61. Uluslararası Cannes Film Festivali

14- 25 Mayıs tarihleri arasında devam edecek festival dün gece Fernando Mereilles'in, ''Blindness'' filmiyle açıldı.

Jüri başkanlığını Sean Penn’in yaptığı yarışma bölümünde Nuri Bilge Ceylan’ın “Üç Maymun” filmi de “Altın Palmiye” için yarışacak. "Blindness'' ve “Üç Maymun” dışındaki yarışma filmleri şöyle;

Atom Egoyan "Adoration", Steven Soderbergh ''Che'', Kornel Mundruczo ''Delta", Laurent Cantet ''Entre les murs", Jia Zhangke ''24 City'', Matteo Garrone ''Gomorra'', Paolo Sorrentino ''Il Divo'', Clint Eastwood ''Changeling", Philippe Garrel ''La Frontiere de l'aube'', Lucrecia Martel "La Femme sans tête", Jean-Pierre & Luc Dardenne "Le Silence de Lorna", Pablo Trapero ''Leonera'', Walter Salles ''Linha de Passe'', Eric Khoo ''My Magic'', Wim Wenders "The Palermo Shooting", Philippin Mendoza ''Serbis'', Charlie Kaufman ''Synecdoche, New York'', James Gray "Two lovers", Arnaud Desplechin "Un conte de Noel", Ari Folman "Waltz with Bashir.

Bizi yakından ilgilendiren bir diğer durum da Fatih Akın’ın ''Un Certain Regard'' (Belirli Bir Bakış) adlı yarışma bölümünün jüri başkanlığını üstlenecek olması. Ayrıca festivalin ''Klasik Filmler'' gösteriminde Metin Erksan'ın ''Susuz Yaz'' filminin gösterilmesi.

Beni en çok meraklandıransa Charlie Kaufman’ın ilk yönetmenlik denemesi olan "Synecdoche, New York''. Neler yapmış olabileceğini düşünürken bile heyecanlanıyorum, filmin kadrosunu bir yana bıraksak da..

Kapanışında “Altın Palmiye” ödülünü Robert de Niro’nun vereceği festival, Barry Levinson'un yönettiği "What Just Happened" filminin gösterimiyle 25 Mayıs Pazar günü sona erecek.

daha fazla bilgi

2 yorum

Le Temps Qui Reste

Fransız sinemasının "kötücül" tabir edilen eşcinsel yönetmeni François Ozon'dan, konusunun rahatsız edici sadeliğine rağmen izleyicide güçlü bir etki bıraktığını düşündüğüm 2005 yapımı bir drama.. 77 dk gibi kısa bir süreye sığdırılabilmiş birçok tema, birçok altmesaj var 'Veda Vakti'nde.


Ozon'un "Erkek Melodramı" nam "Ölüm" üçlemesinin bu ikinci filmi,
başarılı bir moda fotoğrafçısı olan Romain (Melvil Poupaud)'in yaşamından birkaç aylık bir kesit sunuyor. Eşcinsel olduğu, zaman zaman kokain kullandığı ve erkek sevgilisi Sasha (Christian Sengewald) ile birlikte yaşadığı tüm ailesi ve çevresi tarafından bilinen, 31 yaşında yakışıklı bir adam Romain. Ailesi ile ilişkileri asla 'istendiği gibi' değil. Anne va babasının boşanmamış olmalarına duyduğu şaşkınlığı dile getirirken ya da kocasından ayrılmasının üzerinden henüz az bir süre geçmiş olan kızkardeşi Sophie (Louise-Anne Hippeau)'ye yaklaşırken rahatsız edici derecede bir açıksözlülüğü, doğrusu patavatsızlığı olan bir adam o.. Yalnızca büyükannesi -babasının annesi-'yle bir görebiliyor kendisini. Vee, ölümcül bir kansere yakalandığı haberini de sadece ona verebiliyor.

Sasha'dan ayrılıyor. Ailesinden kopuyor. Tokyo'daki çekimlere gitmeyi çok istese de, işini askıya alıyor.

En fazla 3 aylık ömrü kaldığını öğrenen, bambaşka hayatları, bambaşka hislerle kucaklayacağının daha kendisi dahi farkında olmayan Romain'in öyküsü Le Temps Qui Reste. Sarsıcı bir sunum.

Çocukluğunuzla aynada karşılaştığınızı ve kiliselerin kutsal suların birlikte işediğiniz sevgilinizin, sizi ilk öpüşünün gözlerinizin önüne geldiğini düşününüz. Veyahut, kocası kısır olduğu sizden onunla yatmanızı isteyen bir çiftin bu teklifine verilebilecek hazır bir cevap bulamadığınızda, "kendi hayatını yitirirken, bir başka hayat yaratabilme şansı"nı refüze ettiğinizi.. Sürreal donörlük. Neyse.

Eşcinsellik'i alttan altan filmlerinde övmekle eleştirilen sıradışı bir yönetmen olan François Ozon ile Gouttes d'eau sur pierres brûlantes sayesinde tanışmış ve kendisinin Swimming Pool, 5x2 isimli filmlerinden sonra Angel'ında bir nefes alıp bu adamın yaptıklarını sevdiğimi itiraf etmiştim ki bu film, hepsinden daha özel bir tat bıraktı hafızamda.
Güzel müzikler, samimi oyunculuklar ve ölümden kurtulanamayacağı gerçeğini her seferinde izleyiciye hatırlatma derdinde deli bir yönetmen'den oluşuyor bu film.

2 yorum

Revolver


"The greatest enemy will hide in the last place you would ever look."



Snatch ile kalbimizde yer almayı becerebilmiş yönetmen Guy Ritchie'nin, 2005 yılında çektiği filmi. Hapishaneden yeni çıkmış bir adam (Jack), büyük mafya patronu Macha ve nereden çıktığı belli olmayan glof meraklısı Zach (the Sopranos 'dan çıkmış bi kılıkla tabii ki, mafya denince ilk akla gelenlerden) ve Avi'nin kesişen -ya da kesiştirilen- yolları üzerine kurulmuş film.


Nahiyesinde çokça mafya öğeleri barındıran filmimiz- ki aslında pe de meraklısı değilimdir bu filmlerin- Jack'ın Macha'dan alacağını istemesiyle başlıyor. Bir de nereden geldiği ilk başta belli olmayan kartvizitler var; daha sonra Jack'in hayatını kurtaracak ya da başka bir açıdan bakıldığında tamamiyle dibe batıracak olan kartvizitler.


Eğer 3 gün ömrünüzün kaldığını öğrenirseniz yapacağınız şeyler ne olurdu? Bu soru sorulduğunda aslında filmin ufacık bir falsosu var; çünkü çoğumuz zaten yüklü miktarda sahip olduğumuz parayla kendimize ufak bir cennet kurarız, 3 günü böyle kurtarırız ama Jack, Avi'nin teklifini biraz da peşinde Macha'nın adamları olamsı sebebiyle kabul ediyor ve Avi ve Zach için çalışmaya başlıyor.


Filmi diğer klasik mafya filmlerinden ayıran özelliği, Jack'in hapishane arkadaşları olan usta bir dolandırıcı ve satranç ustası olması. Oldukça tehlikeli olan bu karışımın ortakları, mükemmel bir formül yapıyorlar kendilerine; kesin bir dolandırıcık formülü ki bu formülü öğrenen Jack'da bunu kullanıp paraya para demiyor bir anlamda.


İşin içine kimsenin yüzünü göremediği ancak O'nun herşeyi gördüğü Mr. Gold girince de film, hafif bir Dövüş Kulübü havası alıyor ki açıkçası ben Gur Ritchie'den daha yaratıcı birşey beklerdim; Snatch filminin hastası olan bir insan olarak bu kadar kolay bir şekilde filmin bağlanması beni çok rahatsız etti açıkçası. Özellikle klostrofobik Jack'in asansorde alteregosu Mr. Gold ile olan muhabbeti ve gereksiz bir Fight Club göndermesi -oldukça aleni ve oldukça gereksiz kanımca- fazlasıyla uzundu; herkes kendi kendine kendisiyle konuşur, tamam, Mr Gold'u ancak bu şekilde seyircilere hissettirebilirde bu da tamam, ama bu kadar uzun, gürültülü ve dediğim gibi fazlasıyla Fight Club havası estiren bir monologa hiç mi hiç gerek yoktu. Keza Mazcha'nın kendi iç hesaplaşmaları da gereğinden uzun tutulmuş gibi geldi. Ancak Ray Liotta'nın hayat verdiği Macha karakterinin devamlı solaryumda olması ve , sanırsam, evin yaklaşık bütün odalarına solaryum cihazlarının yerleştirilmesi, özellikle her daim bronz gezen arkadaşlarımızın seveceği bir detay olmuş.


Filmin en hoş taraflarından birisi Avi ve Zach'in gerçek kimliklerinin ortaya çıkması. Jack ve Mr. Gold ile uğraşan bünyelerimz, filmin sonunda ipuçları tekrar gösterildiğinde nasıl oldu da düşünemedim şeklinde hayıflanıyor. Yoksa Zach gibi bir Sopranos karakterinin kitaplarla ne işi olsun?


Filmde herkes unutulsa bile unutulmayacak bir karakter var ki o da memur giyimli tetikçimiz. Görmediği insanları, örneğin bir üst kattaki adamı, kafasına ateş ederek öldürebilecek kadar isabetli atışlar yapan ve sonrasında da hiçbirşey olamamış gibi yoluna devam eden tetikçi Sorter,gerçekten çok başarılı, bir o kadar da vicdanlı bir karakter olmuş.


Biraz fazla eleştirdim galiba filmi ama bence bulunduğunda izlenebilecek bir film. Bir kaç sahne hariç temposuyla seyirciyi sarıyor, ayrıca içinde barındırdığı bilmeceleri "kimin kim olduğu yorumu" ile filmi izlerken film üstüne düşünmenizi sağlıyor. İzlemekten pişman değilim,bir daha olsa yine izlerim.

0 yorum

Waitress

Adrienne Shelly’nin 2007 tarihli üçüncü filmi Waitress ve ne yazık ki son filmi. Apartmanında tesisatçıyla yaşadığı bir gürültü tartışması nedeniyle 1 Kasım 2006’da öldürülmüş Shelly, yazdığı, yönettiği ve oynadığı filminin gösterildiğini görememiş.* Bu bilgiyle izlendiğinde film, benim gibi film boyunca ağlamayı neredeyse hiç kesmemek mümkün.

Jenna (Keri Russell), çok güzel turtalar yapan bir aşçı ve garsondur. Kıskanç ve baskıcı kocasından kurtulmak için para biriktirir. Ancak bu sırada hamile kaldığını öğrenir. Bebeği istemediği halde kürtajı hiç düşünmez, ama planlarını da değiştirmez. Para biriktirmeye devam eder, turta yarışmasını kazanıp yeni bir hayata başlamak ister. Bütün bunlar olurken kasabaya yeni bir jinekolog gelir. Kocasının tam tersi olan Dr. Pomatter kibar ve ilgilidir. Aralarında önce bir seks ilişkisi başlar, daha sonra ise bu güzel bir yakınlığa dönüşür. Jenna’nın hamileliği ilerler, onun tek istediği hala hayatını değiştirmektir. Yüzünde her zaman her şeye katlanabilen bir ifade vardır. Bunun da nedeni yaptığı “Earl’ün bebeğini istemiyorum”, “Kendine acıyan zavallı hamile” gibi adlar verdiği turtalarıdır. Üzgün olduğu anlarda kafasında hep yeni turtalar planlar, bu nedenle de sadece hayatta kalmaz aynı zamanda güçlü de kalır. Ama asıl gücü kucağına bebeğini aldığında kazanır.

Birlikte çalıştığı ve çok yakın olduğu Becky (Cheryl Hines) ve Down’un (Adrienne Shelly) hediye ettiği kitap sayesinde bebeğine mektup yazar Jenna. İkinci rahatlama alanı da budur. Muhteşem güzellikteki ilk mektubundan sonra bu mektuplar –turta isimleri gibi- ruh haline göre şekillenir. “Sevgili bebek” ile başlayan mektuplar, bazen “sevgili lanet bebek”e dönüşür. Özellikle sakladığı paralar ortaya çıkınca, kocasına açıklama olarak bebeğe beşik almak için para biriktirdiğini söylemesinden sonraki mektubu inanılmazdır; “Sevgili lanet bebek, eğer beşiğini nasıl aldığımızı öğrenmek istersen anlatacağım. Senin beşiğin benim yeni bir hayata başlayabilmek için biriktirdiğim parayla alındı. Seni beşiğe her yatırışımda şöyle düşüneceğim; lanet bebek, lanet beşik, bu lanet hayata sıkışıp kaldım.”

Ama neyse ki bu hayata sıkışıp kalmaz Jenna, filmin sonunu söylüyorum farkındayım, ama bunu söylemekten gerçekten keyif alıyorum ki Jenna özgürlüğünü kazanır, yepyeni bir hayata başlar. Filmi izlerken Fırat Yücel’in Altyazı Dergisi’nin yeni sayısında yazdığı yazıyı düşündüm. Bir kadın olarak ben bile Jenna’nın iki erkekten birini seçip o hayatı yaşayacağını düşündüm. Evli olmasına rağmen Dr. Pomatter ile birlikte kaçabileceklerini sandım. “Yeşilçam Melodramları” dediğimiz filmlerin düşünce yapımızı nasıl etkilediğinden söz ediyordu yazısında Fırat Yücel*, üstelik sadece erkeklerin değil ne yazık ki bu konuda kadınların da düşünce yapısını etkilemiş ve “iki erkekten biri” seçeneği bir tür ezber haline gelmiş. Oysa Jenna üçüncü seçeneği, özgürlüğü seçiyor. Bebeğini kucağına aldıktan sonra, yanındaki iki erkeği de flu olarak görüyoruz ve hastaneden kocası parayı ödemediği için kovulsa da dimdik çıkıyor Jenna, turtalarından ve kızından oluşan yepyeni bir hayatı seçiyor. Artık gözleri üzgün bakmıyor, ama içlerinde hala hayatın anlamı saklı.

Ben çok ağladım evet, yukarıda söylediğim nedenler yüzünden, ama film çok da eğlenceli zaman zaman. Bir kadının özgürlük yolunun pastalardan geçmesi fikri beylik gelebilir ilk bakışta, ama öyle değil. Çünkü bunlar sıradan turtalar değiller; Jenna’nın kendini ifade şekli, aslında bir anlamda da günlükleri onlar.

Ayrıca bu filmle ilgili güzel bir de haber var. Altyazı'nın desteğiyle film "Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali" kapsamında 9 Mayıs Cuma saat 19.00’da Kızılırmak Sineması’nda gösterilecek. Hem yönetmeni anmak, hem de Juno’dan sonra bozulan hamilelik, özgürlük gibi konulardaki algımızı düzeltmek için filmi izlemeli. (Ankara'da bulunanlar bu gösterimi kaçırmamalı, diğerleriyse mutlaka bir yolunu bulup izlemeli). Ayrıca Keri Russell’ın Jenna rolünde çıkardığı harika performansı görmek için de.. Bir tür sanat eseri sayılabilecek turtaları en sonunda hak ettiği şekilde görmek de güzel.

*Altyazı Dergisi, Mayıs 2008

0 yorum

Be Kind Rewind


Michel Gondry’nin 2008 yapımı filmi.

Sinemanın yarattığı heyecan başka hiçbir şeyin heyecanına benzemez. Hele de bir parçası olunmuşsa ortaya çıkan filmin, gözleri parlar insanın izlerken, yerinde duramaz. Michel Gondry’den film izleme ve çekme deneyimi üzerine yeni şeyler öğrenmiyoruz belki ama bildiklerimizi yeniden çok büyük bir zevkle hatırlıyoruz. Film çekmek için büyük stüdyoların ve çok paraların gerekmediğini bazen sadece heyecanın da yettiğini söylüyor Gondry, Yaşasın sinema..

Michel Gondry yazdığı ve yönettiği filmlerle sinemaya nefes aldıran çok değerli bir yönetmen.. Eternal Sunshine of The Spotless Mind ile tüm zamanların en iyi filmlerinden birisini yapmış olmasına rağmen devamında izlediği yol ve yarattıkları daha da takdir edilesi.. Önce Science of Sleep ve ardından gelen Be Kind Rewind ile Charlie Kaufman olmadan yoluna devam eden Gondry biraz daha eğlenceli hale geldi..

İçinde kaybolduğumuz oyuncak gibi filmler yaratmaya başladı, yolculukları sevenlere daha bir yaklaştı..Her şey her zaman olduğu gibi yine garip ve farklı bu filmde.. Jerry, normal olmayan aklının peşinden gidip herkesi kontrol ettiğini düşündüğü elektrik santralini sabote etmeye çalışıyor, ortaya çıkan kazada bir şekilde manyetikleşiyor ve “be kind rewind” film kiralama dükkanının içindeki tüm kasetlerin silinmesine yol açıyor.. Normal olmayan akıllar sıra dışı bir çözüm buluyorlar ve silinen tüm kasetleri kendileri yeniden çekmeye başlıyorlar.. Böylece siparişe göre eski filmleri yeniden canlandırıp Swede’liyorlar!

Klasiklerin el kamerası ile yeniden canlandırılması fikri yeterince eğlenceliyken bir de Gondry görselliği ve çok sevdiğim Jack Black oyunculuğu ile kusursuz olmuş.. Gondry artık bana sınırsız gibi gelen hayallerinden kopanları yine sete dökmüş ve ortaya her anlamda olumlu bir düzensizlik yayılmış.. Film kendi içinde eğlenirken aynı zamanda sinema’nın önemli amaçlarından birisinin de eğlence olduğunu ve ekranda akan karelere bakmaksızın paralarını sayanların, sanatı sektörleştirenlerin asıl sorun olduğunu da vurgulamış..Yönetmenin yapısı gereği film hızla akarken arada verdiği mesajlar da sert vurgular ya da kesin yargılar içermiyor, şimdiye kadar mesajlarını ana konusunun yanına küçük ekler olarak sunmayı tercih etti hep Michel Gondry, bu tercihi de kendisini farklı kılanlar özelliklerden birisi..

Michel Gondy’i ya seversiniz ya da sevmezsiniz.. Genelde burası nettir ve ortası yoktur, filmden çıkan insanların yüzüne baktığınızda iki farklı ifade karşılar sizi.. Birincisi eğlenmeyi bilen ve Gondry’nin yazarkenki neşesini paylaşan bir ifadeyken, ikincisi “gerçek” dünyasından 2 saatlik bile olsa izin alamayan düz insanın anlam bekleyen ifadesidir.. Ortaya konanın absürt olduğunu düşünür ve absürtlüğe hayatında 2 saat bile olsa yer yoktur.. Bu yüzden filmin beğenilip beğenilmemesi açıkçası nasıl bir insan olduğunuza bağlı olarak değişiyor, benim yüzüm gülümsedi, uzun zamandır eğlenmediğim kadar eğlendim..

3 yorum

Los Lunes al Sol


Bir diğer deyişle Güneşli Pazartesiler... Yönetmen Fernando Leon de Aranoa'nın 2002 tarihli filmi. İspanya'nın Vigo isimli, tersaneleriyle ünlü minicik şehrinde geçiyor filmimiz. Vakti zamanında bu tersanelerden birinde çalışan fakat çalıştıkları tersane küresel sermayeye ve Kore'deki düşük maliyetlere yenik düşünce kapatıldığı için üç yıldır işsiz kalmış 7 tane arkadaşın işsizliğini anlatıyor. Gündüzlerini orada burada, marketlerde, sokaklarda ama özellikle güneşin altında gecelerini ise kendileri gibi eski tersane işçisi Rico'nun La Naval (Tersane) isimli barında geçiren adamlar bunlar. Santa, Lino, Jose, Amador, Sergei ve sonradan nasıl olduğu biraz şaibeli olmakla birlikte bir iş bulabilmiş olan Reina.

En birinci karakterimiz Javier Bardem'e 2002'de San Sebastian Film Festivali En İyi Erkek Oyuncu Ödülünü getiren Santa. Hani uyuz olduğunuz ama sevmeden de duramadığınız adamlar vardır çevrenizde falan. Santa öyle bir şey. Anarşist ruhlu bir sosyalist. Gerçi Santa'nın sosyalizmi bilinçli mi ondan emin değiliz. Ama o kadar güzel anlatıyor ki bir şeyleri... Ağustos böceğine kapıyı açmayan karıncanın puştluğuna biz Santa'dan daha çok kızıyoruz; Reina'ya bir eniştesi olduğu için tiksintiyle bakıyoruz; Angela'nın elinden beleş peynirleri yerken İsviçre'de hem tanıştığımıza memnun olduğumuz hem de birileriyle vedalaştığımız için Spregel demek lazımmış demek ki diyoruz.

Sonra biz Jose'yi de çok seviyoruz. Bir balık işleme tesisinde üç kuruş maaşa çalışıp üzerindeki balık kokusunu takıntı haline getiren karısını "denizkızı" diye sevişiyle gönül telimizin titrediğini hissediyoruz. Amador'u terk eden karısını hiç tanıyamasak da banyodaki havlu askısının boşluğunda içimiz burkuluyor; odadan çıkarken ışıkları söndürmeden edemiyoruz. Lino'nun vapur tuvaletinde yaşadığı Garnier fiyaskosu gözlerimizi doldururken kaybolan kül çanağının ardından biz de kahkahalarla gülüyoruz. Sonuç olarak bu filmi çok seviyoruz, herkes izlesin istiyoruz.

Hissiyatı bir kenara bırakırsak Ken Loach sinemasıyla çok karşılaştırılan bir film Güneşli Pazartesiler. Bunda işçi sınıfının sorunlarını özellikle Avrupa Birliği ve küreselleşme bağlamında anlatmasının etkisi aşikar. Ama bence de Aranoa Loach'ın yapamadığı bir şeyi yapıyor. Bir şeyleri gözümüze gözümüze sokmadan, ve hatta anlatmaktan bile çekinirmiş gibi anlatarak, söylemek istediğini söylüyor. Belki de bunda İrlanda-İspanya farkı ve bizim "Akdeniz insanı" İspanyollara yönelik sevgimizin boyutunun da etkisi vardır.

Bu kadar övdükten sonra filmle ilgili bir de eleştiri gerekirse bence müzikleri pek zayıftı. Kötü demiyorum, gayet duygusaldı müzikler ama ne bileyim biraz silik miydi geri mi kalmıştı neydi? Bana eksik gibi geldi.

Filmle ilgili bir de trivia verelim: 2002 yılı Oscar'larına İspanya'dan En İyi Yabancı Dilde Film kategorisinde yarışması adına Güneşli Pazartesiler'in gitmesine karar vermiş İspanyol jüri; bunu yaparken Pedro Almadovar'ın (ki hastasıyız ailecek) Hable con Ella'sını elemek durumunda kalmışlar. Fakat enteresandır Akademi Güneşli Pazartesiler yerine Konuş Onunla'yı almış yine de yarışmaya. Ah sermaye gözün kör olsun demek mi lazımdır acaba? Bu arada sizin de İspanyolcanız benim gibi 3-5 kelimeden ve film adlarından ibaretse filmin bir yerinde Santa ve Jose konuşurlarken "hable con ella" cümlesini duymak da pek sevimli oluyor.

Not: Çoook uzun zamandır yazmamıştım buraya, özlemişim; bayağıdır yazmaya değer bir film izleyemediğimden olsa gerek...

2 yorum

3. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali


Bu yıl üçüncüsü düzenlenen Uluslararası İşçi Filmleri Festivali, 1–10 Mayıs tarihleri arasında İstanbul, İzmir ve Ankara'da eş zamanlı olarak gerçekleştirilecek. Daha sonra, Adana, Artvin, Bursa ve Eskişehir’i dolaşacak festivalin bu yılki teması; “Emeği Gören Kamera, Sokağa Çıkan Sinema”.

25 ülkeden 50 filmin gösterileceği festivalde Ken Loach'un 1969 tarihli filmi "Kes", Erden Kıral'ın "Bereketli Topraklar Üzerinde", Şerif Gören'in "Yol" filmleri de var.

Filmlerin gösterim yerleri, İstanbul için, Fransız Kültür Merkezi, İtalyan Kültür Merkezi, Yeşilçam Sineması ve İstanbul Halkevi Salonu; Ankara için, TMMOB İMO Konferans Salonları; İzmir içinse Dr. Selahattin Akçicek Kültür Merkezi, Alsancak Kültür Merkezi ve Güzelyazılı Kültür Merkezi.

ayrıntılı bilgi


0 yorum