Issız Adam


Bir Çağan Irmak filmi.

Alper kendi restoranında aşçılık yapar, arta kalan zamanlarında kadınlarla birlikte olur, bomboş hayatının acısını da eski türk pop müziği plaklarıyla dindirmeye çalışır. Bir gün kitapçıda karşılaştığı Ada’nın peşine takılır ve onu tavlar. Ada ise onun tam tersi kişilikte uyumlu, sakin bir insandır. Dizlilerde çalışmış ancak onun hızından bıkmış ve kendi kostümcü dükkanını açmıştır, çocuklara kostüm diker. Önce Alper ile ilgilenmez, ama kendini de durduramaz. İyi gider gibi görünen ilişkileri Alper’in annesinin gelişiyle çözülür. Ada, anne Müzeyyen ile çok iyi anlaşır. İlişkinin derinleştiğini gören Alper annesi gider gitmez Ada’dan ayrılır. Üstelik tam da kızımız, annenin yaptığı zeytinyağlı dolmaları iştahla yemek üzereyken (sanırım filmde en çok buna üzüldüm, Ada’nın yarım kalan iştahına). Alper kendi sığ hayatına döner. Ada da kendi yolunu çizer.

Beş yıl sonra karşılaşırlar. Ada İngiltere’ye taşınmış, evlenmiş ve bir kızı olmuştur. Saçlarını da iğrenç bir modelde kestirmiştir. Alper ise iş arkadaşının oğluyla sinemaya gelmiştir. İşte tam bu noktada yönetmenin içindeki melodram canavarı ortaya çıkar; geri dönüşler ve iç sesler kullanarak ağlatmayı seçer yönetmen. İzleyiciyi histerik bir ruh haline sokana kadar uğraşır. Sinirleri sağlam olanlar dayanır, ama benim gibi her şeye ağlayanlar kendilerini tutamazlar. Ada’nın Müzeyyen’i ziyaretini, Alper’in çocukluk odasında ağlayışını da gösterir yönetmen. Buraya kadar dayananlar bile kızın sevgilisinin odasından anı olarak bir masal plağı almasıyla yıkılırlar. Oysa ki Ömer Kavur yıllar önce “Kırık Bir Aşk Hikayesi”nde aynı finali ne kadar da incelikle çekmişti. Hüngür hüngür ağlatmak yerine ıskalanmış bir aşkın sızısını hissettirmeyi seçmişti.

Klişelerden örülü hikayesini oyunculuklar bayağı kurtarmış aslında. Kağıt üzerinde eminim korkunç görünen “mavi bir telaş” gibi sözleri en azından katlanılır kılmış oyuncular. Üstelik arada kaldığına, aslında özünde başka bir insan olduğuna oyuncunun bakışları ikna etmeye çalıştı “biraz” bizi, yoksa senaryonun da Alper’in nasıl bir insan olduğuyla ilgili çok bir fikri yoktu sanki (şarkılar ve yemekler halleder). Bazı anlarda aslında iyi bir film olabilirmiş gibi hissettim, yönetmeni başka yolları tercih etseymiş. İnsanların birbirlerine döktükleri gözyaşı miktarıyla bahsettikleri bir film olmaktan fazlasını isteseymiş…

Fatih Özgüven; “Çağan Irmak’ın son filmine layık bir seyirci olamadım korkarım. Olamadığım gibi, sineması hakkındaki merak defterini de kapattım. Üç film yeter.”* demişti Radikal’deki köşesinde. Ben de Ulak ile biraz umutlanmıştım; başka yerlere mi gidiyor sineması diye, ama bu filmden sonra merak etmiyorum artık Çağan Irmak filmlerini.


* Radikal Gazetesi, 13.11.2008

Yazının tamamı buradan okunabilir.

2 yorum

Üç Maymun


Üç Maymun önceki Nuri Bilge Ceylan filmlerine benzemiyor. Onun filmlerinden hoşlanmayanlar bile bu filmi sevebilir. Zaten daha şimdiden film, diğer filmlerinden daha fazla izleyici sayısına ulaşmış durumda. Ama bu sefer de karanlık ve kasvetli bir film çekmiş yönetmen. Buradan yine izleyici kaçırabilir.

Kısaca söz edeyim konusundan. Film bir araba kazasıyla başlıyor. Yerde yatan bir ceset ve direksiyonda ne yapacağını bilemeyen, bir süre sonraysa kaçan bir adam var. Servet bir politikacı ve seçim öncesi adının böyle bir olaya karışmasını istemiyor. Şoförü Eyüp’ten hapisten çıkınca vereceği toplu para karşılığında kazayı üstelenmesini istiyor. Eyüp kabul ediyor. O içerdeyken karısı ve oğlu baş başa kalıyorlar. Tamamen anne ve oğlun hikayesini anlatıyor film bu kısımlarda. İş bulamayan oğlu İsmail’e üzülen Hacer, onun araba alıp iş yapabilmesi için Servet’ten para istiyor. Bu da Servet ile aralarında bir ilişki başlatıyor. Önce İsmail öğreniyor bu ilişkiyi, Eyüp de hapisten çıkınca seziyor. Film de zaten bu suskunluklar, bilip de konuşmamalar üzerine kuruyor hikayesini. Gerçekten çok rahatsız edici bir dönem başlıyor buradan sonra. Hacer’in Servet karşısında kendisi küçültmesi, Eyüp’ün çaresizliği, oğlun Servet’i öldürmesiyle parçalanan ailenin tekrar başka bir cinayet etrafında toparlanır gibi olması.

Altyazı Dergisi’nin yeni sayısında verdiği Üç Maymun kurgu günlüğünü okudum hemen filmden sonra, yönetmenin kurgu aşamasında tuttuğu bir günlük bu. Nuri Bilge’nin kurgu konusunda çok titiz olduğunu neredeyse herkes bilir. Ama benim bu günlükten anladığım şey sadece hassaslık ya da titizlik değildi, sanki kafası karışıktı biraz, bu da elinde çok fazla malzeme olmasıyla da ilgili değildi sanki sadece. Acaba en farklı filmi olduğu için miydi bu, yoksa kendisi de bu filmden emin değil miydi? Bilemedim. Aklımda pek çok soru işareti vardı. Yine Altyazı Dergisi’nin Ekim sayısında yer alan röportaj biraz azaltsa da bu işaretleri tamamen silemedi. Özellikle Hacer karakteri beni çok rahatsız etti. Ölen küçük oğul babanın ve abinin rüyalarına giriyordu da nasıl anneye değmiyordu hiç. Ben aslında kadını hiç anlamadığımı fark ettim filmde. Sanki erkek bakışı altında ezilip gitmişti ve gerçek bir karakteri yok gibiydi.

Filmin başında açılan parantezin filmin sonunda kapanmasını bazen seviyorum, ama bu sefer sevmedim. Sonunda Eyüp’ün oğlunu kurtarmak için çaycı Bayram’dan Servet’in cinayetini üstlenmesini istemesini pek inandırıcı bulmadım. Her ne kadar Eyüp başına bir kez gelmiş bir şeyi daha kolay isteyebilir olsa da, hayatında yarattığı yıkımlardan sonra bunu bu kadar kolay dillendiremez diye düşündüm. Üstelik Eyüp dolaşmaya çıkıp da kahvenin camını tıklattığında anladım bunu ondan isteyeceğini, önce yok artık dedim. Röportajı okuduktan sonra da Fırat Yücel’in görüşüne hak verdim. “Bayram sanki sadece bu sahne için vardı”. Keşke o ikinci kez tekrar eden intihar blöfü sahnesini de eşi Ebru Ceylan’ı dinleyerek çıkarsaymış yönetmen. Her ne kadar filmde olmasının nedenini kendince açıklıyorsa da -kadının bir bedel ödemeye hazır olduğunu göstermek- ben nefret ettim o intihar sahnesinden.

Oyunculuklarsa beni çok şaşırttı. Hatice Aslan’ı sevmeyeceğimden emindim, sevmedim. Ama Yavuz Bingöl ve Rıfat Sungar çok iyi iş çıkarmışlar. Yakın planların baskısı altında bir an bile ezilmemişler. Yönetmen her planda çok titizlenmiş, sesi de anlam yaratmak için çok iyi kullanmış -nefes dublajları bazen fazla olsa da. Gökhan Tiryaki’nin de görüntülerine diyecek yok. Ama işte senaryoda içime sinmeyen şeyler var. Belki birkaç kere daha izlersem…

1 yorum

El Laberinto del Fauno



Yani Pan'ın Labirenti ve hatta daha doğru bir deyişle "büyüklere masallar"... Guillermo del Toro'nun 2006'da çektiği, Türk sinemalarında 2007'de gösterilen, benimse az önce gözümde yaşlarla sona erdirdiğim pek güzel bir film El Laberinto del Fauno. Yönetmenin diğer filmlerine, ki aralarında Blade'ler ve Hellboy'lar gibi çok tutulan filmler de vardır, aşina olmadığım için karşılaştırma yapamıyorum ne yazık ki. Ve fakat Harry Potter, Narnia Günlükleri vb. fantastik çocuk (sensin çocuk!!) romanlarından aparılmış filmleri seven bünyeme pek leziz geldi Pan'ın Labirenti.

Yönetmenimiz Meksikalı olmakla birlikte filmimiz 1944 yılının içsavaştan yeni çıkmış İspanya'sında dağların, ormanların içindeki bir değirmende geçiyor. Değirmen, Franco'cu sadist bir Yüzbaşı'nın gözetimindeki bir bölük (ya da tabur ya da manga ya da her neyse artık) askerin kontrolü altında ve hatta bu askerlerin kışlası durumunda zira ormanlık arazide saklanan çok sayıda komünist kaçak var ve sizin de tahmin edebileceğiniz üzere sadist Yüzbaşı'nın (Sergi Lopez) görevi, ve dahası hayatının amacı, bölgeyi bu "pis kızıllar"dan temizlemek. Ha bir de bir erkek çocuk sahibi olup kendisi gibi "şerefli" bir asker olan babasının adını çocuğuna vermek... Bunun için eskiden üniformalarını diken terzinin dul karısı ile evlenip karnı burnundaki kadını (Carmen/Ariadna Gil) 8-10 yaşlarındaki kızını (Ofelia) değirmene getirtiyor, ki zaten film de böyle başlıyor.

Karakterlerimize gelirseeekkk... Esas kızımız Ofelia (Ivana Baquero) biraz hayalci bir çocuk, onun da en sevdiği şey peri öyküleri okumak. Perilerin varlığına ise güveni kesinlikle tam. Zaten sonradan gördüğümüz kadarıyla bir şey biliyormuş da güveniyormuş kendisi, pek de boş değilmiş yani. Yüzbaşı'dan zaten yukarıda bahsettik. Kendisini tanımlayacak kelime tam anlamıyla sadist, ha bir de Amerikalıların bir lafı var ya hani "daddy issues" diye; bu ağbimizde de ondan var çok net anladık. En zayıf noktasının "kibir" olduğunu kendi ağzıyla söylüyor bir de filmin bir yerinde, hem de kendisinin karşısında dikilme cesaretini gösterebilen tek kişiye yani değirmenin kahyası Mercedes'e (Maribel Verdu). O Mercedes ki bu adamın gözünün önünde ormandaki kardeşinin liderlik ettiği komünistlere yardım ve yataklık ediyor da kimsenin ruhu duymuyor. O Mercedes ki Ofelia'nın hayattaki tek koruyucusu haline geliyor. O Mercedes ki Yüzbaşı'yı bir güzel Joker'e dönüştürürken hepimizin içinin yağları eriyor. Ve bir de o Mercedes sözlerini unutsa da çok güzel ninni söylüyor.

Aslında sadece ninni değil filmde çalan bütün müzikler çok başarılı (Javier Navarette). Dahası makyaj ve görüntü efektleri bundan daha gerçekçi olamazdı gibi geliyor (Pan'a, ziyafet masasında oturan adama ve dikiş sahnesine dikkat). Senaryo kimilerine zayıf gelebilir belki ama bütün havayı bir anda ciğerlerinize çektiğinizde azotun %1lik eksikliği çok da anlaşılmıyor. Özellikle filmdeki fantastik öğelerin aslında birer siyasi eleştiri olduğunu kavramaya başladığınız anda film ilk başta olduğundan da dolu görünmeye başlıyor göze. Yalnız filmin belki de en zayıf noktası sonuydu. Yani gerçekten de peri masalı olması için elinden geleni yapmış del Toro ve illa ki mutlu sonla bitsin diye uğraşmış. Halbuki Yüzbaşı yüzüne açılan o delikle yere düştüğünde bitseydi keşke film, o zaman çok daha etkili bir son olabilirdi. Ama yine de "Bir masumun kanını dökmek yerine kendi kanınızı döktünüz, en doğrusunu yaptınız Majesteleri!"

İzleyiniz, izletiniz... Adamotuna dikkat ediniz, büyü diye bir şey gerçekten var olabilir.

0 yorum