kâğıt oynayıp evinde şuursuzca TV seyreden arada kankası Eddie ile sıradan şeyler üstüne rutin muhabbet eden biridir. Hayatı böyle geçer. New York'ta bir apartmanda günlerin günleri kovaladığı ama hiç bir şeyin dünden farklı olmadığı bu zaman diliminde birden Eva çıkıp gelir. Willie'nin kuzenidir. Mecburi kendisinde 1 hafta kalacaktır. Willie ilk başta bu ziyareti pek hoş karşılamaz. Biraz huysuzlaşır. Durgun yaşamına gelen bu ani parlaklık ilk başta onun gözlerini kamaştırdığından bu duruma ilk zamanlar alışamaz. Zamanla Willie Eva'ya alışır. Giderken ona duygularını tam olarak ifade etmez ya da etmek istemez. Çünkü Willie duygularını içinde yaşayıp yüzündeki sıkıntıya yansıtan bir karakterdir. Willie'nin karakteri tam olarak ifade edilemez. Gurur değildir aslında ondaki. Bir nevi kendini anlatamama ne yapacağını bilememe durumudur. Kalıplaşmış insan modeline çok uymaz Willie. Dünyanın dışında kalmış biridir. Bu nedenle normal insanların yaptığı gibi kendini değiştirerek duygularını ifade etme biçimini benimsemez. Kendi gibi olmaya devam eder. Eva'ya giderken oldukça ilginç bir elbise hediye eder. Aklına bu gelmiştir. Eva'nın elbiseyi beğenip beğenmediğini fazla önemsemez önemli olan bu eylemi gerçekleştirmesidir ona bir hediye almıştır sonuçta. Nitekim Eva'da dışarı çıktığında elbiseyi çöpe atar. Ama dediğim gibi bunun iki taraf içinde hiç bir önemi yoktur. Willie için her şey, bugünün dünden farklı olmadığı o zaman dilimine geri döner. Sonra 1 yıl sonra yazısını görürüz. Willie, Eddie’yi poker oynarken görürüz. Birkaç kişi daha vardır. Bu sahneyle hiçbir şeyin görünürde değişmediği tekrar yüzümüze vurulur. Willie pokerden kazandığı parayla Eddie’ye ilginç bir teklif sunar. Cleveland’a gidelim der. Eva oradadır çünkü. Cleveland’a giderler Eva’yı bulurlar. Ama değişen çok fazla şey yoktur. Yine her şey aynıdır. Beraber sinemaya giderler. Eva’nın büyükannesinde oturup TV seyrederler. Birbirini yabancılaşmalarıyla tamamlayan üç birey tek bir yalnızlık duygusuyla bütünleşmişlerdir. Eddie’nin Cleveland sokaklarında dolaşırken söylediği bir söz olayı özetler adeta. “Nereye gidersem gideyim her yer bana aynı geliyor.” . En sonunda cennete/Florida’ya kaçmaya karar verirler. Varoluşlarına anlam katmaya çalışan bu üç birey cennete giderek son bir altın vuruş yapmak isterler. Ama cennet bile bu yabancılaşmaya çare bulamaz. Asık yüzleriyle deniz kenarında yürürken öylece ufka bakarlar. Dönüp dolaşıp geldikleri yer yine yalnızlık ve can sıkıntısıdır. Geriye ifade edilemeyen duygular kalır. Ya da şöyle demeli insanın kendine bile itiraf etmekte zorlandığı duygular kalır. Eminki Jarmusch, Özdemir Asaf okusaydı bu filmi “yalnızlık paylaşılmaz paylaşılsa yalnızlık olmaz” dizesiyle bitirirdi.

5 yorum

Before Sunrise



Şehrin ışıkları sizin, sizin aşkınız şehrin üzerinde. Adım attığınız her sokakta, kapısından içeri girdiğiniz her yerde kendinize ait bir şeyler bırakıyorsunuz. Yere göğe ruhunuzdan ve aşkınızdan parçalar döke döke öylesine salınıyorsunuz sıkıcı Viyana sokaklarında. Viyana'yı gururlandırıyorsunuz, böylesine bir aşk görmemiş şehir tarihinde. Sonra siz gidiyorsunuz, geride bıraktığınız her yer ruhsuz, aşksız, bitkin ve renksiz kalıyor, ağlıyor adeta.

Richard Linklater'ın Philadelphia sokaklarında Amy ile tanışıp dolaşmasından sonra çekmeye karar verdiği filmin benim için çok önemli bir yerde durduğunu söylemem lazım. 3-4 sene kadar oluyor, bir yaz akşamı saat 22 civarı televizyonu açtıktan sonra tren sesini duymamla televizyona odaklanmam bir olmuştu. Trende yabancı biriyle tanışıp, yabancı bir şehirde aşk yaşamak her zaman rastgeldiğimiz bir şey değildi ama film çok bizdendi. Bu muhteşem filmden o zamana kadar haberimin olmaması, ismini bile bilmiyor olmam ayrıca filmi izlemeden geçirdiğim onca sene aklıma geldikçe kötü oluyordum. Neyse ki şoku çabuk atlattım ve uzun zaman geçmeden filmi tekrar izleme fırsatı buldum. Sonra bir daha izledim, bir daha.. Olanlar hala rüya gibi geliyordu. Bana yapmak istediğim tek şeyin, interrailin umudunu veren bir rüya.

Richard Linklater filmde belden aşağıya çok yönlü çalışıyor. Yaptığı düpediz saygısızlık. Hem Viyana'ya hem Julie Delpy'ye hem Trenlere hem Ethan Hawke'ın tavırlarına hem de aşk'a aşık ediyor sizi. Diyalog dahisi Linklater yine çok şey anlatarak aslında tek bir şey anlatıyor, anlattığı malum. Zaten ilk bir kaç izleyişten sonra diyalogları hatırlamanız imkansız olacak. Filmin bir güzel yanı da bu aslında, sırf o diyalogları hatırlamak için bir süre sonra tekrar izlemek istiyorsunuz. 3-4 ay kafi. Ne kadar diyaloglara odaklanarak izleseniz de diyaloglardan ziyade sahneler kalıyor aklınızda. Tramway, isimsiz ölüler mezarlığı, falcı, nehirdeki evsiz şair, dolap sahneleri, müzik odası sahnesi.. ah o kısacık müzik odası sahnesi yok mu. Onlar gözlerini birbirinden kaçırırlar, ben mahvolurum o 1.5 dakikada. Nasıl gerçek bir sahnedir o ? Utangaçlık, güvensizlik, korku, aşk hepsi aynı sahnede. İşin ilginci filmin en güzel sahnesi ve diyalog yok. Sadece müzik var.

Kısaca, en sevdiğim film. Sinemasal, teknik, anlatım, biçim vs. olarak daha iyileri yapılmış mıdır ? Bilmem. Ruh olarak daha iyisi yapılmamıştır bana göre. Bir film geleceğimi çizeceksek o bu olacaktır. Lakin, O güzel kızı tavlayan Jesse benim süper kahramanımdır, idolümdür. O avrupalı, cazibeli, bilgili Celine ulaşılamayacak aşkımdır. Viyana en az bir günümü geçirmem gereken, sokaklarında yürürken sebepsizce ağlamam gereken, hayal dünyamın başkentidir. Tren ile avrupayı dolaşmak umudumdur ve hayatımdaki yegane amacımdır.

Aşk ? Bilmiyorum. Ama Ethan Hawke'a "Bu filmin çekimleri sırasında Julie'ye gerçekten aşık olmadın mı ?" diye sormak isterdim.

12 yorum

Children of Men





















Alfonso Cuarón imzalı bu film, hiç de göçmen sorunlarıyla ilgili söz söyleme derdindeymiş gibi görünmediği halde bu konuda Breaking and Entering’den daha fazla kafa yorduğu belli olan bir film.

Yıl 2027. Yer Londra. Kadınlar doğurganlıklarını kaybetmiş. 18 yaşındaki dünyanın en genç insanı öldürülmüş. Umut tükenmiş. Mülteciler kafeslerde tutuluyorlar, herkes birbiriyle savaşıyor, Londra'ya (dünyaya) tam bir kaos hakim. Böyle bir ortamda hamile kalma mucizesini gerçekleştiren bir kadını güvenli bir yer olduğunu sandığımız Human Project’e sağ salim götürme görevi Theo Faron’un (Clive Owen) üstüne kalıyor. Burdan sonra gerilimli bir yol filmi başlıyor.

P D James'in kitabından uyarlanan filmin en önemli eksiği senaryosunun zayıflığı. Ancak filmin o kadar iyi bir görüntü yönetimi var ki senaryosundaki pek çok eksiklik rahatlıkla görmezden gelinebiliyor, aslında uzun planlar ve hareketli kamerayla filmin içinde olduğumuzdan sürüklenip duruyoruz oradan oraya, pek soru sormak aklımıza gelmiyor. Biraz yabancılaşırsak bu planların nasıl çekildiğine hayret ediyoruz. Yönetmen çok iyi bir atmosfer yaratmış gerçekten, film günümüzde geçiyormuş hissi uyandırdığı için daha korkutucu bir hal alıyor bu atmosfer. Bir de çocuksuz bir dünya o kadar ürkütücü ki hiçbir distopik film beni bu kadar korkutmayı başaramamıştı şimdiye kadar.

Oyunculuklara bakalım dersek Clive Owen’ın soğuk ve ciddi halleri karakterine uygun düşmüş, Michael Caine filmin en canlı karakteri. Julianne Moore neredeyse yok zaten. Filmin görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki’yi tebrik etmek gerekli. Senaryoyu unutturacak kadar başarılı bir görüntü yönetimi... Ayrıca gerçekçi bir bilim kurgu filmi çekmeyi başaran yönetmeni de..

2 yorum

Breaking and Entering




















Hadi çok önemli konulardan konuşalım hevesindeki filmlerden hoşlanmam pek, hele de bu konuların ağırlığı altında kalıp başka yere dümen kırarak kurtulmaya çalışan filmlerden hiç… Anthony Minghella, Londra'daki göçmen sorunlarıyla ilgili bir film yapmaya çalışırken bir aşk filmi çıkarmış ortaya ki bu aşkın inandırıcı hiçbir yanı yok. Will’in (Jude Law) oradan oraya sürüklenişindeki motivasyonu anlamak mümkün değil, göçmen sorunlarına gelince o sadece aşk hikayemizin bir süsü olmanın ötesine geçemiyor. Juliette Binoche senaryonun imkan verdiği ölçüde inandırıcı kılıyor Amira karakterini, filmin en iyi yanı da onun oyunculuğu zaten. Bir de ara sıra gözüktüğünde filmde biraz kıvılcım çaktıran fahişe Oana rolündeki Vera Farmiga..

Kısaca filmden öğrendiğimiz şeyler; Londra’da iki farklı kesim vardır ve birbirlerinden neredeyse habersiz yaşarlar, bunlar rahat içinde yaşayan Londralılar ve zorluk içinde yaşayan göçmenlerdir. Bu insanların yolu bir hırsızlık olayı sonucunda kesişir ve sürekli soyulan mimarımız Will o dünyaya girip şöyle bir bakar ve anlayamadığımız bir şekilde dürüst bir insan olmaya karar verir ve aşkını geri kazanır. Meğer her şey aşk içinmiş.

Filmde Will’in dilinde metaforlar var sürekli, filmin de metaforik bir anlatımı mı var acaba diye bir an için düşünmek mümkün, ama sonra bu kadarcık çaba bile boşunaymış gibi geliyor. "Duyarsız, bencil İngilizler işte o farklı dünyayla karşılaştıklarında bile kendi hayatlarıyla ilgili bir çıkarımda bulunup onlardan alacaklarını alıp kendi hayatlarına dönüyorlar" demek istemişse de yönetmen diyememiş. Bir eksiklik duygusu bırakıyor film, olmasa da olurmuş hissi. The English Patient de bana göre değildi Cold Mountain de, bu da değilmiş..

1 yorum

Ağır Roman




Mustafa Altıoklar filmi olması sizi şaşırtmasın: 1997 yılında, -ki ben çocuktum- deşti bu film birçoklarını.. Metin Kaçan'ın aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan ve ertelenmiş, itilmiş, unutulmaya yüz tutmuş kenar kimliklerin gerçeklerini; düğünüyle, cenazesiyle, acısıyla, tatlısıyla, yangınıyla, talanıyla aktaran enfes bir dram.

Dram, çünkü kahkahalar bardakları kırıyor.. Tina rolündeki süpersonik performansıyla nice kevaşeye taş çıkartan ve bu filme sinema macerasındaki en uzun çalışma süresini ayırdığını söyleyen Müjde Ar; Gıli Gıli Salih rolüyle "yürrü be oolum" dedirten Okan Bayülgen; asabi berber, yalnız baba tandansını çilek reçeli gibi hissettiren Savaş Dinçel ve diğerleri..

Gerek casting, gerek soundtrack açısından oldukça zengin bir yapım Ağır Roman:
"eşcinsel arkadaş" rolüne küçük İskender'den, mahallenin bıçkın delikanlısı rolüne Burak Sergen'den daha uygun isimler düşünemiyorum.. Filmin Puma Zehra'sı Aysel Gürel'in sözlerini yazdığı ve Yusuf Taşkın'ın bir Fatih Akın filmi olan Duvara Karşı'da seslendirdiği "Ağla Sevdam" ismindeki güzellik burada da melodik olarak kendine yer bulurken, Demet Sağıroğlu'nuın filmin final kısmına "cuk!!" efektiyle oturan "Bir Vurgun Bu Sevda"sı içinizi kızartıyor..

Kapı gıcırtısına göbek atan "Kolera Sokağı" sakinlerinin, Gaftici Fethi (Zafer Algöz) ile coştuğu sahnelerde yüzünüz genişliyor.. "Reis" rolüyle karşımıza çıkan ve film boyunca "senin var ya taaa" şeklindeki cümlelerimize muhatap olan Mustafa Uğurlu'nun muhteşem performansı içinse söz bile söylenemez zaten..

Lirizmin dozajının arttığı yerlerde duyduğunuz başıboş sözleri ise Mustafa Altıoklar ile küçük İskender beraber yazmışlar..
Demem o;

bir ağır roman, bir ağır filmi doğurmuş.. İzleyin, izletin..

3 yorum

Fahrenheit 451



Bu yazıyı yazarken dün Vatan gazetesinde yayınlanan Haşmet Babaoğlu’nun köşesindeki yazıdan esinlenmediğimi söylemek ayıp olur.
Filmi izleyeli 1 yıl kadar oluyor. Film;kitapların yakıldığı,insanları düşünmeye iten şeylerin yasak olduğu bir gelecekte geçiyor. Oskar Werner filmde bir itfaiyeciyi oynuyor. Yalnız bu bildiğimiz itfaiyeden biraz farklı olarak ya kedi kurtarıyor ya da kitap yakıyor. Kendisi işini şöyle açıklıyor. “Pazartesi-Miller,Salı-Tolstoy,Çarşamba-Walt Whitman,Cuma Faulkner,Haftasonuda-Schopenhauer ve Sartre yakarız ondan sonra küllerini yakarız bu bizim rutinimiz” diye açıklıyor. İlginç bir meslek. Gelecekte itfaiyeye bildiğimiz anlamda pek ihtiyaç olmuyor.
Benim filmi izlerken en çok, ana temadaki, felsefe ile sosyoloji ile insanların kafalarının bulandırılıp asi,sorgulayan,mutsuz bir toplumun yaratılması yerine, onlara en yüzeyseli, en basiti göstererek mutlu barışçıl bir toplum yaratılmasının fikri çok ilgimi çekti. Bazen insan kendi kendine sormuyor değil. Bu filmler, kitaplar, gazeteler, dergiler vs ne için? Tüm bunlar neden? Neden herşeyi bilmek istiyoruz? Neden merak ediyoruz? Neden öğrendikçe mutsuz oluyoruz, asileşiyoruz, savaşıyoruz? Sanırım pek mantıklı bir sebebi yok. Filminde çıkış noktası bu sorular. Halbuki ‘Big Brother’ 1984’te ne güzel söylemiş: ‘Cehalet mutluluktur.’ diye.
Film bir roman uyarlaması. 1953 yılında Ray Bradbury tarafından yazılmış. Romanın öngördüğü gelecekteki rejim; okumanın, insanoğluna katacağı şeylerin ülke ilkeleri ve rejim için potansiyel bir tehlike unsuru oluşturduğunu söylüyor. Bunun için aslında gazeteler,dergiler yasak değil; sadece içlerinde yazı yok. Herşey resimlerle anlatılıyor. Yani hayal kurmanız engelleniyor. Sadece gazetenin size sunduğu gerçekle başbaşa kalıyorsunuz. Beyninizde sadece o resimlerle kurabiliyorsunuz olayları. Bu durum ise devlet için bir sorun oluşturmuyor. Bu tabiki berbat bir düşünce o rejim içinde doğan nesil için pek bir önem teşkil etmesede, filmde, ‘Böyle uyuşturulmuş bir şekilde yaşamaktansa, kitaplarımın arasında yanarak can veririm.’ diyen kişilerde var. Bu durum kitap yakma memuru olan Guy Montag(Oskar Werner)’ı etkiliyor ve bir kitabı cebine koymasıyla herşey başlıyor. İnsanların bu denli bir suçu ölümü göze alarak işlemesinin sebebini merak etmesinden dolayı insan olma yolunda ilk adımını atmış oluyor.
Karısı Linda’nın ise, kocasını gece gündüz kitap okurken görmesinden sonra; ona ne yaptığını sormasının ardından aldığı cevap, filmi açıklayan en güzel söz: ‘Bilmediğim çok şey var. Öğrenmem lazım..’

3 yorum

The Monsoon Wedding


Verma ailesnin kızı Aditi'nin Amerika'da mühendislik okuyan beşik kertmesiyle yapılacak düğününü ve öncesindeki üç günü anlatan sımsıcak bir Mira Nair filmi Türkçe adıyla Muson Düğünü. Mira Nair'in Mississippi Masalla ve Vanity Fair'den farklı olarak tamamı Hindistan'da geçen ama Bollywood anlayışından uzak, müzikli ama müzikal olmayan filmi. 2001'de En İyi Yabancı Film Oscar'ına ve Altın Küre'ye aday olmuş, Venedik'te Altın Aslan'ı almış başarısı ödüllerle tescillenmiş bir film. O kadar ki insana Hint sinemasını sevdirip Bollywood'u bile katlanılır hale getiriyor.

Feminist yanı ağır basan bir film The Monsoon Wedding; ama insanı sıkmadan filmden soğutmadan veriyor mesajını. Çünkü filmdeki kadınlar çocuk da kariyer de yapmaya uğraşmayan, Sex and the City kadınları gibi bir yandan hayatımı yaşarım deyip kaybedenler kulübünü kurmayan sıradan hayatın içinden herkesin olabileceği kadınlar. Yüzeyde düğün, masraflar, babaların kız sevgisi, aile ilişkileri, aşklar meşkler varken derinde ataerkil toplum eleştirisinden, kast sistemine, sömürgecilikten, cinsel tacize, yoksulluktan, kimlik sorunlarına kadar her türlü noktaya dokunmadan geçmiyor Nair.

İnsanı kadife çiçeğinin göbeğini yemek zorunda bırakan rengahenk bir filmin nasıl olup da her seyirde ağlattığını anlamak güç. Aditi'nin 28'indeki bekar, yazar olma hedefindeki kuzeni Rai, evin 20'sindeki hizmetçisi Alice ve düğün organizatörü P.K. Dubey insanı en fazla çarpan karakterler, en azından benim için. Bu arada kır saçlı yakışıklı ama şerefsiz aile dostu amcaya küfretmeden durabilirseniz takdir bizden size.

Son olarak filmin müziklerine bakmak lazım. Yukarıda da dediğim gibi müzikal değil ama müzikli bir film bu. Soundtrack'teki isim tanıdık aslında. Little Miss Sunshine desem mesela? Mychael Danna desem? Evet kuvvetli bir referans oldu ben de farkındayım. Ama bu filmin müzikleri bence Little Miss Sunshine'dan bile güzel.

İzleyin bu filmi... Analizleri falan bırakın sırf eğlenmek için, bir de Hintlilerin aslında Türklere ne kadar benzediğini görmek için izleyin

Biterken Dhola ve Dhola çalıyordu...

0 yorum

Night On Earth


1991 yapımı Jim Jarmusch filmi.

“Beş şehirde beş taksi, hepsi bir gecede anlatıyor insanın nedenini” bu filmi böyle tanımlayabilirim sanırım, oldum olası sevdiğim diyalog üzerine kurulu filmlerin en güzellerinden. Beş ayrı kısa film^i birleştiren, en az pembe panter tema müziği kadar başarılı bir Night On Earth müziği de var, ve ilk defa bir Jarmusch filminde hareket var!

Winona Ryder^ın, Hollywood^un göbeğinde film yıldızı olma konusunda hiçbir isteği olmayan ve tek hayali tamirci olup bir aile kurmak olan mükemmel bir karakteri canlandırdığı bölüm ile Roberto Benighi^nin tek başına şov yaptığı bölüm gerçekten muhteşemdi. Bir de Armin Mueller-Stahl arada bir oyunculuk dersi verdi, o da epey keyifliydi. Diğer bölümlerse diyaloglardan daha çok hikâyeleri ile etkileyiciydi.

İlk izlediğim Jarmusch filmi Stranger Than Paradise^dır ve ben o zamanlar siyah beyaz^ın sadece siyah olan kısmından zevk almayı öğrenememiş bir insandım. Doğal olarak sıkılmıştım ve o punk adamın böyle sıkıcı filmler yapabilmesine şaşırmıştım. Yıllar devrildi, tekrar izlemedim Stranger Than Paradise^ı ama aklımda birkaç kez tekrar etti, zaten i put a spell on you ile her seferinde o siyah beyaz film beynimde renkleniyordu. Bu tekrarlardan birisinde anladım ki bu film zaten sıkıntının kendisini anlatıyordu ve ben de oltaya düşmüş balıktan farksızdım, zaten sinemaya bakışım da sudan çıkmış balıkla aynıydı.

Orada sıkıntı^yı anlatan Jarmusch, bu filmde de “anlatmanın kendisini” anlatmış, şimdi bunu daha iyi anlıyorum. Boş konuşan, soran cevaplayan, amaçsızca boşalan, kısaca konuşan insanları ve anlatmamız gerektiğini anlatmış.

Bazen canımı sıksa da bu adamın resimleri siyahsa siyahı anlatıyor ve ben durdukları yeri seviyorum..

3 yorum

Little Miss Sunshine


Little Miss Sunshine, Jonathan Dayton ve Valerie Faris^in 2006 yapımı en iyi film dalında 2007 yılı Oscar adayı olan sevimli filmleri.

Bağımsız sinemanın son zamanlarda ortaya çıkarttığı en güzel eserlerden olan film ilk etapta samimiyeti ve her yerinden belli olan sevimliliği ile etkileyici. Ayrıca filmin önemli başarılarından birisi karakterleri fazla üzerinde durmadan mükemmel derecede anlatabilmesi. Aile içerisindeki hiçbir karakterin detayına inmiyoruz, çünkü ailemiz tek başına başrolü oynuyor, diğer karakterleri incelemek de bütünün içerisindeki küçük parçayı sevecek olan izleyiciye kalıyor. Bu durumda bütün karakterlerimiz aile kadar önemli oluyor, başarıyı bilip ona ulaşamayan Richard^ı, hayatını terk etmiş Frank dayıyı, bu dünyadan gitmeden eksik kalmak istemeyen büyükbabayı seviyoruz. Sheryl ile kontrolü sağlıyor, Olive ile heyecanlanıyor ve Dwayne ile de ergenlik problemlerinin gelişmiş hallerini görüyoruz, kısaca bir ailede olabilecek basit şeylerin hepsini bir yolculukla izliyoruz.

Ayrıca film, üzerine yapıştırılan komedi etiketini de hak edecek süper esprilerle ve sahnelerle dolu, özellikle birkaç gün önce intihar etmiş olan bir insanın saçma salak bir yarışmaya yetişmek için araba kapısını devirip attığı o muhteşem depar sahnesinde gözümden yaş getirtmeyi başardılar. Ufacık çocukların kadınlaştırılmasıyla ilgili ince bir ayarı da bulunduran film tarihi bir kapanışla salondan gülerek çıkmanızı sağlıyor.

Son zamanlarda artan “filmim küçük ve sevimli olsun da ne anlattığımın pek önemi yok” sinemasından biraz farklı, ne anlattığını iyi bilen ve bunu iyi aktaran bir film Little Miss Sunshine, vakti olmayan vakit yaratıp izlesin, pişman olmayacaktır.

2 yorum

Fast Food Nation


Herkesin bildiği ama tanıdığımız kimsenin suçlu olmadığı, asıl suçluların her zaman çok yükseklerde olduğunu bildiğimiz önemli gözüken önemsiz savaşlardan birisidir Fast Food olayı. Hızlı yaşayan, her şeyden payına düşeni az az alıp hemen kaçan bir nesiliz ve bu nesli en iyi doyuran şey de doğal olarak "Fast" food.. Yediğimiz şeyin içinde ne olduğu bizi ilgilendirmiyor doğal olarak, onu düşünecek vaktimiz yok, kaçıyoruz koşarak!

Evet yukarıda anlattıklarımı okuyunca hemen aklınıza "Micheal Moore yeni film yapmış galiba" düşüncesi yerleşmiştir, ama hayır bunu yapan, Uğur Dündar sinemasının peşinden koşan isim Richard Linklater. Little Miss Sunshine^da da sevdiğimiz Greg Kinnear ile yediğimiz "Big x"ler için ne koşullarda nasıl kanlar döküldüğünü görüyoruz, kendimizden ve fast food^dan bir kez daha nefret ediyoruz. Araya giren Ethan Hawk^ı, Avril Lavigne^i ve Bruce Willis^i ile film bu sorunun önemini vurgulamak istiyor gibi, ama beni pek etkileyemedi zira Fast Food^dan hoşlanmıyorum ve Amerika^lı değilim.. Film çok Amerikan olmuş, ama Amerika da bizim ülkemiz değil mi?!

O dev adamları yaratan bizleriz ve maalesef onları sonlandıramayız, çok büyüdüler ve biz yine bireyiz kısaca birer her şey ve tekil hiçbir şeyden ibaretiz, çitleri devirsek de artık koşmayacak inekler çünkü koşacakları çayırları tepeleri yok ettik. İnsan olarak doğaya en büyük zararı veren hayvanız, o "Kocamanlar" bizleriz.

Richard^ın samimiyetine güvenim sonsuz olmasa filmi bu konuda eleştirebilecek bir çok nokta bulabilirdim ama yönetmeninden dolayı fazla aramadım, sadece bu tip filmlerin de o sektörler için işe yaradığını düşünüyorum, çünkü insanların Aziz Nesin yüzdesiyle aptal olduğuna inanıyorum. Bir de şu filmlerde geçen Meksika sınırı olayından gına geldi artık, oysa ki ben Calexico ile hatırlıyorum oraları.

3 yorum

Good bye Lenin!

Şahsi blogum dışındaki bir alanda yorumlar haricinde ilk blogpostum diyebilirim. Bu yüzden biraz heyecanlıyım.
Bana bu imkanı tanıdığı için Sayın Haavi’ye ayrıca teşekkür ederim.
“Ben işin tekniğinden anlamam ama” dedim; “Olsun, hissettiklerini yazarsın” dedi.

Ben de son zamanlarda bana en çok şey hissettiren filme dair yazmaya karar verdim ilk yazımı...


Konumuz Wolfgang Becker’in 2003 yapımı filmi Good bye Lenin! Gösterime girdiğinde Almanya’da 6 Fransa’da 1 milyon kişi tarafından izlenen; Türkiye’de maalesef az sayıdaki küçük alternatif sinemada gösterilse de Internet ve kayıt teknolojilerinin nimetlerinden faydalanan bir kitle arasında hızlıca yayılıp kendi çapında efsaneleşebilmiş bir başyapıt bence bu film. Hatta abartıp desem ki Fatih Akın’ın Im Juli’sini Alman filmi saymazsak, ki Cannes’da aldığı ödülü Türk sinemasına adadığına göre kendisi de koymamaktadır filmlerini bu kategoriye, Good bye Lenin! bugüne kadar en hissederek izlediğim Alman filmidir (bu arada buradan Tom Tykwer’e sonsuz saygılarımla başka bir yazıya da çengel atmak isterim).

Konusunu bilmeyen yok gibi artık: 1978 yazında o zamanın Doğu Almanya’sında, yani Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde başlayan hikayemizde genç Alex’in sosyalizme yürekten bağlı annesi 1989 sonbaharında komaya girer. Kendisi komadayken ülkede yaşanan apansız değişiklikler sonucu Doğu koşa koşa Batı’yla kucaklaşmaya gider, ülke bir anda Burger King’den Coca Cola’ya kadar kafamızda sermaye stereotipiyle eşleştirdiğimiz her türlü tüketim ürününün istilasına uğrar. Artık turşu kavanozlarının üzerinde DDR yazmaz da Kühne yazar. Alex de babası kendilerini Batı’ya gitmek için terk ettiğinde geride kalan tek ailesi, çok sevdiği annesinin komadan çıktığında bu manzarayla karşılaşırsa yüreğinin dayanmayacağını düşündüğünden bu durumu ona fark ettirmemek için türlü kumpaslar kurar; reçellerden TV yayınlarına kadar her şeyi kontrol etmeye çalışır ama... nereye kadar?

Spoiler’dan hallice bu özetin akabinde demek lazım ki Good bye Lenin!’i izlerken alt üst oldum ben; gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Filmi birden fazla kez birden fazla gözle izledim. Her seferinde ayrı başarılı buldum, her seferinde ayrı çarptı beni. İlk seferinde sadece ve sadece güzel bir film izlemek isteyen sıradan bir seyirci olarak izledim. Yönetmenin, oğulun anne sevgisini ifadesi büyüledi beni. Herkes kendi annesini en çok sevdiğini düşünür ya; ben Alex’ten daha hayırlı evlat olmadığına karar verdim.

İkincisinde siyaset bilimci kimliğimle, politik analizleri önemseyerek izledim. Son yıllarda izlediğim en derdini göze sokmadan anlatabilen politik film olduğuna karar verdim. Hotel Rwanda’nın tek taraflı bakışını, Munich’in propagandanın ötesine geçemeyen gerçekleri bile önemsemeyen sözde nesnelliğini, Syriana’nın zoraki karışıklığını... hiçbirini görmedim bu filmde. Hatta daha sonra okuduğum bir yorumda yönetmen duvarın (Berlin Duvarı) üzerinden anlatıyor hikayesini dendiğinde “Hah” dedim “işte benim yaşadığım hissiyat da bu”. Sosyalist rejimin baskıcılığından da, kapitalizmin insanı insanlıktan çıkarıp gününü sürekli “Burger King’i seçtiğiniz için teşekkür eder, yine bekleriz” cümlesini kuran bir makineye çevirmesinden de aynı oranda nefret ettim. (çocukluğunuzdan beri görmediğiniz, sizi terk eden babanızı görüp sadece ve sadece bu cümleyi kurduğunuzu düşünsenize...)

Son olarak da sinema gözümle izledim: eleştirilecek yanları yok değildi filmin. Stereotiplerin üzerine gittiği doğruydu, hatta anlatmak istediğini karikatürleştirdiği bile söylenebilirdi. Ama yine de çok çok çok iyiydi. Kubrick ve Fellini göndermeleri, helikopterle taşınan Lenin heykeli, Alex’in çocukluk idolü kozmonot adam, “Coca Cola bir komünist içeceğidir” ve benim için en etkileyici sahne: “kırk yıldır o sizin de paranızdı”. Filmle ilgili herşeyi unutsam da elinde bir tomar kağıt parçasıyla Alex gözümün önünden gitmeyecek gibi. Kim bilir daha ne diyaloglar vardı aşık olunacak, ama sizin de Almancanız benimki gibi pek kuvvetli değilse eğer altyazının azizliğine uğramak mümkün olabiliyor.

Bu arada kurgu ne kadar iyi olursa olsun oyunculukları da göz ardı etmemek lazım; falsosuzdular bana göre. Lakin filmin bu kadar etkili olmasının üçte bir mimarı yönetmen üçte bir mimarı da oyuncularsa geriye kalan üçte bir tartışmasız müziklerindir. Ülkede sosyalizmin sonunu annenin ölümüyle paralel anlatmayı bu kadar iyi beceren bir sonlar filminde filmin yapmak istediği işi Yann Tiersen’in notaları kadar iyi yapabilecek bir müzik olamazdı diye düşünüyorum. Kendisini seven vardır sevmeyen vardır, müziğine “bu da müzik mi?” diyen vardır. Ama bence Tiersen, ki her durumda hastasıyız ailecek, bu filmin albümü için kendini aşmıştır. Le Fabuleux Destin d’Amelie Poulain’den de, C’etait Ici’den de, Les Retrouvailles’den de iyidir Good bye Lenin!

Son söz: izlemeyenin izlemesi şart olan herşeyiyle tamamına ermiş bir film Good bye Lenin! İzleyelim, izlemeyenlere izletelim...

Biterken Summer 78 çalıyordu...

3 yorum

Fucking Åmål


“Pazartesi
Neden bu kadar aptalım? Neden Elin’i seviyorum?
Onu seviyorum ve ondan nefret ediyorum.
Ölene kadar seveceğim ama kimse beni onun kadar incitmedi.”

Yukarıda yazılan şey bildiğiniz gibi ilişkilerin ve hayatın temel gerçeklerinden birisi, en çok sevdiğiniz sizi en çok üzebilecek olandır. Peki bu yukarıdaki sözler, cinsiyet bağımsız okunsa da aynı anlamlara gelmiyor mu? Bunu bir kadının başka bir kadına ya da bir erkeğin diğerine yazması ne derece önemli, insanız ve aynı kapılara çıkıyoruz her zaman. Özgür olduğumuzu düşündüğümüzde bile toplumun sınırlarıyla çevrili bir parkta koşuyoruz sadece.

Fucking Åmål, 1998 tarihli bir Lukas Moodysson filmi. İsveç^in küçük ve sıkıcı kasabalarından birisinde yaşayan Elin ve Agnes isimli iki kız^ın cinselliği tanıması ve topluma ters gelen şekilde kendi gerçeklerini yaşaması üzerinedir. Elin, hayatın hiçbir özel ya da güzel yanını kendisine sunmadığını anlayıp “değişik” olmak arzusuyla yanıp tutuşan bir kız olsa da Agnes, herkese farklı ve garip gelen şeyin doğal halidir. Aslında Agnes^in annesin oğluna lezbiyenliği açıklarken “bunda kötü bir şey yok” dedikten sonra kızı için endişelenmesinde saklı olan öz^ü yakalayabiliriz. Her şey hakkında atıp tutuyoruz, özgürlüklere, düşüncelere, tercihlere önem veren güzel insanlarız değil mi? Peki ya bunlar yanımıza geldiğinde, yakınlarımız “diğerlerine farklı geleni” seçtiklerinde hala aynı güzel insan olabiliyor muyuz?

Bilmiyorum, ama Lukas burada bir çok insanın aslında iyi olmadığını anlatmış, her zamanki gibi de bunu çok iyi aktarmış.. Dünyada kokmuş ne kadar düşünce, kokuşmuş ne kadar insan varsa bunların filmini Moodysson çeksin istiyorum, bana herkesten daha dürüst geliyor..

Buradan Lilja 4-Ever^a atlayabilirsiniz..

4 yorum

A Scanner Darkly


Richard Linklater^ın, Philip K. Dick kitabından uyarlama 2006 tarihli filmi. Madde bağımlılığından çökmekte olan insanların ve onları gülümseyerek izleyen devlet^in hikâyesi. Canlar kurtarmak için az sayıda can almak her devletin “pis” işidir, geçmiş ya da gelecek, bu değişmez diyor kısaca. Kimin canını neyden kurtaracağını da her zaman sizin yerinize seçerler ve onlar zararı bilirler, yarar^ın hep karşısında bulunur onlara göre. Pratikte işler pek öyle yürümese de, dev^letler böyledir, size yaşam sunarlar!
Senaryolaştırma aşamasında Richi olayı pek kolaylaştırmamış, belki de kolaylaşamıyordu.
Oyunculuğa gelince Winona Rider, Keanu Reeves, Woody Harrelson ve adamım Robert Downey Jr. Gerçekten iyi iş çıkartmışlar, zaten Linklater^ın seçimlerine güvenimiz sonsuz..
Öncelikle kitabı okursanız film size daha net gelebilir ama kitabı okumayanlar için zorlayıcı ve kafa karışıklığı oluşturuyor. “Karışık kafalar” sevdiğim bir şey, bu yüzden hoşuma gitti ve başarılı buldum sanırım, ayrıca “kitap gibi film” olmasından ötürü filmi okumak ayrı bir zevk..

“Bir tarayıcı ne görür?
Kafaların içini mi?
Kalbin içini mi?
Benim içimi, bizim içimizi görür mü?
Net mi görür yoksa karanlık mı?
Umarım net görüyordur, çünkü ben artık kendi içimi göremiyorum..
Sadece karanlığı görüyorum..
Umarım tarayıcılar daha iyi görür,
Çünkü tarayıcılar benim gibi sadece karanlık görüyorsa
O zaman tekrar lanetlenirim..
Bu şekilde sonumuz sadece ölüm..
Çok az şey bilerek, onu da yanlış bilerek öleceğiz..”

Waking Life^tan sonra Richard ikinci animasyonunda yine turnayı gözünden vuruyor, bir de Thom Yorke şarkısı ile biten filmler sağlam oluyor, buna karar verdim. The Prestige, Analyse ile kapanıyordu, A Scanner Darkly için de seçilebilecek en ideal şarkı olan Black Swan seçilmiş. Çünkü biliyoruz ki; 'cause this is fucked up, fucked up, 'cause this is fucked up, fucked up..

5 yorum

Vozvrashcheniye


Türkçe: geri dönüş

Okunuşu: vazvraşcenye


Sinema bir sanattır. Ve evet bu film gerek göreselliği, gerek oyuncuların performansı, gerek müzikleri ile bunu tam anlamıyla gösteren harika bir dia gösterisiydi.

Yönetmen Andrei Zvyagintsev'in ellerinde gayet klişe olan bir hikaye şölene dönüşüyor ve izleyiciyi de boşlukları doldurması için filme katıyor.Varlığından uzakta yaşanan bir babanın 12 yıl sonra "geri dönüş"üyle başlayan bir yolculuk,çocuklar ve baba arasında gerçekleşen ego çatışmalarıyla devam ederken şaşırtıcı bir son ve ""Babaa!" haykırışı kulaklarınızda çınlıyor.
Mavi ve gri içindeki görsel lezzetiyle bir düş sunuyor sanki bu film.Hem baba hem çocuklar hem de anne yi anlayabiliyorsunuz.Karakterler o kadar gerçek ki herbiriyle empati kurabilmenizi sağlıyorlar.

Filmde büyük kardeş rolündeki Andrei'nin filmin çekimlerinden kısa bir süre sonra filmin ilk sahnesinde atladığı iskeleden atlarken hayatını kaybetmesi de önemli ve ironik bir ayrıntı olarak aklımızda yer ediyor.

"Birden çok izlenmesi gereken filmler"listesinde yer alan,etkileyici bir sanat yapıtı.

6 yorum

Dazed And Confused


Richard Linklater^ın yazıp yönettiği 93 tarihli "amerikan gençlik filmi". 76^da bir okulun kapanış günü ve gecesinde geçen film bana ve bir çok insana doğal olarak George Lucas^ın American Graffiti^sini hatırlattı. Arabalardan tutun da gece atmosferine kadar film epey bir benzerlik taşıyor American Graffiti ile. Lucas 60^lara dönüş yaparken Linklater 70^lerin ortalarını selamlıyor, altmışlardan arta kalan manyaklık ve ruhani oyun havalarının punk patlamadan önceki son nefeslerini izletiyor.
Başrol oyuncusu olmayan bu ortam filminde Ben Affleck ve Milla Jovovich gibi ileride ünlü olan oyuncuların gençliklerini görüyoruz. Özellikle Affleck konusunda Linklater büyük bir öngörüde bulunmuş ve en salak karakteri üzerine dikmiş, tebrik edilesi. Ayrıca birçok insan filmi sadece Milla Jovovich^in gitara dokunduğu 4.5 saniye için bile izleyebilir, o açıdan da başarılı!
Her zamanki gibi okulun futbol takımından birkaç oyuncu, uyuşturucu kullanımının tavan yapması, birbirinden güzel amerikan arabaları ve 18 yaş altı alkol alma sorunları, seksin keşfedilişi ve anlık ilişkiler. Kısacası "tipik" diye nitelendirilebilecek her şey var filmde, zaten orijinal olsun diye de yapılmamış eminim ki, muhtemelen Linklater böyle bir gün yaşadı ve hala o gün hakkında ne düşündüğünden emin değil. Bu yüzden de filmini çekmiş, izlediğinde bir karar verecek sanırım. (Vermiştir artık..)

Halihazırda American Graffiti varken böyle bir filme gerek var mıydı diye soracak oldum, sonra vazgeçtim. Dönem müziklerini biliyorsanız, Aerosmith seviyorsanız film size keyifli dakikalar yaşatacaktır, ayrıca yavşak amerikan genci aksanı da uzun süre dilinize takılacak.
Take it easy man, take it easy..

4 yorum

Le Dernier Combat


Luc Besson 'un şimdi ki yaptığı işlerden çok farklı olan ilk filmi. Doğal bir felaket sonucu insanlığın büyük çoğunluğunun yok olduğu kalanların da konuşma yetisini kaybettiği bir dünyada geçiyor film. Filmde hiç konuşma yok. Buna karşın Eric Serra imzalı enfes müzikler filmin temposunu ayakta tutmayı başarıyor. Kadınsız bir dünyada bir erkeğin çabalayışını da çok güzel betimliyor.


Filmin üç ana karekteri var. The Man, the Doctor ve the brute. Pierre Jolivet'in oynadığı the man'i filmin hemen en başında şişme bir kadınla ilşkiye girerken görüyoruz. Bu sahne bir nevi filmin amacı hakkında bize ufak bir fikir veriyor en başından. Daha sonra the man ordan burdan bulduğu parçalarla derme çatma bir uçak yapar ve gidebildiği yere kadar gidip yeni bir şeyler keşfetmeye çalışır. Geldiği yerde ise çok da yeni şeyler bulamaz yine her şey aynıdır. Yıkık dökük binalar ve toz içinde kalmış bir dünya. Fakat yalnız değildir burada. Kısa sürede taş devri insanları anımsatan öldürme içgüdüsüyle yaşayan Jean Reno'nun oynadığı the brute ile karşılaşacaktır. Aralarında ki kısa süreli bir çatışmanın ardından the man kendini zar zor bir çukura atar ve ordanda the doctor'un yerine çıkar. Geri kalan sürede the doctor, the man ile the brute arasında amacını çok sonra anlayacağımız içgüdüsel bir savaş başlar. Bu filmi bu kadar değerli kılan ise Luc Besson'un olabildiğince uçuk sayılabilecek bir ütopya'yı oldukça inandırıcı anlatmayı başarabilmesi. Bunda merkeze kuşkusuz erkek bedeninin zaafiyetini koymasında büyük pay var. Bir de başta da bahsettiğim üzere Eric Serra'nın müzikleri de filme çok ayrı bir hava katıyor. Bu film hakkın da ne yazmam gerektiğini de aşağı yukarı bilemiyorum. Ama film bitince ve filmi düşününce bu film hakkında insanın muhteşem bir şeyler yazası geliyor. Ama aklına da bir şeyler gelemiyor.


Sonuç olarak insanların böğürerek anlaşmaya çalıştığı, gökten balıkların yağdığı, insanların su bulabilmek için fare gibi borulara girdiği ilginç ötesi bir film. Luc Besson'un özünü kaybetmeden önceki en orjinal başyapıtlarından.


1 yorum