2007'nin En'leri


Yıl biterken her zaman geride bıraktığımız senenin en iyi yapımları aklımıza gelir, listeler için kalem kağıdı alır arkadaş ortamında epey hararetli tartışmalar yaşarız.. Bu sene kalem kağıt yerine Plansekans kullanabiliriz sanırım, herkes bu başlığa yorum ekleyerek kendi listesini açıklar ve büyük kavgalar çıkar! Ben şimdilik genel bir Ntv tadı yakalayayım, yorumlara göre listemi şekillendirip teslim edeceğim;

Geçtiğimiz sene her zamanki gibi gişeye oynayan abuk sabuk filmlerin yanında, beklediğimizden çok daha iyi çıkan Hollywood filmleri ile yüzümüzü güldüren bağımsız yapımların yılıydı..
Filmlere genel geçer dokunuş yaparsam;

Aynı kulvarda sayılabilecek The Golden Compass son derece büyük bir hayal kırıklığıyken El Laberinto Del Fauno (Türkiye 2007) ise beklediğimin çok çok üzerinde harika bir yapımdı, Harry Potter^ın bir filmi daha geldi geçti, bir de Stardust reklamı oldu dünya.. Bunun dışında her zamanki gibi gişenin en önemli kısmını animasyonlar oluşturdu.. Shrek üçüncü filmi ile canavar gişeye imza atarken, Ratatouille da çok iyi eleştiriler aldı, Simpsons The Movie beklenin üzerine çıkıp önemli bir iş yaptı, Happy Feet anlık eğlenceden fazlası olamadı ancak benim gönlümdeki animasyon başka oldu: Persepolis, sadeliği ve başarılı hikayesini anlatırken kullandığı sinema dili ile benim için 2007 yılının en iyi filmi olmayı başardı, bu konuda eminim..

Tarantino uzun bir süre gündemi meşgul eden Grindhouse projesiyle sinema eleştirmenlerini birbirine soktu, 300 siyasi tartışmalar yaratırken, Karayip Korsanları, Resident Evil ve Bourne üçlemeleri (şimdilik) sonlandı, Spiderman de kendisini üçleyen filmler kervanına katıldı.. Scorsese, The Departed ile Oscar^ını alıp çocuklar gibi şen oldu, Babel artık zorlamaya yaklaşan tarzıyla Inarritu^nun yeni şeyler denemesi gerektiğini anlattı.. Blood Diamond, Zodiac, Perfume: The Story of a Murderer gibi yapımlar uzun süreleriyle izleyiciyi epey yordular, daha iyi işlenebilcek hikayeleri ağırdan aldılar..

Das Leben Der Anderen(Türkiye 2007) uzun süredir izlediğim en iyi Alman yapımlarındandı.. İzlemediğim ama merak ettiğim 4 Luni, 3 Saptamani, 2 Zile ile Control de 2007^nin önemli filmlerinden oldular.. Hairspray ve Across The Universe müzikalleri yılın farklı yapımları arasına girdiler, Across The Universe beklentilerimi tam olarak karşılayamasa da listemde yer bulacak gibi.. Ayrıca Hot Fuzz bu senenin en eğlenceli yapımıydı sanırım, çok güldüm izlerken..
Le Scaphandre et Le Papillon, Cassandra's Dream, Eastern Promises, Irina Palm henüz izleyemediğim filmlerden, ama listelerinizde yer alabilir gibi..

There Will Be Blood ve Sweeney Todd ülkemizde henüz izleme şansı bulamadığımız geçtiğimiz yıl filmlerinden, ikisini de merakla bekliyorum, 2008^de vizyonda olacaklar.. Bu filmlerden ümitliyim..

Unuttuklarım, atladıklarım olabilir, hepsini ekleyebilirsiniz, biraz da Türk sinemasına el atalım..

Geçtiğimiz sene Türk sineması için pek önemli bir yıl olmadı benim gözümde, çok başarılı denebilecek film bulmakta bile zorlandım, ayrıca gişe yapımları da istediklerini elde edemediler.. Başta ödülden ödüle koşan Takva ve Yumurta ile Yaşamın Kıyısında yılın önemli yapımlarıydılar.. Saklı Yüzler, Beynelmilel, Mutluluk ve çok ses getiren Barda gibi filmler gelip geçtiler.. Son izlediğim Kabadayı ile Son Osmanlı Yandım Ali gişeden başarıyla çıkan 2007'nin zayıf yapımları oldular.. Bir de yılın en kötü özelliği her yerden Özgü Namal çıkmasıydı sanırım, üç dört filmde başrolde gördük kendisini..

Ben listemi oluşturmaya başlayacağım, ama herkesten de yorum bekliyorum, böylece en güzellere ulaşmayı başarıp bir yılı daha kapatırız.. 2007 filmleri ile ilgili Plansekans^ta yazılan yazıları buradan okuyabilirsiniz, bu etiket artmaya devam edecektir..
Not: Bir numaram Persepolis olduğu için resim olarak onu kullandım..
Not 2: HayalMeyal ile bunu bir anket olarak yapmayı düşündük ancak yorumlar önemli olduğundan yazıya karar verdik..

5 yorum

Batman Begins


Başrollerinde Christian Bale, Michael Caine, Tom Wilkinson ve Morgan Freeman’ın yer aldığı 2005 yapımı Christopher Nolan filmi. Film Bruce Wayne’in nasıl Batman olduğunu anlatmaktadır.

Babasını ve annesini küçük yaşta bir soygun sırasında kaybeden wayne, daha sonra suçu ve insanları suça iten sebepleri anlamak için dünyanın çeşitli ülkelerinde çetelerle birlikte küçük çaplı suçlar işlemeye başlar ve hapse düşer. Tahliye gününde Ra's Al Ghul tanışan Wayne, dünyada suç oranlarının çok fazla arttığı şehirleri yok etmeye çalışan bir birliğin başına geçmek için çağrılır. Orada her türlü eğitimi alan Bruce Wayne daha sonra, yok edilmesi planlanan Gotham şehrinin hala umudu olduğunu düşündüğünden Gotham’a dönerek orada suçlara karşı bir simge olmaya karar vermiştir.

Bence bugüne kadar yapılmış en güzel Batman filmidir. Filmin en büyük başarılarından biri diğer Batman filmlerinin aksine Batman’i ve düşmanlarını insani bir şekilde anlatmasıdır. Nerdeyse fantastik öğeleri hiç kullanmadan Batman’i ve Gotham şehrini çok güzel bir şekilde anlatmayı başarmıştır. Film doğru şeyler bir araya geldiğinde (para ve cesaret) , doğru şeyler yapmaya çalışan bir adamın neleri değiştirebileceğini göstermektedir

2 yorum

Cassandra's Dream



Woody Allen’in yine kendi yazıp yönettiği filmi ahlaki bir açmazın içine giren iki kardeşin hikayesini anlatıyor.

Dizilerde, filmlerde artık gözümüz alıştı. Dakika başı bir insan ölüyor ve bu durumu yadırgamıyoruz, cesetler üzerimizden akıp gidiyor, olan fgr’lere oluyor. Söylemeye çalıştığım şey, yeter artık bu şiddet filan değil… şunu söylemeye çalışıyorum, izlemeye aşina olduğumuz bir şeyin, aslında o kadar da sıradan olmadığını, ve sıradan insanlara neler yapabileceğini anlatıyor bu film…

Oyuncularının gücü sayesinde birçok şeyin üstesinden gelmiş sanırım film. Text olarak elbette etkileyici (fakat o Woody Allen’ın aralara sıkıştırdığı gerçekten güldüren izi yok filmde… Başka bir yol izlemeyi tercih etmiş sanırım) fakat Terry ve Ian’ı oynayan, Colin Ferrell ve Ewan McGregor karakterlerin gücünü ve sıradanlığını ortaya çıkarmışlar… Gerçekten saf, heyecanlı ve sıradan görünmeyi beceren Colin Farrell (aldığı kilolar yaramış) konuşmadığı anlarda bile sadece kadrajı değil, sahneyi de doldurmayı başarmış. Yırtmaya çalışan, üçkağıtçı Ewan McGregor da enerjisiyle kendini sevdirmeyi başarıyor. Bu ikili sayesinde iş cinayet anına yaklaşıp gerilim arttıkça, bu iki biraderi sevdiğinizi anlıyorsunuz. Aslında görüyoruz ki çok da gerekli olmayan bir cinayet işlenmek üzere (cinayetler sınıflara ayrılır, gerekliler ve gereksizler)… Ian’ın sadece kendine ve kardeşine yeten aklıyla işi meşrulaştırma ve içlerini rahatlatma çabaları cinayetin gereksizliği, bir zaafa hizmet ettiği fikrini daha da güçlendiriyor. Ama o an yaklaştıkça, biraderler artık cinayetin dibine kadar geldiklerinde insan içinden “Yapmayın,” dese bile, bir yandan da “Aman pürüz çıkmasın,” diyor. Sonuçta film izleyicisi olarak o cinayetin işleneceğini adımız gibi biliyoruz ve bizi korkutan, artık sevdiğimiz karakterlerimizin başına bir şey gelmesi…

hayalmeyal “Eastern Promises” yazısında şöyle diyor, “Son yıllarda tanıdığımızı sandığımız yönetmenlere bir haller oldu, filmlerinden küçük bir parça bile görsek hemen kimin olduğunu tahmin edebileceğiniz yönetmenlerin imzaları artık değişmeye başladı. Woody Allen bunlardan biri. Match Point kesinlikle bildiğimiz Woody Allen filmlerinden değildi, ama çok iyi bir filmdi, yine de şöyle bir durum olmadı değil; onun geveze filmlerinden hoşlanmayanlar bu filmi sevdi, bu değişikliği olumlu buldu, ve artık Match Point’ten sonra yeni bir sayfa açıldı Woody Allen sinemasında. Şimdi yeni filmi Cassandra’s Dream’in afişinde Match Point’in yönetmeninden yazıyor. Üzücü bir durum bu.” Son cümle hariç ona katılıyorum… Bence o kadar da üzücü bir durum değil bu… Woody Allen aynı anda birkaç duyguyu birden çıkartmayı becerebilen bir yönetmen ve senarist… Hala bunu yapıyor, sadece daha farklı bir dille…

0 yorum

Gomeda


Ödüllü kısa filmleriyle tanınan sürrealist yönetmen Tan Tolga Demirci'nin 2007 yapımı sözde korku-gerilim denemesi absürt filmi..

Feride Çetin, Halim Ercan, Bulut Köpük, Bahar Yanılmaz, Serkan Altunorak, Merve Boluğur gibi genç isimlerin kotarmaya çalıştığı ama başaramadığı bir film Gomeda. Yönetmenin sürrealizm, dadaizm, obskürantizm etiketlerine biat ederek saçmaladığı, oradan buradan aparılmış üstgerçekçi zırvalarla izleyicinin vaktini çaldığı, filmin, 'paralel imge arayışı' denen o betimsel pembelikle yoğrulmuş bir hamurdan olduğuna kendisini de inandırdığı berbat bir deneme Gomeda.

Film için konuşmak dahi istemiyorum aslında; derdim yönetmenle.. "Bu film düşle gerçeklik, sanrıyla hakikat arasındaki çizgiyi altüst eden ilk Türk filmi olacak." gibi bir açıklama yapıyorsunuz, bu medeni cesareti buluyorsunuz kendinizde, ama ürününüz sizin tüm o pohpohlarınızın boşluğa gittiğini "dşonk!" efektiyle yüzünüze vuruyor.. Gencecik oyuncuların künyesini kirletiyor, geleceklerini mahvediyorsunuz.. Tanımsa şöyle: Alfabetik Düşler ne kadar özelse, Gomeda da karşıt anlamda o kadar özel. Özel bir anlamsızlığı var. Sanki onlarca filmden onlarca kareyi kesip tek bir filme yapıştırmışsınız; ortada böylesi huzursuz edici, sıkıcı, bunaltıcı bir kolaj var.

Kürtajı anlatayım, sistemi yereyim, sinema dünyasını sarsayım demiş ama sandalyeden düşmüş, üzücü olmuş..

Tan Tolga Demirci'nin tüm kısa filmlerini izlemiş biri olarak söylüyorum ki ondan böyle bir rezalet beklemiyordum: Erses Apt. No:8, Prag'a Ne Dersin, Hayatımın Özeti ve özellikle Klecks gibi işlerinden sonra "uzun metraj" deneyince olmamış, becerememiş. Herkes kendi kulvarına. İzlemeyin!

11 yorum

Kabadayı


Yavuz Turgul^un senaryosunda Şener Şen olunca insan ister istemez beklentilerinin çıtasını yukarıya doğru çekiyor ve yüksek atlamada yeni bir dünya rekoru hedefliyor, şimdi de vurucu bir "ancak" ile keselim, noktalı virgülleyelim;

Ali Osman (Şener Şen) bir zamanlar kestiği racon kanun olan efsane bir kabadayıdır. Yaptıklarındaki hatayı anladıktan sonra silaha tövbe etmiş ve bir halı saha işletmecisi olarak normal bir hayata geçiş yapmıştır. Fakir-fukara dostu yüce insan profiline gayet iyi uyan Ali Osman mahalle içinde yine kendi hukukunu uygular, sözünü geçirir.. Bir gün sevdiği kadının öleceği haberini alır ve ondan öğrendiğine göre bir oğlu vardır. Oğlunun annesi olan sevdiği kadın öldüğünde oğlu ile görüşür ve başı bir mafya ile dertte olan oğlu ondan yardım ister.. Konunun bundan sonrası hepinizin tahmin edebileceği yerlere varacağından yazmam pek bir anlamsız, filmin dördüncü dakikasından sonra bunları hemen çıkarabilirsiniz..

Yurdum insanının en sevdiği şeylerden birisi Mafya ile Kabadayı ayrımını uzaklara dalan gözlerle açıklamaktır. Bu film de kısaca bunu yapıyor, o büyüklerin anlattığı, "onlarca insanı öldürmesine rağmen" nasıl oluyorsa "adam gibi adam" olanların farkını anlatıyor..

Son üç ayda belki 50 kez fragmanını izlediğim bu filmi başta yazdığım sebeplerden ötürü merak etmiştim. Ancak şöyle söylemem gerekiyor ki filmde Şener Şen bile olmamış.. Çok zayıf ve klişeleri temel direk olarak gören bir senaryonun üzerine iyi oyunculuk tutmuyor artık, sırtı Şener Şen^e dayamak kurtarmıyor.. Üçüncü sınıf bir mafya filmi yapmak için gerekli olan tüm aşamaları takip etmiş bir yapım Kabadayı.. Kenan İmirzalıoğlu^nun oynadığı Devran^ın aşk uğruna dünyayı parçalayabilecek karakterinin, üzeri zorla çizilmiş gibi duran bir psikopatlıkla beslenmesi başlı başına rahatsız edici olmuş.. Şener Şen yine Ali Osman karakterini biraz kurtarsa da öylesine yüzeysel tanımlanmış ki filmin içinde, izlerken anlam vermek bile zorlayıcı oluyor.. Rasim Öztekin^in canlandırdığı Sürmeli karakteri ise tipik biçimde "gerizekalı izleyici profili" için bir yem gibi sunuluyor.. Ayrıca eşcinselliğin filmin kahkaha unsuru olarak kullanılması da senaryo sahibi Yavuz Turgul^a olan saygımı da bir kenara bırakmama neden oldu..

Ömer Vargı^nın yönetmenliğini üstlendiği bu yapım son zamanlarda izlediğim en zayıf filmlerden birisiydi kesinlikle.. Zamanın öldüğü bayram günlerinde bile 140 dakikalık süresi geçmek bilmiyor.. Hiçbir sürprizi olmayan ve en bilinen yolları takip etmekten öte bir çabası da bulunmayan filmin "oyunculuklarla kurtulma" düşüncesi de genç oyuncuları ile baltalanıyor.. Fatih Özgüven film için "Neresine kızsam bilmiyorum" demiş, çok haklı, kızmaya başlayacağınız yeri bile seçemiyorsunuz..

1 yorum

Miehen Työ


Sınırları Aşmak temalı 10. Uluslararası İstanbul Sinema-Tarih Buluşması kapsamında gösterilen 2007 yapımı Finlandiya filmi. Üç çocuk babası Juha (Tommi Korpela) işten kovulur. Bunu anti depresan kullanan karısına söylemez. Her sabah erken kalkıp işe gider gibi evden çıkar ve bir kafede oturur. Bunu iki ay boyunca sürdürür. Sonunda bir ilan hazırlayıp kafeye asar. Çocuk elinden çıkmışa benzeyen yazım yanlışlarıyla dolu bu ilanda evlerde tadilat işlerine baktığı yazılıdır. Sonunda biri arar. Ancak gittiği evdeki kadın; bir saat boyunca çıplak olarak saçlarını tararsa ona para vereceğini söyler. Juha biraz düşünür kadın parayı artırır. Bundan sonra hızla sürüklenir Juha, kazanacağı parayı hesaplar, ayrı bir hat alıp randevuları ayarlaması için arkadaşı Olli’ye verir, internete ilan koyar, bir seks çantası edinir, üstüne takım elbise geçirir. Artık o “olgun kadınlarla ilgilenen” bir fahişedir. Akşamları eve dönüp garajda üstünü değiştirir, iş elbiselerini giyip elini yüzünü kirletir, çocuklarına masal okuyup uyur. Tabi karısı her şeyi öğrenip evi terk edene, kendisi de intihara sürüklenene kadar. Arada tabi ki yalanlar, beklenmedik biçimde de akan kanlar, kırılan kemikler var..

Festivallerin en güzel özelliği yönetmen keşfetmeye fırsat vermeleridir, ayrıca gösterimde izlemenin neredeyse imkansız olduğu ülke sinemalarını tanıtmak. Benim için iyi bir tanışıklık oldu bu. Belki biraz hızlı sürükleniyordu Juha, ilk işinden hemen sonra alacağı parayı hesaplayıp çok çabuk rol değiştirmesini anlamak kolay değildi. Ama karısına açıkladığı gibi düşünüyordu belki gerçekten bu da bir işti işte, çamaşır makinesi ve aldığı arabayla da gösteriyordu ki bir aile babasıydı o hala. Gerçekten herhangi bir işi yapar gibi hareket ediyordu, yüzünde hep hemen kurtulmak isteyen sıkıntılı bir ifadeyi taşıyarak. Belki yakın zamanda gösterilen Irina Palm’a benzetmek mümkün bu filmi.

İyi oyunculuk ve iyi bir yönetim var filmde. Ayrıca iyi keşifler için de Sinema- Tarih Buluşması 20 Aralık’a kadar Beyoğlu Sineması, Alkazar Sineması ve Fransız Kültür Merkezi’nde devam ediyor.

0 yorum

Beş Vakit


Reha Erdem^in yazıp yönettiği 2006 yapımı filmi..

İzlediklerim arasında yönetmenin işitsel ve görsel açıdan en dolu filmi diyebilirim. Ayrıca filmin belirli bir olay örgüsünün takip etmemesi ve değindiği konuların üzerinde kesin çizgiler bırakmaması tam anlamıyla muhteşem..

Özel bir yaratım çabasının ürünü olmayan karakterlerin aslında tek bir insanı oluşturduğunu düşünüyorum. Henüz filmin başlarında Nine^nin "her erkek babasına benzer sonuçta" demesiyle birlikte babalarını bir şekilde gömmeye çalışan Ömer ile Yakup^un bu benzerlikten kaçmaya çalıştıklarını anlıyoruz.


"Su insan hayatı için vazgeçilmezdir ve doğada kendi kendini var edebilen tek maddedir"

Çocukların varlığı, köyde o hayatı yaşamak için vazgeçilmez olan babalarına benzerlikte yatıyor. Kendi kendilerine var olmaları için gerekenleri hayatları boyunca alamamışlar, babaları yanlış, sevgisizliğin her çeşidini yaşıyorlar ve belki de gerçekten ne istediklerini bilmiyorlar. Farklı bir hayat isteklerinin dışarı çıkamaması zamanla zorluyor ruhlarını ve içten içe işkence çekiyorlar. Sürekli bir ölüm isteği var, köydeki herkes ölüm bekliyor ya da ölüm istiyor.. Hayatların her yerine ölüm tedirginliği sinmiş, ölüme en yakın olan nineden en uzak olan bebeğe kadar herkes her an ölümü yaşayabilir. Günün beş vaktine saklanmış çocuk, erkek, kadın, yaşlılık ve ölüm var.. Babalar ve oğullar var, anneler ve oğullar var, anneliği annesinden iyi bilen kızlar var.. Üzerine basılmamış gibi dursa da çocukların sırtında taşıyabileceklerinden çok fazla yük var, hiçbir şey olmayan ailelerden beklentiler var.. En küçüğü bile ezici, çünkü hiç bir şey istemeye hakları yok..

Reha Erdem benim gözümde Türk Sinemasının son dönemlerindeki en iyi yönetmendir. Filmlerini çekeceği yerleri çok iyi seçiyor, mekanlarını oyuncularından bile daha iyi kullanıyor. Bunun yanında seçtiği müzikler de anlatımını akıcı hale getirmeyi başarıyor. Her filminde bir insan yapıyor, yeni bir insan yaratıyor ve onun ruh halini, yaşadıklarını ve yaşayabileceklerini anlamamızı sağlıyor. Bastığı her taşın altında bir neden saklı, çizdiği her çizgi mutlaka bir şeyle birleşiyor, çektiği hiçbir sahne filmi doldurmak için değil, tamamı bir noktada yakalıyor. Reha^nın filmlerinde parçaları toplayınca bütünü çok fazla aşıyoruz, böyle olunca da parça parça onlarca film oynuyor kafamızda..

5 Vakit, çok beğendiğim bir film oldu. Üzerine farklı bir insan tamamen farklı binlerce şey düşünebilir. Bu noktayı da çok seviyorum, son olarak en insani coğrafyayla filmi kendimce özetliyorum;

"insanın gecesi ile gündüzü arasındaki sıcaklık farkı ruhunun parçalanmasına neden olabilir.."

Teşekkürler.

3 yorum

Hwal


The Bow (Yay) adıyla ingilizceye çevrilmiş 2005 yapımı Kim Ki Duk filmi.

Diyalogların yerini bakışlara, jest, mimik ve genel anlamı/adıyla vücut diline bıraktığı bir eser-i şahane. Bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom'da tepe noktasına çıkan sessizliğin sizi kesinlikle rahatsız etmediği bu yapım, literalize edilmiş kişisel ögeler içeriyor: Freudiyen açılımlara açık bir "yaşlı adam - küçük kız" aşkı, daha doğrusu yaşlı bir adamın, o küçük kıza karşı beslediği yasak duygular, bastırılmış tatmin duygusu ama özünde kesinlikle onun kötülüğünü istemediğini izleyiciye de kanıtlayan bir "güzel yan". Küçük kızın genç bir çocuğa karşı hissettikleri, yaşlı adamın kıskançlığı, genç çocuğun heyecanlanması ve bu arada suyun, havanın, durgunluğun dinlendiriciliğiyle yönetmenin sizi bir terapiye tâbi tutması.

"Aşk, beklemektir"i kazıyor hafızanıza; 17 yaşına girdiğinde küçük kız, evlenebilecekler yaşlı adamla..
"Aşk, sabırsızlıktır"ı kazıyor hafızanıza; takvim yapraklarını yırtıyor yaşlı adam, kavuşmak uğruna minik aşkına..
"Aşk, kişiseldir"i öğretiyor en sonunda.. Onu da izleyin ve görün kanımca.

0 yorum

Bom Yeoreum Gaeul Gyeoul Geurigo Bom

2003 yapımı bir Kim Ki Duk filmi, son zamanlarda seyrettiğim en sıkıcılardan..

Baştan söylemem gerek, ben bir filme "sanatsal" açıdan bakabilecek kalibrede bir insan değilim, yetersizliğim söyleyeceklerime etkiyebilir, beğenmiş olanlar bağışlasınlar.

İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar olmak üzre 5 bölüme ayrılmış filmin soundtrackindeki birkaç parça haricinde, sadece bir dostumla seyretmiş olmam anlamlı ve gülünesi kıldı filmi benim nezdimde. Tek başınıza seyrettiğinizde sözlük anlamıyla "sıkıcı" ve "uyku getirici" bir film olduğunu belirtmem gerek: seyretmeniz zaman kaybından öte, sinir harbi.

İnsan bir filmden beklenti içine girmemeli evet, yoksa hareketli, gizemli, etkileyici bir şey olmadığını görüyor ve hayalkırıklığına uğruyorsunuz. Prajnaparamita Sutra denen budist öğretisinden haberdar oldum, bir balığa, bir kurbağaya, bir yılana bağlanan taşın daha sonra sizin sırtınıza bağlanmış bir taş olarak geri döndüğünü öğrendim vs vs.. ama asıl öğrendiğim: bu film sizin zevkinize bağlanmış bir taş. Boşa geçen 1'45''dan başkası değildi benim için.

Hwal ile kıyaslamıyorum bile. Çok sinirlendim.

3 yorum

The Golden Compass


Philip Pullman kitabından uyarlama 2007 yılı yapımı bir Chris Weitz filmi.

Her şeyin yerini bulan ve doğru olanı gösteren bir altın pusula, bu pusula^yı okuyabilen bir çocuk ve paralel evrenler arasında yolculuk imkanı. Bu olasılığı araştıran takıntılı bir adam ve buna karşı gelen ve dini baskıyı simgeleyen magisterium. Özgürlük savaşına doğru giden bir yol ve türlerin birbirine destek olması..

Birbirine paralel evrenler arasında yolculuğu mümkün hale getiren Toz üzerinden ilerleyen ancak belli bir noktadan sonra klişelere teslim olan ve büyüklere yönelik fantastik bir yapımdan uzaklaşıp çocuk filmine dönen, bana göre kocaman bir fiyasko Golden Compass. Tanıtım ve reklam aşamasına verdikleri önemli bedellerin yanında filmin dijital efeklerine de epey bir para harcanmış.. Sinemada pek çok kez işlenen paralel evrenler konusu bu film için olmasa da seri için çok önemli olacak belli ki. Ancak "seçilmiş olan" kavramı ve "kehanetler" yeteri kadar yer almadı mı fantastik yapımlarda.. Kendisine evrenler yaratabilen bu zekaların konuyu hep aynı yerlere bağlaması ve "çayırda koşan çocuğun ellerine dünyanın kaderini bırakmasını" anlayamıyorum.. Başka evrenlerde başka hayatlar olabilir, bunları da sinemayı şekillendirilebilen dijitallikle günümüzde kusursuz olarak yaratabilirsiniz, ancak bu evrenlerde hep aynı şeyler oluyorsa o dünya pek ilgi çekici olmuyor artık. Klişeler arasından özellikle Lyra^nın ailesi konusu Philip Pulman^a olan inancımı da sıfıra indirdi. Bir tek Serafina Pekkala ve Iorek karakterlerini beğendim.. Film genel olarak The Chronicles of Narnia, Lord of The Rings ve Mirrormask birleşimi bir yapım gibi duruyor, görüntü hariç pek bir şey bulamadım, olmamış..

0 yorum

Eastern Promises


Son yıllarda tanıdığımızı sandığımız yönetmenlere bir haller oldu, filmlerinden küçük bir parça bile görsek hemen kimin olduğunu tahmin edebileceğiniz yönetmenlerin imzaları artık değişmeye başladı. Woody Allen bunlardan biri. Match Point kesinlikle bildiğimiz Woody Allen filmlerinden değildi, ama çok iyi bir filmdi, yine de şöyle bir durum olmadı değil; onun geveze filmlerinden hoşlanmayanlar bu filmi sevdi, bu değişikliği olumlu buldu, ve artık Match Point’ten sonra yeni bir sayfa açıldı Woody Allen sinemasında. Şimdi yeni filmi Cassandra’s Dream’in afişinde Match Point’in yönetmeninden yazıyor. Üzücü bir durum bu. Cronenberg için de benzer bir durum var. A History of Violence’tan sonra başka bir sinema yapıyor artık yönetmen. Ve Videodrome’a, Naked Lunch’a katlanamayacak kişiler tarafından sahipleniliyor bu filmler. Artık ondan böyle filmler bekleniyor. Ne yazık ki onun meraklı izleyicileri de eski izlerini arıyor yeni filmlerinde, ve buldukları bir iki şeyle seviniyorlar. Woody Allen’dan daha farklı onun durumu, Woody Allen sanki yeni bir mecra buldu. New York’tan çıktı ve başka yerlere bakmaya, başka insanların hikayelerini anlatmaya başladı. Cronenberg ise eskiden beri ilgilendiği konuları ticari sinema diliyle anlatıyor artık. Elbette ki yönetmenler yeni hikayeler anlatabilir, artık onları yeni şeyler ilgilendiriyor olabilir. Ancak Cronenberg meseleleriyle daha gerçekçi bir düzlemde ilgileniyor, iki filminden anladığımız kadarıyla artık o, anaakım sinemanın sınırları içinde derdini anlatmak istiyor, derdi de eskiden bildiğimiz şeylerin daha yüzeysel halleri gibi duruyor. Son iki filmiyle yönetmen aynı kişide toplanan iyi ve kötüyle ilgileniyor, bunu da artık herkesin anlayabileceği bir dille yapıyor.

A History of Violence’tan sonra Viggo Mortensen yine iyi mi kötü mü tam anlayamadığımız bir karakterde, Nikolai, Londra’daki Rus mafyasının içine onları çökertmek için sızmaya çalışan bir şoför, Semyon (Armin Mueller-Stahl) Rus mafyasının Londra şubesi Hırsızlar Birliği’nin başı, Krill (Vincent Cassel) baş belası bir oğul, Anna (Naomi Watts) ellerinde ölen 14 yaşındaki anne Tatiana’nın çocuğu için doğruyu yapmaya çalışan bir hemşire. Çocuk yaşta fahişeliğe zorlanan Tatiana’nın günlüğünün peşinden gidiyor Anna, yolu Semyon ve Nikolai ile karşılaşıyor. Bir yandan onun doğru için çabalamasını izlerken bir yandan da Nikolai’nin iyi ve kötü arasında gidip gelişlerini izliyoruz. Tatiana’nın günlüğü kendi sesinden dış ses olarak kullanılıyor film boyunca. Gerçekten sinir bozucu ve karanlık bir atmosfer yaratmış yönetmen. Londra’da geçen filmde neredeyse hiç İngiliz yok, Ruslar, Türkler, Çeçenler var etrafta, bozuk bir İngilizce sürekli duyduğumuz. Kesilen kafalar, oyulan gözler ve bolca kan var her yerde. Filmin Cronenberg’i hatırlatan izleri ise yönetmenin Nikolai’nin bedeniyle uğraştığı bölümler. Mafyaya kabul töreninde bedeni ve dövmeleri inceleniyor Nikolai’nin, kabul edildikten sonra bu kabulün simgesi olan yeni dövmeler işleniyor bedenine. Hamamda ise çıplak bedeni düşmanları tarafından delik deşik ediliyor. Hala kimlikle hala bedenle ilgileniyor yönetmen, onu parçalamayı delmeyi seviyor hala, ama eskisi gibi felsefi anlamda değil. Cronenberg’in dünyasına ait tek karakter olan Nikolai’ye “kimsin sen neden bize yardım ettin” diye soruyor Anna kucağında bebekle. Filmin sonunda Nikolai’nin Semyon’un yerinde oturduğunu görüyoruz. Yüzünde tekinsiz bir bakışla. Yönetmenin de ilgilendiği soru sanırım bu kimsin sen sorusu.

İyi bir görüntü yönetimi, başarılı bir senaryo var belki ama, ben anlamak için çaba sarf ettiğim ve tekrar tekrar izlediğim Cronenberg filmlerini tercih ederim. Umarım bu da bir oyundur ve sınırlar dahilinde bile iyi bir film yapabileceğini ele güne göstermek istiyordur yönetmen. Yine umarım ki çabuk sıkılır bu oyundan, iki film yeterli oldu bence.

0 yorum

Persepolis

“İran bu eski ve büyük uygarlık çoğunlukla fundamentalizm, fanatizm ve terörizm ile birlikte tartışıldı. Hayatının yarısını İran’da geçirmiş bir İranlı olarak biliyorum ki bu imaj gerçeklikten çok uzaktır. İşte bu nedenle Persepolis’i yazmak benim için çok önemliydi. Bütün bir ulusun birkaç köktencinin günahlarıyla yargılanmaması gerektiğine inanıyorum. Aynı zamanda özgürlüğü savunurken hayatlarını cezaevinde yitiren, Irak’a karşı savaşta ölen, farklı baskıcı rejimler altında acı çeken ya da ailelerini terk etmek ve memleketlerinden kaçmak zorunda kalmış İranlıların da unutulmasını istemiyorum”*

Görünürde İran devrimi ve onun etkileri olmasına rağmen aslında yönetmeninin de sıkça vurguladığı gibi çok kişisel bir hikaye bu. İran gibi katı kurallarla yönetilen bir ülkede farkında olarak yaşamanın zorluğunu, bir kadın olarak birey olmanın güçlüğünü anlatan bir film.

Marjane Satrapi’nin dört kitaplık çizgi romanından film uyarlaması bu. Çizgi romana göre belki biraz hızlı bir film olmuş olabilir, ama ben anlatım şeklinden o kadar hoşlandım ki filmi tercih ediyorum bu yüzden. Ayrıca çizgi romanın ruhuna çok uygun bir üslupla film haline getirilmiş. Kitaplarda daha geri planda olan büyükannenin filmde daha fazla öne çıkmasına da sevindim.

Marjane küçük bir kız çocuğu, ailesi sayesinde ülkesinde ne olup bittiğinin farkında, onun bilinçli olması için ondan hiçbir şey gizlemiyor ve onu ülkede yaşananlardan korumak için Viyana’ya gönderiyorlar. Burada bir İranlı olmanın, farklı olmanın tüm zorluklarını yaşıyor Marjane, üstüne bir de aşk acısı eklenince evine dönüyor, kendisine hiçbir şey sorulmaması şartıyla.. Evinde de farklı biri artık, burda da bir yabancı, arkadaşları değişmiş, savaşın izleri var her yerde.. Bu yabancılaşma ve anlamsızlık, depresyona, sakinleştiricilere ve intihar denemelerine götürüyor onu.. Bir gün birden “eye of the tiger”la ayağa kalkana kadar.. Bundan sonra evleniyor, yeniden sınavlara girip grafik sanatlarını kazanıp öğrenci oluyor, ancak boşanmaya karar verince burada hayatın boşanmış bir kadın için ne kadar zor olacağını da biliyor. Annesinin dönmesini yasakladığı bir yolculuğa çıkıyor yeniden. Artık kim olduğunu ve ne istediğini bilen bir yetişkin olarak Fransa’nın yolunu tutuyor. Özgürlüğün bedelleri olduğunu bilerek..

Yasaklı bir ülkede birey olmaya çalışmanın, karşı çıkmanın, kendini savunmanın, aşık olmanın, özgür bir kadın olmanın, düşünmenin, okumanın ne kadar zor olduğunu anlatıyor Satrapi bütün gerçekliğiyle. Büyükannesine verdiği "kendine karşı dürüst ol" sözünü yerine getiriyor belki bu kitaplarla ve filmle. Ayrıca bir borcu da ödüyor Irak’a karşı savaşta ölen çocuklara ve devrim yüzünden acı çeken herkese karşı. Ama kendi ülkesini ne kadar çok sevdiğini anlamaya bile çalışmayan insanlar onun filmini de yasaklamaya çalışıyorlar, neyse ki yasak olan şeyleri merak eden ve bir yolunu bulup kendini geliştiren Marjane gibi çocuklar her zaman ve her yerde var oldular.. Marjane’in paltolu adamların ceplerinde saklayarak sattıkları kasetleri satın alması gibi birileri de onun filmini alıyordur mutlaka.

Sanırım uzun zamandan beri hiçbir filmden bütün acılarına rağmen yine de umutla gülümseyerek çıkmamıştım.


* Persepolis, çizgi roman, arka sayfa. Minima Yayınevi


2 yorum

Saklı Yüzler

Handan İpekçi’nin Babam Askerde, Büyük Adam Küçük Aşk filmlerinden sonraki filmi. Yine önemli bir konuya el atıyor yönetmen. Namus adına işlenen cinayetlere çeviriyor kamerasını aslında daha çok bu cinayetleri işleyen erkeklere, sanki merak ediyor vicdanları olup olmadığını..

Ailesinin evlenmesine izin vermediği adamdan hamile kalıyor Zühre (Şenay Aydın), küçük amcası Ali (İştar Gökseven) önce bebeği doğar doğmaz Zühre’nin on yedi yaşındaki kardeşi İsmail’e (Berk Hakman) boğduruyor, sonra ise Zühre’ye geliyor sıra. Baba ben yapacağım diyerek olaya el koyuyor, ama kızını öldürmemek için kendini vuruyor, sonra büyük amca Almanya’dan gelip götürmeye kalkıyor Zühre’yi, ancak Ali duruma müdahale edip abisini aşiretin namusunu temizlemesine engel olduğu için öldürüyor. Araya giren savcı Zühre’yi koruyor, yine de okula giderken vurulmasını engelleyemiyor, bundan sonra ise onun öldüğünü söyleyip Yasemin adıyla başka bir hayat kurmasını sağlıyor. Zühre, “Namus Cinayetleri” adlı bir belgesele konuşunca yaşadığı öğreniliyor ve bundan sonra bir yol filmi başlıyor, bir tarafta artık Yasemin olmuş Zühre’yi görmeye gelen kardeşi, yengesi, belgeselin yönetmeni (Cem Bender), diğer tarafta onu öldürmeye gelen Ali ve adamları..

Zühre, isteyerek sevdiği kişiyle birlikte olan ancak o korkup kaçtığı için artık onu istemeyen genç bir kadın, karşı çıkan, ses çıkaran ve kardeşini çok seven bir kadın, yeni bir hayata başladığı halde bir görev duygusuyla hayatını tehlikeye atma pahasına belgesele konuşan bir kadın, ama yeni evinin bahçesinde vurulmaktan kurtulamayan.. Zühre’nin hikayesi kadar etkileyici İsmail’in hikayesi de, kardeşinin bebeğini doğar doğmaz öldüren, büyük amcanın ölümünü de üstlenen İsmail, başını hiç kaldırmıyor yerden, sesi bile çıkmıyor neredeyse, kaybolmuş bir hayat yaşıyor o da, Zühre en azından adını değiştirip evlenip yeni bir hayat kuruyor, ama İsmail’in hiç şansı yok belli ki. “Aşiret namusu” denilen şey yüzünden, kendisinin koymadığı kuralların cezasını çekiyor. Ali ise Almanya’da köyden, kurallardan uzaktayken hala aşiret diye bir şeyin varlığını savunuyor, ve bu aşiret namusu denilen şey yüzünden gözü ölümden başka bir şeyi görmüyor, tek bir şey var aklında belgeselden yaşadığını öğrendiği Zühre’yi ne olursa nerede olursa olsun bulup aşiretin namusunu temizlemek, yeğenini öldürmeye susamış Ali’yi anlamak, bu gözü dönmüşlüğü anlamak çok zor. Filmdeki Yönetmen ise, bir sorumluluğu yerine getirip “Namus Cinayetleri” adlı bir belgesel yapıyor, ancak olayların peşini bırakmayıp herkesin yüzleşmelerini ve Ali’nin hapse girmesini sağlayarak belgeselini tamamlamak istiyor, yeni ölümlere neden olmak dışında ise bir şey başaramıyor.

Önemli bir filme imza atıyor Handan İpekçi, ancak film için seçtiği üslup tartışılır, ileri atlamalar, geri dönüşlerle ve film içindeki belgeselle bayağı karışık bir film çıkıyor ortaya, zaten konu nedeniyle fazlasıyla zorlayıcı olan bu senaryoyu daha sade bir şekilde aktarsa daha iyi sonuç alabilirdi sanki. Üstelik senaryodaki boşluklar ve bazı mantık yanlışları da filme gölge düşürüyor, daha iyisini yapabilecekken daha azıyla yetinilmiş gibi.. Ama ne olursa olsun önemli bir görevi yerine getiriyor yönetmen, namus adına işlenen cinayetleri perdeye taşırken iki tarafa da bakıyor, hem acı çeken, öldürülen, intihara zorlanan kadınlara hem de cinayetleri işleyen erkeklere… “Kadına yönelik şiddete karşı uluslar arası mücadele haftası”nda giriyor tam da gösterime bu film, ve yayımlanan rakamlara göre sadece geçen yıl 72 bin 643 kadının şiddete uğradığı bir ülkede yaşıyor Handan İpekçi ve vicdani bir sorumluluğu yerine getiriyor.

0 yorum

Irina Palm

Maggie (Marianne Faithfull), torununun hastalığı için gereken parayı bulmaya çalışır. Tedavi için Avustralya’ya gidilmesi gerekir ancak oğlunun elinden bir şey gelmez ve o torununu gerçekten çok sever. Kredi başvuruları reddedilir, iş başvuruları çok yaşlı olduğu için reddedilir, bir sex dükkanına hostes işi nedeniyle başvurmak ister. Ancak hostes’in etrafı düzenlemek, temizlik yapmak dışında anlamları olduğunu öğrenip ordan kaçar. Ellerinin çok güzel olduğunu erkeklere mastürbasyon yapabileceğini söyler ona Mikky, (Miki Manojlovic) bu onu daha fazla korkutur, gece ellerine bakarak uyur. Başka yolları da deneyip hiç çaresi kalmadığında bu işi kabul eder. Önceleri yapamayacağını düşünür, ancak niçin burada olduğunu kendine hatırlatıp katlanmaya devam eder. Odasını kişiselleştirmeye başlar, ünlü olup adı Irina Palm bile olur, artık müşterisi kapıda uzun kuyruklar oluşturur. Tedavi için gereken parayı Mikky’den borç alır ve bu borcu ödemek için de çok çalışır. Tabi ki oğlu bu durumu öğrenip ortalığı birbirine katana kadar.

Olay örgüsü çok klişe görünebilir. Ama yönetmen kağıt üstünde çok sıradan görünen bir senaryodan bambaşka bir film çıkarmış. Film gücünü özellikle Marianne Faithfull’un oyunculuğundan alıyor. Sam Garbarski sanki bu filmi onun için yapmış, minik minik adımları, bakışları ve soğukkanlı hareketleriyle, her an patlayabilirmiş gibi duran, bakan, konuşan ama hep ölçülü hareket eden bu büyükanne daha iyi canlandırılabilir miydi.. Bir değişim, patlama benzeri bir şey yaşıyor Maggie, Mikky’ye aşık da oluyor, ancak yine o her şeyi derinlerde yaşayan ve ölçülü hali bozulmuyor hiç. İkiyüzlü arkadaşlarına yaptığı işi, herhangi bir işmiş gibi anlattığı sahnede bile sakin sakin çayını içmeyi sürdürüyor. Onun bir büyükanneye dönüşmesini izlemek bile çok keyifli.

Bunun dışında yönetmen rahatlıkla bir komedi filmine dönüştürebilirmiş bu filmi, ya da buz gibi bir dram yapabilirmiş, ama iki kolay yolu da tercih etmemiş, insana yer yer sinirli kahkahalar attıran bir yerde bırakmış. Öte yandan çocuğunu yetiştirmek ve yaşamak için bu işi yapan ve Maggie’ye işi öğreten Luisa ve torununu yaşatmak için bu işe mecbur kalan Maggie arasında da gerçekçi bir ilişki kurmuş ve bu iki kadının hayatı ile de gerçekten sağlam bir bakış açısına sahip olduğunu göstermiş. Senaryosundaki klişelere ve hatta “bazı sinemaseverlerin” “aman bizim binbir gece gibi işte” yorumlarına rağmen yönetmen başka bir film yapmayı başarmış, tabi ki Marianne Faithfull’un büyük yardımıyla.

0 yorum

Elementarteilchen

Michel Houellebecq'in aynı adlı romanından sinemaya Alman yönetmen Oskar Roechler tarafından aktarılmış çarpıcı bir eser Temel Parçacıklar..

Tutkularının esiri bir erkek, tutkularını minimize eden bir başka erkek ve onların aşk kavramıyla olan kavgaları; bu iki erkeğin üvey kardeş olmaları ve annelerinin de aslında bir "kaybeden" olması, seks'e sofistike bir bakış atan filmin bendeki özetidir.. Freudyen açıklamalarım yok, bu sadece bireysel bir fikir yürütmedir.
2006 yapımı filmin oyuncu kadrosu bu sıradışılığın görsele yansıtılmasını gerçekçi kılacak ölçüde iyi: Moritz Bleibtreu, Run Lola Run ve Im Juli'dekinden farklı değil yine. Franka Potente ise çıldırtıcı güzelliği ile onun hakkında sinematografik bir eleştiri yapamıyor oluşumun nedeninini sunuyor beklendiği üzre. Eksper değilim, haddimi bilirim, neyse..
***
İnsan ırkından daha güçlü olan iki şey olabilir bence: Grip virüsü ve sevgisizlik.
113 dk boyunca gördüğünüz tüm o hırpanilik, tabu-tanımazlık, kopukluk da bu yüzden; bizi ilgilendiren o abstre lanet yüzünden: Sevgi yoksunluğu.
***
Çocuğuna uyku ilacı verebilen, öğrencisine penisini gösterebilen biri olarak Bruno, tüm bu karmaşanın merkezinde sevgisizlik olduğunun farkında mıydı değil miydi emin değilim ama;
biyolog kardeş Michael en azından daha munis, daha zararı kendine bir tip ve skandal bir hayatı olduğundan, heyecansız, hareketsiz, herkes gibi..
**
Tanıtmak şöyle dursun; mümkünse tek başınıza izleyin bu filmi. Başrol oyuncusuna En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü getirdiğini bilerek.. Afiyetle.

0 yorum

The Boondock Saints


Troy Duffy^nin yazıp yönettiği 1999 yapımı film..

Connor (Sean Patrick Flanery) ve Murphy ( Norman Reedus) MacManus kardeşler Boston şehrinde yaşayan iki İrlanda^lıdırlar. Anneleri tarafından iyi yetiştirilmelerine ve birçok dil bilmelerine rağmen bir et fabrikasında çalışmaktadırlar. Bir gece her zaman takıldıkları bara gelen Rus mafyası ile birbirlerine girerler ve onlara göre sadece eğlence olan bu kavga büyür ve Rus^ların ölümüyle sonuçlanır.. Öldürülen insanların mafyadan olması neticesinde federaller olaya el atar ve ajan Paul Smecker (Willem Dafoe) olayı incelemeye alır. Kısa süre ve ilginç teknikleri sayesinde ajan Paul olayı çözer ve MacManus kardeşler de merkeze gelirler. Paul Smecker, MacManus kardeşlerin olayı anlatmasından sonra nefsi müdafaa durumuna karar verir ve haklarında bir şikâyet olmadığından serbest olduklarını söyler. Bu sırada hikâye basına sızmıştır ve basın süper kahraman yaratma çabasına girişmiştir. MacManus kardeşler merkezde geçirdikleri bir gün sonrası sabah kalktıklarında yaptıklarının doğru olduğunu ve tanrının onlara bu izni verdiğini düşünürler, bundan sonraki hedefleri de “kötüleri öldürerek iyinin yeşermesini” sağlamaktır. İlk işleri de daha önce öldürdükleri maşaların sahipleri olan Rus mafyasını temizlemektir.. Bu düşünceyle MacManus kardeşler, aralarına İtalyan arkadaşları Rocco^yu da alarak Boston şehrinde büyük çapta bir temizlik başlatırlar. David Della Rocco mafyanın kuryesi olduğundan şehirdeki tüm pislik adamları, nerede oturduklarından neler yediklerine kadar tanır ve Rocco^nun anlattıklarıyla hedefler bir bir temizlenir.. Paul Smecker ise suçları işleyenleri bulur ancak yaptıklarının iyi olduğuna inanarak onlara yardım etmeye başlar. Araya İtalyan mafyası ve gereksiz bir baba hikâyesi de karışır ve olaylar yeni şeklini alır. Biz de sona doğru gideriz, etkileyici bir mahkeme sahnesi ile de film sonlanır.

Film, herkes kendi kanunu izlerse olacakları gösteriyor. Aynı zamanda basının kahraman yaratma sevdasından kanunsuzlukları hoşgörüyle yansıtmasını ve insanları etkilemesini iyi anlatıyor. Tabi bunu yaparken de gerçekten etkileyici bir hikâye yaratması tezat olabilir. Aequitas ve Veritas dövmeli iki kardeşin yanına gelmiş geçmiş en komik karakterlerden Rocco^yu koymak bu yapılanlar için özendirici olabilir. Bu noktada ben de çok düşündüm ve işin içinden çıkmakta zorlandım. Yönetmen gerçekten böyle hikâyelerin özendirici olduğunu mu anlatıyor yoksa "yapılanlar doğru olabilir mi?" sorusuna onun da mı cevabı yok, bilmiyorum.

Filmin ahlaki çarpıklığını ve kafa karıştırıcılığını bir yana bırakırsam, izlediğim en keyifli, komik ve hareketli yapımlardan birisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Özellikle Rocco karakterinin 8-10 kez fuck kullandığı sahne ile kedi sahnesi gerçekten çok fazla güldüğüm sahnelerdendi. Ayrıca Willem Dafoe da filmin içerisinde ayrı bir oyunculuk dersi veriyor, MacManus kardeşleri oynayan ikili Sean Patrick Flanery ve Norman Reedus da çok iyi performanslar sergilemişler. Soundtrack ise gerçekten kusursuz.. Kısacası Boondock Saints eğlenceli ve iyi bir film.. Ancak ahlaki açıdan büyük soru işaretleri barındırıyor..

“Birer çoban olacağız. Senin için Tanrım, senin için. Gücümüzü elinden alıyoruz. Ayaklarımız emirlerini rüzgâr gibi yerine getirsin. Akıtacağız sana doğru ruhlarla dolu olan nehirleri. In nomine Patris, Et Fili, Et Spiritus Sancti..”

1 yorum

Yumurta

Semih Kaplanoğlu’nun “Yumurta”, “Bal”, “Süt” adlarını taşıyan üçlemesinin ilk, kronolojik olarak da son filmi. Yusuf annesinin ölümü nedeniyle Tire’ye dönmek zorunda kalan, bir kitabıyla ödül almış şair ve bir sahaf sahibidir. Cenazeden sonra hemen geri dönmek ister, ancak annesinin adağı ve yapılması gereken birkaç şey onu geciktirir. Ama Yusuf artık buraya yabancıdır. Annesiyle yaşayan ve üniversiteye hazırlanan Ayla sayesinde geçmişinde biraz yolunu bulmaya çalışır, ancak geçmiş tamamen belirsizleşmiştir. Akrabalarından kimin ölüp kimin yaşadığını bilmez Yusuf, tanıdıklarını birbirine karıştırır. Geçmiş belirsizleşmiştir. Eski sevgilisi Gül “Sen Tire’den başka bir yerde yaşayamam” derdin dediğinde Yusuf önce, “Ben mi öyle derdim” der şaşırarak, sonra ise “Ben buradan nefret ederdim” diye ekler sertçe. Ama öyle midir acaba? Kimin anısı doğrudur?

Yusuf’a burası kuyuları da hatırlatır. Rüyasında bir kuyuya düştüğünü görür, sonra eve gelen elektrikçiye çocukken babanla kuyu açardık der. Kuyularla bir alıp veremediği vardır Yusuf’un belli ki, ama ne olduğunu pek anlamayız, geçmişi mi, Tire mi, yoksa şimdi yaşadığı yabancılaşmış hayat mıdır kuyu? Biraz belirsiz bu kuyunun bize anlattıkları, belki Yusuf’un çocukluğuna döndükçe anlam kazanacaktır. Annesinin ölümünden sonra bile ağlamayan, kendisiyle, geçmişiyle yüzleşmeyi beceremeyen Yusuf, hemen kaçıp gitmeye çalışır. Ancak annesinin adağı belli ki hemen gitmesini engellemekten daha fazla anlam ifade eder, çünkü onu hem geçmişine hem de Ayla’ya bağlar. Adağı kestikten sonra yine gitmeye kalkar Yusuf, ama gidemez. Hayatının içinde biraz sağa sola çarparak düşüp kalkarak ilerlerken, dönüş yolculuğunda bir tarlada köpekle baş başa -yüz yüze mi demeli?- geçirdiği bir gece sonrası ağlar ilk kez ve düştüğü yerden kalkıp geri döner. Ayla ile birlikte kahvaltı eder.

Semih Kaplanoğlu pek sevdiğim bir yönetmen değildi. “Herkes Kendi Evinde” ve “Meleğin Düşüşü” bana kalırsa doğal olmaya çalışan filmlerdi ve doğallığın altı bu kadar çizilince de samimiyetsiz filmler olmuşlardı. Karakterleri ise derinleşmeye çalıştıkça yüzeyselleşmişlerdi. Bu filmi ise gerçekten beğendim. Ama yine de filme gölge düşüren birkaç sahne var. Bir kadının hediye almak için sahafa geldiği ve şarap karşılığı yemek kitabı aldığı sahne Yusuf’un karakterinin altını fazlasıyla çizmek için çekilmiş bir sahne izlenimi yaratıyordu. Bir de Ayla’nın karanlıkta arkadaşıyla yaptığı üniversiteye hazırlık konuşması, çok amatörce ve filmin bütünlüğünü bozan bir sahneydi bana kalırsa.

Oyuncular ise gerçekten çok başarılılar. Özellikle Nejat İşler’in kendisinden çok şey kattığı hissediliyor Yusuf karakterine ve gerçekten çok uygun da düşmüş ekledikleri. Film hem olumlu eleştiriler, hem de bolca ödül aldı her gittiği festivalden.. Semih Kaplanoğlu’nun “Kasabası” diyerek sevenler oldu, tam da “Kasaba”ya benzemediği için sevenler de, eskimiş bir metaforu yerli yerinde kullandığı için sevenler de oldu, fazla metaforik olmasına rağmen sevenler de... Çok konuşulan bir film olmaya devam edecek sanırım Yumurta. Bense bu üçlemeden umutluyum. Mekan kullanımı ve güzel görüntüler bir yana böyle düşünmem için annenin yer aldığı açılış sekansı bile yeter.

1 yorum

Running With Scissors


Augusten Burroughs^un aynı adlı eserinden uyarlama 2006 yapımı Ryan Murphy filmi..

Film Augusten^in küçüklüğünden başlıyor, annesinin yaratıcı olduğunu ilk kez düşündüğü ana giderek Augusten^in ailesiz kalışının temellerini görüyoruz. Ailesinin bir şekilde dağılması, anne-baba ilişkisinin kötüye gidişi ve tüm bunların içine garip bir doktorun girişi gibi olaylar filmin merkezinde..

Augusten^in Finch denen sahtekâr doktorun evine düşmesiyle beraber hayatındaki sınırlar yerle bir oluyor. Augusten^i anne-babası tamamen boş veriyor ve kendi kendilerine yaratıp devasa boyuta getirdikleri sorunlar içerisinde kaybediyorlar, bu sırada Augusten de Finch^lerin arasında kontrolünü yitiriyor.. Finch^lerin evi adeta bir ucube evi, her şey son derece normal dışı ve her şey olağanmış gibi çatlak bir hava dolaşıyor içerde.. Film açısından her şey ikiye ayrılıyor bu noktada, bu eve geliş aşaması ve evden sonrası.. Zaten bu evin sonrası Augusten^in annesinin tamamen kaybedişi ve evden kurtulma çabası..

Augusten için bu sıradışı geçmişi yazmak eminim ki son derece rahatlatıcı olmuştur, özellikle de annesinin bu kadar yazmaya düşkün olması yüzünden ancak uyarlama izleyici için epey yorucu olmuş.. Filmin süresine dağılacak bir bağlayıcılığı yok.. Ayrıca ucube evinin de beklentilerimi karşılayamaması, karakterlerin üzerinde çok az durulması filmin diğer zayıf yönleri.. Arada sırada ciddi anlamda güldürmesi, bazen de parçalanmış düşleri hiç çekinmeden gösterebilmesi de olumlu yönleri, özellikle Neil karakterinin şiir okuduğu sahne benim açımdan filmin en güzel sahnelerinden birisiydi..

Bu garip hayatların ve absürt yaşamların bir noktada gerçek olduğunu düşünmek ve bunca hayatın bir evde toplanması ilgi çekici.. Eksik hayatlar mı toplanıp birbirini tamamlıyor, yoksa eksilenler yan yana gelerek daha büyük bir eksi mi oluşturuyor bilmiyorum.. Ancak anılardan da yola çıkarak böyle bir gariplik daha farklı anlatılabilirdi, aktarım şeklinden hoşlanmadım.. Filmin ortalarında şu eve Terry Gilliam bir el atsaydı çok daha farklı olurdu sanırım diye de düşünmedim değil..

2 yorum

Factotum


Factotum'un algılamamız gereken anlamı: ayakçı.. Yani her tür pis işi yapan insan evlâdı. Türk Milli Basketbol takımında Alper Yılmaz olmak gibi. Profili kafanızda canlandırdınız bile, güzel.

Gelelim bana plansekansta ilk kez yabancı bir filmin sunumunu yapma ilhamı veren esas Factotum'a."Charles Bukowski'nin 1975 yılında yazdığı aynı adlı romanından sinemaya aktarılan şiirsel bir film" gibi kült bir tanımlama yapmayacağım. Bent Hamer yönetmiş; Matt Dillon ve Lili Taylor tüm hücrelerine nüfuz eden bir gerçeklikle oynamışlar, bu kadar.

İyi bir yazar olmak için durmaksızın yazmak, at yarışlarına gitmek, sınırsız sorumluluğa sahipmiş gibi davranmak (neredeyse hiç davranmamak), devamlı viski, sigara tüketmek.. bir bohem kompozisyonu kısaca; süper egonun altından ezilen ilkel benlik. 94 dakika süren bir hayatı umursamama dersi ve öğretmenimiz Henry Chinaski!

Kadınlara asla sadık değil: Kadınlar ondan vazgeçemiyor.
Doğrulara asla sadık değil: Doğrular ona teğet geçiyor.

Chinaski'yi bana yakınsayan şey de buydu filmde.. Uslanmaz bir aylak ve onun evreninin dinamik taşları. Herkes geçicidir ve hiçbir şey için üzülmemek gerekir. Hiçkimse bir değerinin hayatının içinde değildir. Üzülmek, anlamsızdır; çünkü: ne senin bana ihtiyacın var ne de benim sana.

Farkındayım.. Asla ahlâki değil. Asla örnek alınası değil. Chinaski illegal ama mutlu.. sözlük anlamı pekala "pervasız" olabilir bu analojiyi esas alırsak; karışmayın adama, o böyle umutlu.

Not: Kristin Asbjørnsen, Slow Day ve I Wish To Weep ile Bukowski'ye saygı duruşu yapmış.

3 yorum

Gadjo Dilo


Tony Gatlif’in 1997 yapımı filmi. Bence yönetmenin hem en iyi filmi, hem de bir kültürü gerçekçi bir biçimde anlatabilen az sayıdaki filmlerden biri.

Stéphane (Romain Duris), Nora Luca adlı bir şarkıcının peşinden yollara düşer. Önce hiçbir şekilde iletişim kuramadığı insanların arasında zorlanır, sonra ise aradığından bile fazlasını bulur. Nora Luca’nın izini sürerken, dilini bilmediği, kendini anlatamadığı insanlar gibi yaşar, onların müziklerini kaydeder, onlardan birine aşık olur. Kendisine "çılgın yabancı" anlamına gelen “gadjo dilo” adı takılmasına rağmen Stéphane onlardan biri olur. Bütün bu yabancılaşma ve başka bir kültürü tanımaya çalışma sürecinde hiçbir şekilde turistik olmaz yönetmen, kolaya kaçmaz ve bize bu bağıra çağıra konuşan, şarkı söyleyip dans eden insanları içerden anlatmaya çalışır ve bunu başarır da.. Çok renkli olmasına rağmen çok hüzünlü bir hikaye anlatır..

Stéphane derlediği, kaydettiği hiçbir şeyi yanında götürmez, onların yaşam kaynağı olan müziği bir metaya dönüştürmez, bu belki de tamamen onlardan biri olduğunun işaretedir. Müzik canlıdır, yaşanır, saklanmaz… Bir şarkının peşinden çıktığı yolculuk, pek çok şarkıdan geçtikten sonra sonuçlanır.

Filmi yeniden izlemeyeli uzun bir süre oldu, hakkında bir yazı yazmadan önce tekrar izlemek isterdim, ancak İtalya’da Çingene karşıtlığının yükseldiği ve kamplarının yıkılıp sınır dışı edilmeye başlandıkları haberlerinin yayımlandığı bugün bir protesto olarak bu filmi anımsamak gerektiğini düşünüyorum. Çingenelerin "çalışmaktan hoşlanmayan, hırsız ve dilenci insanlar" oldukları önyargısının saçmalığını hatırlamak ve her türlü ötekileştirmeye karşı çıkmak için Gadjo Dilo’ya ve genel anlamda Tony Gatlif sinemasına bir kez daha bakmakta fayda var.



2 yorum

Auf der anderen Seite (Yaşamın Kıyısında)

Fatih Akın’ın ölümler sayesinde iç içe geçen hayatları anlattığı 2007 yapımı filmi. Artık bazılarımızın sinemada izlemekten bıktığı tesadüfler sayesinde birbirine teğet geçen ama aslında başka bir açıdan da çakışan hayatların hikayesi bu. Ancak bana kalırsa iyi anlatılırsa izlemesi hala keyifli hikayeler bunlar.

Fatih Akın’ın filmi üç bölümden oluşuyor; ilk bölüm "Yeter’in Ölümü". Bölümün başlığına koyduğu isimle yönetmen bu konuda sürpriz yapmayacağını, bunun bir ölüm hikayesi olduğunu belli ediyor. Yeter (Nursel Köse) Almanya’da fahişelik yapan bir Türk’tür. Onun yolu Ali Aksu (Tuncel Kurtiz) ile kesişir. Yeter, tutucu Türk çevrelerden gördüğü baskı yüzünden Ali’nin para karşılığı birlikte yaşama teklifini kabul eder. Ali, Alman Dili profesörü oğlu Nejat (Baki Davrak) ile birlikte yaşamaktadır. Yeter’in Ali ile kavgası sırasındaki sürpriz ölümü, Ali’nin cezaevi, Nejat’ın ise Yeter’in kızı Ayten’i bulmak için çıktığı Türkiye yolculuğunu başlatır.

İkinci bölüm "Lotte’nin Ölümü", bu bölümde de bir ölüm hayatları birbirine bağlar. Ayten (Nurgül Yeşilçay) politik nedenlerle Almanya’ya kaçmak zorunda kalır. Kendine yeni bir isim, sahte bir kimlik edinir. Yemek yiyecek parası yokken Lotte (Patrycia Ziolkowska) ile karşılaşır ve iki kadın Lotte’nin annesinin karşı çıkmasına rağmen birlikte yaşamaya başlarlar ve kısa sürede aşık olurlar. Ancak Ayten’in yakalanıp Türkiye’ye geri gönderilmesiyle Lotte’nin onun ardından yaptığı Türkiye yolculuğu başlar. İkinci yolculuk da aynı nedenle Ayten’i bulmak ve ona yardım etmek nedeniyle gerçekleşir. Ancak yine bir ölümle bu hikaye de sonlanır. Lotte’nin yine sürpriz bir şekilde gerçekleşen ölümü onun yolculuğunu noktalarken, Lotte’nin annesinin Türkiye yolculuğunu başlatır. Ölümlerin gerçekleşeceği bellidir, ancak ölüm şekilleri gerçekten sürprizdir. Ölümler beklenmedik anlarda ve tuhaf şekillerde olur. İlk ölümde bu pek göze batmazken bence bu bölümde Lotte’nin ölümü biraz sorunludur.

"Yaşamın Kıyısında" adlı son bölüm ise Nejat’ın babasını görmek üzere yaptığı Trabzon yolculuğu ile sonlanır. Başka bir şey anlatıyor gibi görünse de aslında bu filmiyle de çok kimlikli olmak, bir yere ait olamamak sorunlarını anlatıyor yönetmen, ve bu yüzden karakterleri yine hiç durmadan hareket ediyorlar ve aramaya devam ediyorlar.

Her anlamda Fatih Akın’ın olgunluk filmi olduğu belli bu filmin. Ancak ben kesinlikle Im Juli ve Duvara Karşı’nın enerjisini daha çok seviyorum. Üstelik Yeter’in Ölümü bölümüyle film gerçekten iyi başlıyor, ancak filmin devamı ilk bölümün vaat ettiklerini karşılamıyor. Tabi bunda Tuncel Kurtiz ve Nursel Köse’nin mükemmel oyunculuklarının da etkisi var. Filmin politik duruşu ve ikinci bölümü ise gerçekten fazlasıyla sıradan. Ancak Lotte’nin annesi Hanna Schygulla’nın oyunculuğu da o kadar sade ve doğal ki ikinci bölümün en güzel yanı da bu. Bir de genel anlamda Fatih Akın sinemasında müzik kullanımını sevmiyorum, ancak bu filmde iyice rahatsız oldum. Müzik kendini çok fazla dayatan bir unsura dönüşüyor filmlerinde. Çok sevdiği bir şeyi başkalarına sevdirmeye çalışan birinin ısrarı var yönetmende, böyle olunca da insan kendini sevmek zorunda hissediyor.

4 yorum

The 51st State


Hong Kong^lu yönetmen Ronny Yu^nun 2001 yapımı eğlenceli filmi..

Amerikalı bir kimyager olan Elmo McElroy (Samuel L. Jackson) tüm zamanların en iyi uyuşturucusunu yarattığını söyler ve hayatının anlaşmasını yapmak için 30 yıldır adına çalıştığı Lizard^ı (Meat Loaf) devreden çıkartmaya çalışır.. Planları sonucunda uçurduğu laboratuvarında hayatta kalan Lizard, McElroy ve onun formulünü pazarlayacağı Durant^ı öldürmek için Dakota Parker (Emily Mortimer) ile anlaşır..

Hikayenin Amerika^dan İngiltere^ye gelmesiyle birlikte olaya dahil olan, Durant^ın yardımcısı Felix DeSouza (Robert Carlyl) ile Dakota eski sevgililerdir.. Olay İngiltere^ye geldiğine göre doğal olarak senaryo karmaşık ve hızlı bir yol izleyip sonuna doğru büyük bir vurgun yapılarak çözülmelidir.. Olaya dahil olan birçok insanla birlikte hikaye ana karakterlerimizin istediği ve bizim de beklediğimiz şekilde sonuçlanır..

Filme yakışan müziklerin yanı sıra tempoyu iyi ayarlayan bir yönetmen ve özellikle Liverpool^a geçtiğimizdeki oyuncuların aksanı filmin seyir zevkini arttırıyor.. Lock, Stock and Two Smoking Barrels ya da Snatch. gibi olmasa da bu topraklardaki her türlü mafyavari haraketlilik güzel oluyor.. Dakota Parker karakterini canlandıran Emily Mortimer ve üzerinden hiç çıkarmadığı Liverpool formasıyla adamım diyebileceğim Felix DeSouza^yı canlandıran Robert Carlyl süper bir ikili olmuşlar.. Samuel amcayı da kilt ile izlemek ilginç bir deneyim oldu.. Keyifli zaman geçirmenizi sağlayan filmlerden, Layer Cake sevdiyseniz mutlaka izleyin, eğer Layer Cake izlemediyseniz bundan sonra onu da izleyin..

0 yorum

2 Days in Paris


Julie Delpy’nin yazıp yönettiği 2007 yapımı film. İki yıldır birlikte olan bir çiftin İtalya tatillerinden dönerken Paris’e uğramaları ve orada geçirdikleri iki gün anlatılıyor. Sanırım Julie Delpy, Before Sunset ve Before Sunrise’dan sonra böyle bir film yapma isteği duymuş, biraz da cesaretini o filmlerden almış. Anlatım olarak yer yer o filmleri andırıyor, ancak o filmlerle bu film arasında çok önemli bir fark var; samimiyet. Ne yazık ki bu film, onların samimiyetinin yanına yaklaşamıyor.

Filmin adında Paris olunca insanda ister istemez romantik beklentiler oluşuyor, ancak öyle bir film değil bu. Marion fotoğrafçı, rahat, geveze, öfkeli bir Fransız; Jack ise iç mimar, hastalıktan ve terörden korkan tutucu bir Amerikalı. Marion ve Jack, iki gün boyunca Marion’ın ailesiyle, geçmişiyle, öfkesini kontrol edememesiyle yüzleşiyor, iki gün sonunda ise ayrılmaya karar veriyorlar. Birbirlerini tanımadıklarını anlayıp ancak oldukları gibi kabul etmeye karar vererek ayrılmıyor, son olarak da sokaklarda dans ediyorlar.

Fransızlarla ilgili bildiğimiz bütün klişeleri önümüze seriyor film, -rahat insanlardır, her şey seks ve sanatla ilgilidir- ve bunları bir komedi malzemesine dönüştürüyor, kesinlikle çok fazla da güldürüyor. Adam Goldberg’in hastalık hastası halleri, bakışları, mimikleri o kadar eğlenceli ki, kesinlikle çok komik bir film bu, ancak keşke filmin sonunda Julie Delpy’in o uzun uzun kendini, ve ilişkileri anlattığı ciddi olmaya çalışan bölüm olmasa..

İlişkilerle ilgili küçük ve samimi bir film yapmak için elinden geleni yapmış oysa ki yönetmen, kendi anne babasını bile oynatmış, Adam Goldberg ile iyi bir ikili oluşturmuşlar, ama olmamış bir şey var filmde. Çok şaşırtıcı bir şekilde Julie Delpy’nin oyunculuğu bazen o kadar abartılı ki kendisini çok sevmeme rağmen zorlanmadan objektif olabiliyorum.

Klişelerle oynanmış ama başka bir klişe çıkmış sanki ortaya. Daha önce çektiklerini izlemesem de çok sevdiğim bir oyuncu, bu nedenle çok acımasız olmadan belki bir dahaki filme diyorum, hem ne olursa olsun çok eğlenceli bir film bu.

4 yorum

The Bourne Ultimatum


Robert Ludum romanından uyarlama, 2007 yapımı Paul Greengrass filmi, serinin ilk iki filmi olan The Bourne Identity ile The Bourne Supremacy^nin devamı ve şimdilik seriyi sonlandıran film..

İlk iki filmde defalarca gizli servisin elinden kaçan ve her seferinde istediklerini elde etmeye yaklaşan Bourne, yeni filmde tekrar ve tekrar Amerikan gizli servisinin mallığını dünyaya kanıtlar, bükemediğin bileği öpeceksin deyiminden habersiz olduklarını iyice vurgular..

İkinci filmin sonundaki Moskova sahnelerinden sonra film The Guardian^da çalışan Simon Ross isimli habercinin bir Cia yetkilisiyle yaptığı görüşmeyle başlar. Cia yetkilisi bu görüşmede Simon Ross^a Treadstone projesi ve bu projenin gelişmiş hali olan BlackBriar ile ilgili bilgileri anlatır.. Simon Ross telefon görüşmesinden BlackBriar dediği anda Cia tarafından anında merkeze alınır ve hedef haline gelir. Bu sırada trende gazetesini okumakta olan Jason Bourne, Simon^ın Treadstone ve kendisi hakkında yazdıkları hakkında yazdıklarını okur ve bir görüşme ister. Cia görüşme neticesinde kaynağın önce Bourne olduğunu düşünür ancak kısa süre sonra kaynağın Madrid Cia Şefi Neal Daniels olduğunu anlarlar.. Bourne ve Cia Daniels^ın peşine düşerler ve bu sırada gizli servis ile birlikte tüm emniyet güçleri de Jason Bourne^u durdurmaya çalışır, bu da bizlere muhteşem takip sahneleri yaratır..

İkinci filmin sonundaki konuşmayla finalini yapan film, ilk iki filmi gayet iyi tamamlayan ve böyle güzel bir seriyi kusursuz bir şekilde noktalayan bir yapım olmuş.. Seride izlediğim en iyi sahnelerden olan Waterloo istasyonundaki sahnesini de barındıran film, Jason^un kaynağını bulması ile sonuçlanıyor.. İlk iki filme göre müzikleriyle John Powell müziklerde çok daha iyi iş çıkarmış, aksiyonu hissetmemize yardımcı oluyor.. Kameraya yine alışamadım ama ikinci filme göre daha iyiydim.. Sonuçta öğrendiklerimiz biraz tahmin edilebilir olsa da zaten bu sonun en iyi olduğunu düşünmemden ötürü sevdim.. Denizle başlayan Bourne hikayesi yine denizle ve vücudundaki kurşunlarla sonlanıyor, ama biliyorsunuz Bourne hareketsiz durmaz..

1 yorum

The Bourne Supremacy


Robert Ludlum romanından uyarlama, 2004 yapımı Paul Greengrass filmi, serinin ilk filmi olan The Bourne Identity^nin takipçisi..

İlk filmin sonunda Treadstone projesi ile birlikte tarihe karıştığı düşünülen Bourne, Marie ile birlikte gözlerden uzak bir hayat yaşamaktadır. Berlin^de bir operasyon sırasında 2 Cia ajanı öldürülür ve bir Rus iş adamına ait önemli belgelerle birlikte 3 milyon dolar para çalınır, olay yerinden Bourne^un parmak izinin çıkması ajanımızı yeniden gizli servisin baş hedefi yapar.. Bir tarafta Berlin operasyonunu izlerken diğer yanda Bourne^a ilk ziyaretçimiz gelir ve Marie ile kaçmaya çalışırlarken Marie vurularak öldürülür.. Tövbesini bozan Jason hesap sormak için yola çıkar.. Yine ilk filmdeki gibi gayet kusursuz ve mantıklı ilerleyen, bir ölüm makinesi gibi önüne çıkanı deviren karakterimiz olayların peşini sonuna kadar bırakmaz.. Bu arada teşkilat içindeki haini de ortaya çıkartır ve yavaş yavaş hatırlamaya başladığı geçmişi ile hesaplaşır..

Filmi izlemeden önce mutlaka ama mutlaka ilk filmi izlemeniz ve olaylara hakim olmanız gerekmektedir, aksi taktirde son derece dağınık bir film izlediğinizi düşünecek ve olayların arasındaki bağlantıyı kavrayamadan filmi bitirmiş olacaksınız. Bu da size kötü bir film izlediğinizi düşündürecek, serinin ilk ve son filminden uzak duracaksınız.. O yüzden bu uyarıyı dikkate almanızı istemekteyim..

Bir devam filmi olarak konuyu işleme ve geliştirme anlamında son derece başarılı bir yapım the Bourne Supremacy. Yönetmen koltuğuna Paul Greengrass^ın geçmesi ciddi anlamda bir farklılık yaratmamış (kamera hariç) ki bu övgü kabul edilebilir. İyi başlayan ve insanların gönlünde bir yer kazanmış aksiyon filmlerinin devamlarını çekmek zordur, karakterde yapacağınız ufacık değişikliklerden tutun da aksiyonun dozajına seviye düşüren ufak bir müdahale bile büyük eleştiriler almanıza neden olabilir.. ama yönetmen bunları gayet iyi ayarlamış.. Ayrıca bu filmde serinin en sağlam düşmanlarından Rus ajan Kirill rolündeki Karl Urban da oyunculuk açısından çok iyi iş çıkarmış, Matt Damon ise yine Bourne^un olması gerektiği gibi..

1 yorum

The Bourne Identity


Robert Ludlum romanından uyarlama, 2002 tarihli Doug Liman filmi..
Gizli servisin en gizli projelerinden birisi olan Treadstone için özel olarak yetiştirilmiş ve devletin, devlet kimliğiyle yapamayacağı türden işleri yerine getiren bir ajan olan Jason Bourne, adeta kusursuz bir silahtır.. Servis, kendi yarattığı bu olağanüstü silahın kontrolünü ele geçirmekte zorlanır ve ortaya çıkanları izler seviniriz..

Denizin ortasında balıkçılar sırtından iki kurşun yemiş bir insan bulurlar, tekneye aldıkları bu cesedin aslında ceset olmadığını anlamaları birkaç dakikalarını alır.. Ölmeyen ancak hafızasını kaybeden ve sonradan gizli servis ajanı olduğunu öğrendiğimiz Jason Bourne, birkaç hafta teknede kalır ve sağlığını geri kazanır. Bu sırada derisinin altında buldukları lazer işaretleyicisinden İsviçre^deki bir bankaya ait hesap numaralarını keşfeder.. Balıkçı teknesinden indikten sonra ilk işi kim olduğunu bulmaktır ve bunun için İsviçre^ye doğru yola çıkar.. Bankaya vardığında kendisine ait içinde para, birçok pasaport ve kimliğin yanında bir de silah bulunan kasasını açar ve olaylar başlar.. Gizli servis^in bankayı izleyen temsilcisi haberi gönderir ve TreadStone projesinin başarısız olan son görevinden sonra kapatılması için Bourne^un ölmesi gerekmektedir.. Son görevinde öldürmesi gereken Wambosi^yi öldürmeyen ve hafızasını yitiren Bourne, gerçek kimliğini arama yolunda Gizli Servis ve tüm emniyet güçlerinden de uzak durmalıdır.. Sürekli bir ilerleme halinde olayın içinde dolaşan kovalamaca ve bir dakika bile nefes aldırmayan temponun arasında Marie ile yolları kesişen ve araya bir aşk hikayesi de sıkıştıran kutsal ajan Bourne, olayı tam olarak anlayamasa da film sonunda daha büyük detaylar için döneceğini müjdeler..

Gerçekten aksiyon filmlerine konsantre olmakta zorlanırım ve genelde vaat ettiklerinin aksine fena halde sıkılırım.. James Bond klişelerinin ya da Bruce Willis^in ölmeyişlerinin hastası bir insan değilim, ama bu filmle başlayan Bourne serisi kaliteli ve bağlayıcı aksiyon türünün en önemli örneklerinden birisi.. İçinde gizli servis^in bolca geçmesinden ve süper kahraman gibi yetiştirilmiş ajandan ötürü basit ve sıradan gibi görünebilir, hatta Matt Damon^dan dolayı uzak durmanızı da sağlayabilir.. Ama ne olmuşsa olmuş, bu filmlerde her şey çok düzgün olmuş ve Bourne rolü için Matt Damon^dan başkası olmaz diyebileceğimiz kadar iyi olmuş.. İlk filmi şereflendiren Clive Owen da cabası.. Vaktiniz varsa izleyin diyeceklerimden değil, vakit yaratın diye önereceklerimden..

1 yorum

4 LUNI, 3 SAPTAMANI, 2 ZILE (4 Ay, 3 Hafta, 2 Gun )


Hamileyim ben, ustelik de tam 4 ay, 3 hafta ve 2 gunluk. Yaşadığım yerde/ zamanda kürtaj yasak; ama ben hem oğrenciyim, hem de bu çocuğu istemiyorum... Ne yapmalıym?


En yakın arkadaşım hamile, ama yaşadığımız zamanda/ yerde kurtaj yasak. Ne yapmalıyız?


Eğer bu iki soru bizim de kafamızı meşgul etse, bizim de cevabımız muhtemelen Otilia ve Gabita'nın cevabıyla aynı olurdu; gizli bir şekilde, bir otel odasında kurtaj olmak/ olana yardım etmek. Ama herkese güvenebilmek ne kadar zordur ki tonlarca para verdiğin -tek kurtuluşun- doktor, parayla yetinmeyip bir de seninle zorla ilişkiye girseydi?Otilia, ya da sen, en yakın arkadaşın bu denli zor durumdayken kabul eder miydin bunu? Ya da sen Gabita olsan; kurtajın için en yakın arkadaşının dunyanın en iğrenç adamının altına yatmasını kabul eder miydin?


Filmden çıkınca aklıma ilk takılan sorular bunlar. Yonetmen Cristian Mungiu'nun Cannes Film Festivali'nden ödülle dönen filmi 4 ay, 3 hafta 2 gun, böyle bir atmosferle başlamakta. 1987'nin Romanyası'nda; yani bir otel odası tutmak için bile burokrasilerden ve asık suratlı çalışanlardan geçmek zorunda kalanların , birbirinden başka güvenebilecekleri kimseleri olmayan Otilia ve Gabita'nın hikayesi bu.


Otilia ve Gabita'nın arkadaşlığı mutualist olmaktan daha çok dominant- resesif karakterlerin buluşması gibi birşey kanımca: Otel odasını ayarlayan, kürtaj için sevgilisinden para alan, kaçak malları temin eden, bir anlamda ilişkiyi yönettiği gibi ilişkinin sorumluluklarını taşıyan Otilia ve Otilia'ya bağlı, onsuz birşey yapamayan hatta eline yüzüne bulaştıran Gabita... İkinci soru da bu aslında aklımdaki; ben hangi taraftayım arkadaşlarımla, hangisi olmayı seçerdim; seçerdik?


Yaklaşık 2 saat boyunca gerginlikten sinema koltuğuna yapıştıran bir film bu beni. Çünkü yönetmen kamerasını hayatın içine kurmuş, ekranda gördüşümüz odada biz de varız sanki, sadece hiç konuşmuyoruz, sadece izliyoruz.


Konunun kurtaj, hele hele de illegal bir kürtaj olduğu filmde, birinin pis işleri de yapması gerek tabii:Otilia. Erkek arkadaşının annesinin doğumgunune yetişedurmaya çabalasın, Gabita O'nu içinden attı bile; birinin delillleri yok etmesi gerek. Otilia kendisini bekleyen görevinden habersiz, sevgilisinin evindeyken belki de olayın başından beri kafasını kurcalayan sorusunu yoneltmekte seviglisine: Ben hamile kalsam ne yapardın? 87 Romanyası'nda yaşasak, biz de sorardık herhalde önce kendimize, sonra da sevgilimize: Hamileyim, ne yapacağım/yapacaksın/ yapacağız? Bu kadar kısa bir soru bile bir izleyici olarak beni oldukça tedirgin etti; yönetmen bu küçük cümleyle kendi başımıza düşünmeye itti bizi; ne yapmak gerekirdi?


Gelelim yine otel odasına, filmin insanı en çok vuran yerine.... Yerde ölü duran küçük bir cenin, insan gözlerini üzerinden alamaz ama sırf istenmediği için Otilia'nın da onu atmaktan başka bir çaresi yok, hem de şehrin en ücra köşesine. Çantasını boşaltıp içine koyduğu küçük şeyle beraber gündüz bile yürümenin tehlikeli olduğu yerlere yolculuk, dakikaların saatler gibi geldiği arama ve sonunda baca borusu kıvamında bir deliğe atılan çanta; içindekilerle birlikte...Sorunun bittiği nokta an gibi sanki, bir daha konuşulmayacak bir konu olarak çope giden bir çanta, Otilia ve Gabita'nın tekrar biraraya geldiği sahnede de bize dönen Otilia'nın bakışları....


Benim anlatma kabiliyetimin çok üstünde filmin bize yaşattıkları ve gösterdikleri aslında, herhangi bir hata yaptıysam affola.... Bu filmi yazmayı bir sorumluluk olarak hissettim çünkü kendimde, bir şekilde bu filmi bulabilirseniz izlemenizi öneririm...

1 yorum

Control

Ian Curtis karmakarışık bir genç adam, şarkı sözleri yazıyor, arkadaşının sevgilisi Deborah’ya aşık oluyor, iş bulma kurumunda çalışıyor.. Joy Division’ı kuruyor, Deborah ile evleniyor, iç dünyasındaki karmaşa dışa taşınıyor, Joy Division iyi gidiyor, Ian her gün işe gidiyor.. Bir gün işte bir kız önünde nöbet geçiriyor, Ian büyüleniyor, o kadar çok etkileniyor ki daha sonra bu anı düşünüp “She’s Lost Control”u, o muhteşem şarkıyı yazıyor.. Ama çok geçmeden Ian da epilepsi olduğunu öğreniyor, her şey zaten kontrolden çıkmaktayken bir de ne zaman geleceği belli olmayan nöbet korkusu ekleniyor bunlara, belki bu yüzden her zamankinden fazla kontrolüne almak istiyor her şeyi, ama artık olmuyor, ilaçların yan etkileri yüzünden iş yerinde uyumaya, daha çabuk yorulmaya başlıyor, bu nedenle işi bırakıyor, hem ilaçlar fiziksel nöbetleri etkilese bile duygusal nöbetleri etkilemiyor, daha fazla içine kapanıyor, ama bir kızı oluyor Ian’ın, eş bile olmayı beceremezsek bir de baba olması gerekiyor artık, sonra Annik çıkıyor karşısına, Ian’ın istediği tek şey onun yanında oturmak sessizce, bu Deborah ile ya da kızıyla ilgili olmasın istiyor, iyi hissediyor onun yanında ve bu onun olsun istiyor.. Ama olmuyor, her şey iyice kayıyor elinin altından, “seni sevmiyorum” diyor Deborah’ya ve dünyanın en güzel şarkılarından biri çıkıyor ortaya “love will tear us apart”… Ne kadar giderse gitsin, Deborah’ya dönüyor hep, ama Annik de kaybolmuyor bir yere, çünkü başka bir şey o… Ama parçalanıyor her şey, iki dünya bir araya gelmiyor bir türlü içinde, iyi bir baba olmak istiyor, ama iyi bir baba olmayı yaptığı hiçbir şeyle birleştiremiyor, bu nedenle sürekli kaçıyor ailesinden, oysa sahnede bile düzgün görünüyor o, kumaş pantolon ve gömlek giyiyor, ama o iki dünya bir araya gelmiyor işte bir türlü, hayatının kontrolünü sağlayamıyor, huzur denilen şey onu bulmuyor, sahnede nöbet geçiriyor, artık kaldıramıyor, Deborah’ya “git beni rahat bırak döndüğünde burada olmayacağım” dedikten sonra nöbet geçiriyor, kalkıp yüzünü yıkıyor, ağrıyan başını tutarak ölüme gidiyor.. 23 yaşındayken, Joy Division Amerika turnesine çıkmak üzereyken,..

Karakterin ne kadar doğru yansıtıldığı tartışılır böyle filmlerde hep, ancak ben filmdeki, hayatının kontrolünü sağlamak isterken acı çeken, nöbet geçirir gibi şarkı söyleyen, neredeyse hiç gülümsemeyen, her şeyin anlamsızlığını görüp şaşıran, mutlu olamayan ve çok genç ölüme giden Ian Curtis’i o kadar iyi anladım ki, karmakarışık bir ruh halini elle tutulur hale getiren yönetmeni ve oyuncu Sam Riley’i tebrik ederim..

Hiç gülümsemiyor Ian Curtis, sahnedeyken de buz gibi hep, acı çeken bir insanın soğukluğuymuş ama bu, bir yeri kanayan insanın buz kesmesi gibiymiş filmden sonra anladım..

En sevdiğim şarkılarından biri olan ve bu filme çok yakışan She’s Lost Control’u burada hatırlamak gerekiyor bir kez daha ve tekrar tekrar dinlemek..

Confusion in her eyes that says it all.
She's lost control.
And she's clinging to the nearest passer by,
She's lost control.
And she gave away the secrets of her past,
And said I've lost control again,
And a voice that told her when and where to act,
She said I've lost control again.

And she turned around and took me by the hand and said,
I've lost control again.
And how I'll never know just why or understand,
She said I've lost control again.
And she screamed out kicking on her side and said,
I've lost control again.
And seized up on the floor, I thought she'd die.
She said I've lost control.
She's lost control again.
She's lost control.
She's lost control again.
She's lost control.

Well I had to 'phone her friend to state my case,
And say she's lost control again.
And she showed up all the errors and mistakes,
And said I've lost control again.
But she expressed herself in many different ways,
Until she lost control again.
And walked upon the edge of no escape,
And laughed I've lost control.
She's lost control again.
She's lost control.
She's lost control again.
She's lost control.

2 yorum

Harold and Maude


Kahverengi pantolonlu bir genc kapiyi acar, merdivenlerden usulca iner ve odayi arsinlamaya baslar.. Bir plak koyar bizim icin Cat Stevens’tan ve de bir de kendisinin kiymetli son dakikalari icin.. “And don't be shy, just let your feeling roll on by, on by..” Iki mum yakilir, boyun ilmige gecirilir ve genc kendini birakir… Boylesi guzel, hayat dolu bir ezgiyle sinema tarihinin en etkileyici acilislarindan birini seyretmis olursunuz… Ama Harold and Maude’u ilk seyredisinizse isiniz zordur. Cunku bu film hakkinda intihar muptelasi bir genc, inanilmaz derecede kayitsiz bir anne ya da sinir tanimaz bir ask hikayesi duyumlari almissaniz her sekilde yanilacaksiniz.. Ergen, patlak gozlu Bud Cort ve buyuk, harika Ruth Gordon’in kahkaha ve duygusal sinirlarinizi zorlayan ask hikayesini daha once seyreden icinse, yillar sonra buyuk ozlemle dvdsini surucuye yerlestirmek ve arkaniza yaslanmak yillardir kayip oldugunu bilmediginiz ama hep eksikligini hissettiginiz bir dostu bulmak gibi karmasik, guclu duygular yasatir insana.. "I haven't lived. I've died a few times.." Sinemayla ilgili sevdiginiz cogu sey ya da sevdiginiz bir filmle ilgili kucuk bir animsama bu ilham verici oykuye kidemli bir kult film havasi katmistir.. Anlatacak cok sey bulursunuz filmle ilgili.. Ama en guzeli seyretmek, seyretmek ve seyretmektir doyana kadar.. Doymayacaginizi anlayana kadar..

Filmi anlatir bu sarki, filmle ilgili anilarinizi her daim yad etmenizi saglar kulaginizda isteginiz zaman..
“I
f you want to sing out, sing out.. and if you want to be free, be free..
Cause there's a million things to be, you know that there are, you know that there are, you know that there aree..”


Not: Oncelikle bu yaziyi megameftanin yazisina yorum olarak yazicaktim.. Sonradan farkli bir ileti olarak yazmayi uygun gordum, bagislayin.. (:

0 yorum

Otobüs


Türk sineması için farklı ve biraz yadırgatıcı bir film. Ayrıca sadece üç filmi olan Tunç Okan’ın diğer filmleri gibi dikkate alınması gereken de bir film.

Türkiye’den İsveç’e çalışmak için bir otobüsle giden kaçak türk işçiler, pasaportlarını ve paralarını kaptırıp bir meydandaki otobüsün içinde aç susuz kalırlar. Gündüzleri otobüsten hiç ayrılmazken geceleri tuvalete gitmek ya da çöpleri karıştırıp yiyecek bir şeyler bulabilmek için çıkarlar. Vitrinlere bakıp yürürler, en küçük bir şeyden de korkup otobüse geri dönerler. Dönemeyenler ya tuhaf şeylere tanık olup dayak yer, ya da garip bir şekilde intihar eder.

1974 yapımı olan bu film döneminde önce yasaklanmış, gösterildikten sonra da çeşitli tartışmalara yol açmış, türkleri aciz gösterdiği için kızanlar da olmuş, filmin inandırıcılık sorunu olduğunu düşünenler de. Gerçekten filmin inandırıcı olmadığı yerler var, ancak buralarda yönetmen özellikle abartıyor, toplumsal gerçekçi bir film yapmak istemediğini bir Türk'ün İsveç’te görecekleri karşısındaki durumunu abartarak gösteriyor. Ama bunu özellikle yapıyor, aradaki uçurumun altını iyice çiziyor, böylece gördükleri her şey onları otobüsün içine daha çok sıkıştırıyor. Karakterler o kadar aciz ki izlerken insan acımaktan başka bir şey yapamıyor, vitrinlere sırayla bakıp yürüyen merdivenlere aynı hareketlerle biniyorlar, korku ve şaşkınlık onları neredeyse tek bir insan haline getiriyor. Özellikle filmin finalindeki polislerin, otobüsün içine girip hepsini tek tek çıkarıp götürdükleri sahne gerçekten çok ürkütücü, hiçbiri kaçmaya çalışmıyor, otobüsün içinde götürülme sırasının kendilerine gelmesini bekliyorlar. Tabi tam burda "acaba onlar kaderlerine bu kadar razı insanlar olsalar böyle bir yolculuğa çıkarlar mıydı, biraz daha hayatları için mücadele etmezler miydi" diye düşünmek de mümkün. Ancak otobüsün içinde götürülmelerini öyle bakışlarla bekliyorlar, çaresizlik yüzlerinde o kadar somut bir hale geliyor ki burada filmle ilgili sorulabilecek tüm sorular da unutuluyor.

Filmin gerçekten çok iyi seçilmiş oyuncuları -aslında yüzleri- var. Öyle büyük bir oyunculuk başarısı yok filmde. Çünkü dolandırıcı dışında bir karakter de yaratmamış yönetmen, Tunç Okan ve Tuncel Kurtiz’in biraz daha öne çıkan karakterleri var, ama diğerleri de yüzleriyle çok uygunlar bu rollere. Bir otobüste, dillerini bilmedikleri bir ülkede kimliksiz, parasız bir “öteki” olma durumunu yüzlerinde taşıyorlar. Nedense bu filmin son sahnesi bana In This World’deki bir kamyon içinde sıkışmış göçmenleri hatırlatıyor, o kesinlikle çok daha korkunç bir sahneydi, burada kimse bağırmıyor, ama çaresizlik belki de her dilde, kültürde aynı yaşanıyor.

2 yorum