Dilek ve Şikayet Kutusu


Sezon bir türlü açılmadı, eylül ayı geldi de geçti bile ama hala iyi bir film izleyemedik. Şöyle bir korkuya da kapılmadık değil. Acaba artık sadece yaz aylarında değil her zaman gösterimde ucuz komedileri, iyi filmlerin Hollywood tekrarlarını mı göreceğiz. Bu sinema öldü gibi bir korku değil, gerçek sinemaya ulaşamamaya dair bir korku.Siyad'ın şeçtikleri için bile bir sinema salonu bulunamadı bu yaz. Acaba anaakımın dışında kalan filmler artık sadece festivallere sıkıştırılacak, sinema salonları ticari kaygılarla pek çok filmi izletme imkanı bulamayacaklar mı? Eternal Sunshine of the Spotless Mind’dan sonra Inland Empire’ı da aynı şekilde kendi imkanlarımızla bulup izlemek zorunda kaldık ve belki sinema salonunda izleme şansımız olmayacak. Umarım bu yersiz bir korkudur. Önümüzdeki günlerde hem -çok gecikmeli de olsa- Lynch’in hem de Gus van Sunt, Michael Winterbottom gibi yönetmenlerin son filmleri gösterime girerler. Ancak olur da dağıtımcı bulamazlar tehlikesi yüzünden festivaller büyük bir önem kazanıyor. Sezon bu haldeyken festivallerin önemi gittikçe artıyor.

Bu nedenle filmekimi’ni kaçırmamakta fayda var. Filmekimi 19-25 Ekim tarihleri arasında Beyoğlu Emek Sineması'nda, biletler 6 Ekim’den itibaren satışta. Programda, Control (Anton Corbijn), Joe Strummer: The Future is Unwritten (Julien Templ), Deux Jours a Paris (Julie Delpy), Soom (Kim Ki-duk), 4 Luni, 3 Saptamini si 2 Zile (Cristian Mungiu), Izgnanie (Andrei Zvyagintsev) gibi belki izleme şansı bulamayacağımız filmler yer alıyor, ayrıca galalar bölümünde Gus van Sant ve David Cronenberg’in son filmleri var, olur ya izleyemezsek gösterimde Damadı Öpebilirsin düşebilir payımıza..

Bu bir Inland Empire yazısı olsun isterdim, ancak sadece bir kez izlediğim için yazmaya cesaret edemedim. Bu da böyle korku ve dileklerle karışık bir festival yazısı oldu.

2 yorum

Gece, Melek ve Bizim Çocuklar..


Uzun zamandır plansekansın şu şahane ortamını sadece okur gözüyle takip ediyordum ama az evvel izlediğim türk sinemasının kültleşmiş eserlerinden Gece, Melek ve Bizim Çocuklar beni yeniden tetikledi.

Her şey söylenebilir elbette bu film için. "Bir Atıf Yılmaz filmi", "Bir Deniz Türkali, Derya Arbaş, Uzay Heparı büyüsü" denebilir ama kalıpların dışına çıkacak bir gerçeklikte işlenmiş bir öykü için kalıplara bağlı kalmanın anlamsız kalacağında karar kıldım. Neresinden, hangi sahnesinden, hangi oyuncusundan başlayayım bilemiyorum tam olarak onun için doğaçlama bir şekilde aktarmak isterim hala izlememiş olanlara, naçizane.

Beyoğlu'nda Garibanın Otopsisi Yapılmaz, demiş Oktay Güzeloğlu: Ne kadar da haklı. Bir insanın katili olacak kadar o insanı sevmek.. işte Melek karakteriyle Deniz Türkali'nin bize anlatmaya çalıştığı. Ama sonrasında o insanın elleriyle ölmek, işte Deniz Türkali'nin hıçkırık tutmuş bir virgül gibi yarım yamalak bıraktığı. Osman ( Cengiz Sezici )'ın elleriyle hayata elveda diyen Melek'i; şan, şöhret ve şaşaalı yaşam uğruna tüm sevdiklerini, daha doğrusu sevmek zorunda hissettiklerini terk eden Serap ( Derya Arbaş )'ı; bir erkekle yatacak kadar bir kadına bağlı olan ve bu oksimoron ile izleyiciyi şoka sokan Hakan ( Uzay Heparı )'ı; Çanakkale'den kopup kadınlığını Beyoğlu'nda yaşamaya karar veren transvesti Arif'i-Fulya'sı ( Deniz Atamtürk) ile drama olamayacak, duygusal sayılamayacak kadar gerçek bir film Gece, Melek ve Bizim Çocuklar.

Sevdiğinin eliyle öldürülürken bile gülümsüyor Melek..
Polislerce kazınmış saçlarına bakıp gülümsüyor ibne Arif..
Gülümsüyor geleceksizliğine Serap..

Filmin yönetmeni ve başrol oyuncuları artık aramızda değiller. Ressam dedesi Avni Arbaş ile aynı haftada hayata veda eden Derya Arbaş'ın aklımda kalan o ürkek masumiyeti, Uzay Heparı'nın çay içerek onu gözlediği kahvehane iskemlesinin boşluğunu doldurmaya yeter mi bilmiyorum.. Yoksa tecavüze uğrayan esas kadınların, hakkı yenenlerin, hayatın arkaplanında sessizce bekleyenlerin, yaşamları porno film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer mi bazı kalantorların? Orospulara orospu denen bir ülkede, orospuların yol kenarından alınarak doğumgünü partilerinde rezil edildiği bazı filmlerin çekilmesi ne kadar doğal ise; böyle yaşamlar için de üzülmek bana o kadar doğal geliyor..

Gökhan Kırdar söylüyor;
Gece üşür meleklerine seslenir
Sarmaş dolaş arka sokak çocukları..

Eyvallah..

0 yorum

Stranger Than Fiction


2006 yapımı Marc Forster filmi.

Karen Eiffel (Emma Thompson) son kitabında belirli bir noktaya kadar gelip büyük bir yazar tıkanmasıyla karşılaşan başarılı bir yazardır. Hikayenin ana kahramanı Harold Crick (Will Ferrell) dümdüz yaşamında bir sona yaklaşmaktadır ama Karen bu sonun nasıl olacağına bir türlü karar verememektedir. Bu sırada Harold Crick, Karen^in bu kararsız anlarındaki anlatımını yakalar ve hayatının aslında henüz yazılmakta ve yakında sonlanacak bir hikaye olduğunu anlar. İçine düştüğü bu durumu anlamak için öncelikle psikologları daha sonra da kafasındakinin bir anlatıcı olduğunu anladığı andan itibaren Edebiyatçıları dener. Ona yardımcı olan Jules Hilbert^ın (Dustin Hoffman) yanında anlatıcısını görür ve ona ulaşmaya çalışır. Anlatıcısı Karen Eiffel şimdiye kadar yazdığı tüm kitaplarda ana karakterini öldürmüştür ve bunda da durum pek farklı olmayacaktır, basılan her yeni daktilo tuşu Harold Crick^i ölüme yolculamaktadır.. Harold, hayatının belki de bu yazar tıkanması (Writer Block) anlarında yoluna girdiğini, daktilodan taşıp gerçek bir hayat olmaya başladığını görmüş ve ölmek için en kötü zamanın da bu an olduğunu anlamıştır, Karen^i bulmaktan başka çaresi yoktur..

Oldukça ilginç konusu ve kitap gibi ilerleyen kurgusuyla film benden bir artı not alıyor, ayrıca farklı ve başarılı diyebileceğim kamerası ve özellikle Emma Thompson başta olmak üzere oyunculukları da son derece iyi.

Filmin beni yakaladığı yer "Hangimiz hayatımızın bir hikaye olduğunu düşünmemişizdir ki?" sorusuna verebileceğimiz tek cevap.. Bu yüzden bu film herkese yakın gelebilecek bir senaryoya sahip ve ayrıca basit bir aşk hikayesiyle ucuzlatılmış güzel fikirlerden değil, tamamen özel ve ilginç bir deneme..

5 yorum

The Return (Vozvrashcheniye )




Bu film de neymiş böyle diyerek kiraladığım fakat izlememin üstünden yaklaşık iki yıl geçmesine rağmen hala hakkında oturup düşündüğüm bir film The Return.Babaları kendilerini uzun zaman önce terk etmiş iki kardeşin dünyası...Ne olduğunu anlayamadan babayla çıkılan bir yolculuk ve sonrasında gelişen olaylar..




Babanın dönüşünü kabul etmek mi etmemek mi acaba önemli olan? Ne olursa olsun diyip çıkılan yolculuğun keyfine varmak mı?Küçük kardeş için herşey oldukça iyi; baba dönmüş, beraber vakit geçirmekteler ve herşey araba penceresinden çıkarılmış çöp poşetinin ruzgarda dalgalanması kadar hoş..Ama büyük kardeş için herşey daha zor; ne de olsa terketmiş bir baba figürü var ortada, üstelik dediğim dedik, otoriter bir baba. Ama sonra kardeşler rolleri değiştirmekte; bu sefer kızgın olan ve kabullenemeyen küçük çocuk ve babsıyla geçirdiği vaktin keyfini çıkaran küçük kardeş.



Çıkılan gizemli yolculuk, gidilen garip bir ada, sonrasında gelişen olaylar ki anlatmaya dilim varmıyor açıkçası; buradan okumakla anlaşılmayacak şeyler onlar. Film o kadar düzgün ki, o kadar gerçekçi ki sanki ben çıkmışım babamla yolculuğa, ben yaşamışım sanki şimdi bile hatırladığımda tüylerimi diken diken eden o ani şok sahnesini, babanın bakışını ; kanım donmakta. Herhangi bir Hollywood sahnesi olsa izlediğimiz, ardından bizi ünlü bir bestecini eseri güzel bir dram müziği sarmalar; ama hangimizin gerçek hayatta böylesine bir olayla karşılaştığında kafamızda müzik çalmaya başlar ki? Bu filmin özelliği de bu bence, herhangi başka bir filme benzemeyişi ve bizi etkilemesinin nedeni de bu....


Herhangi yanlış birşey dediysem affola; çünkü bu filmi anlatmak çok zor ama kendisini herkesle paylaşma güdüsü beni bu yazıyı yazmaya itti. Bir kere izleyin bu filmi, daha sonra ne demek istediğimi anlayacaksınız, bakmadım ama belki de imdb'nin en iyi filimler listesinde yoktur; belki de o listede olanların bir kısmı ünlü oyuncularıyla, güzel müzikleriyle ya da efektleriyle ön plana çıkmıştır ama The Return kesinlikle öyle bir film değil....


p.s.: Yönetmen Andrei Zvyagintsev'in yeni filmi The Banishment ( sürgün) bu sene Filmekimi'nde gösterilecek, gitmemezlik etmeyin...

1 yorum

Şantör (Quand j'étais chanteur )







si nuestro amor es invencible
y ante los hombres imposible
no tengo otra solución
morir de amor....

hepimiz şu piyanist şantörleri biliriz; hani düğünlerde çıkarlar, birkaç şarkı söyleyip insanları - özellikle orta yaşlı olarak lanse edilebilecek insanlar- dans ettirirler, mutlu ederler belki. İşte şantör filmi de biraz bu hikayeyi anlatmakta Gerard Depardieu ve Cecile de France ile. Çaylarda, orta yaşlı insanların birileriyle tanışmak için geldikleri gece kulüplerinde şarkı söyleyen Alain ( Gerard Depardieu), aslında kendine şarkı söylemekte film boyunca; sahneden insanların birbirleriyle tanıştıklarını, birbirlerinden ayrıldıklarını görmekte şarkı söylerken de . Biz de film boyunca ,en azından şarkıları bilmeyenler ya da fransızca konuşamayanlar olarak, şarkıları söylemesek de, izleyici olarak Alain'in Marion (Cecile de France) ile tanışmasını, birbirlerinden ayrılışlarını Alain edasıyla izliyoruz, uzaktan, karışmadan.


Gerard Depardieu'nun Cecile de France yanında ne kadar şişman ya da yaşlı olduğunu kafamıza takmadan ilerliyoruz, ne de olsa bir şantör kendisi, fazlasıyla eski moda belki.Filmin başında Alain'in yaşadığı hayalkırıklığı biraz acıtsa da canımızı, bir nevi kozların paylaşıldığı ev gezdirme sahnelerinde birbirleriyle çok da alakalı olmayan iki insanın birbirlerine nasıl yaklaştıklarını, içlerini nasıl döktüklerini, peşinden koşulanın da aslında peşinden koşmaya çalıştığı ama başaramadığını -bu kendi çocuğu da olsa, bir anne için en kötü olan herhalde, kendi çocuğu tarafından kabullenilmemek.- biz de sahneden izliyoruz sanki, birazdan şampanyalar içilecek, ah, kadın adamın şampanya teklifini kabul etmedi gibilerinden...


Ve filmin en sevdiğim kısmı; Alain ve Marion'un birbirlerine gerçek anlamda yakınlaştıkları belki de tek sahne; havadaki tango kokusu, çalan Morir de Amor, insanın içine işleyen sesleriyle Compay Segundo ve Charles Aznavour... Burda tamam, bu sefer olacak derken yine terkedip giden bir kadın, biraz korkak ya da ...


Filmde alışılmışın aksine Alain ve Marion, bir giydiklerini tekrar tekrar giymekteler ki bence bu filme gerçekçilik katmış; hangimiz bir sefer kullandığımız giysileri bir daha giymemezlik ediyoruz ki? Bunu biraz farkettikten sonra da sahneden inip şarkımızı söylerken, onların yanıbaşlarında yürümeye devam ediyoruz işte, sonu tabii ki her Fransız filmi gibi tam bi "the end" tadı vermese de keyifle izlenebilenlerden...

1 yorum

Grbavica


Saraybosnali yonetmen Jasmila Zbanic kendisine buyuk prestij getiren filmine dair bir Turk gazeteciye ‘Grbavica bende yasiyordu’ yorumunu getirmis. Kendisi henuz 17 yasindayken bu yerlesim biriminin magdur kaldigi acilara tanik olmus. Bir gun bunlari anlatma derdine dusmesi kacinilmazdi muhakkak. Ama izledigi yolda olayin carpiciligi kadar, sanatini da konusturdugu icin kendisinde ayri bir saygi uyandiriyor.

Simdiyi anlatsa da bir savas sonrasi drami Grbavica. Dinleyenin bir daha dinlemek istemeyecegi bir agit ve bunun ruhunu bize sinirlarda yasatan atmosferiyle acilan film, 90’li yillarda hemen yani basimizda, Balkanlar’da olup bitenlere dair icli bir soyleme donusuyor nihayetinde. Savas portreleri icin kullanilan ‘guleryuzlu cocuklardan, karanlik gelecege’ tabiri, bu film icin tema degil belki, ama gunumuz Bosna-Hersek halkinin korku temeli oldugunu hissettiriyor seyirciye. Film bu tabirdeki donguye gore ilerliyor. Grbavica’da gecim sikintisi ceken, yalniz, Bosnak bir anne olan Esma’nin ilk ergenlik doneminde olan kizi Sara’yla iliskisi ve ayni travmayi paylastigi ‘yalniz anneler-kadinlar’in hikayeleri ‘karanlik gelecek’i betimliyor bizlere. Sara’nin ortamla olan savasi ve canliligi ise bu karanliktan tekrar ‘guleryuzlu cocuklar’a donusun olacagini mujdeliyor usulca. Bir sehit kizi olarak gururlanan Sara’nin annesinin gecmisini sorgulamasiyla ortaya cikan dramda, Esma’nin yuregine agirlik olan gercekleri ogreniyoruz. Ve film bize Esma’nin bu deyimin her iki tarafi oldugunu, guleryuzlu bir tip ogrencisiyken bu karanlik aciya hapsoldugunu gosteriyor.

Esma’ya hayat veren Sirp oyuncu Mirjana Karanovic rolunde o kadar samimi ki, Bosna’da yasanan vahseti film boyunca unutup filmin sonuna surpriz son misali sasirabiliyorsunuz. Film boyunca Esma’ya urkunc ve tiksintici gelen her sey bi anda buyuk bir anlama biniyor. Sizin yureginize oturuyor bu sefer o agirlik..

Gectigimiz yil Berlin’den Altin Ayi dahil 3 odulle donen “Grbavica-Esma’nin Sirri-Land of My Dreams” odul toreninde Zbanic’in savas suclularinin tutuklanip teslim edilmesi yonundeki cagrisiyla sonlanmisti. Zbanic ortaya koydugu eserle bu konuya hakim olan sagduyuyu arttirarak misyonunu yerine getiriyor. Bizi ‘huzur bulunmaya calisilan gelecege’ duyarsiz kalmamaya davet ederek..

2 yorum

Je m'appelle Elisabeth


Yirmi altıncı uluslararası İstanbul film festivalinde gösterime giren bir Fransız filmi je m'appelle Elisabeth. Koskocaman bir dünyada, herşey ne kadar da düzgünken değişen dengeler nedeniyle yalnız başına, mutsuz, kırgın Elisabeth...Kimse ona kendi ismiyle de hitap etmiyor ki, Betty diye çağırılmakta. Küçük diye herşey de anlatılmamış hem, büyükannesi dedesinin ölümünden sonra bileklerini keserek intihar etmiş, annesi evi terketmiş, en iyi arkadaşı olan ablası da annesi gibi bir bakıma;büyük olduğu için daha farklı bir yaşam, başka arkadaşlar istemiş, birkaç gün de olsa yok. Bir de Fındık var, köpeği, aslında O'nun köpeği bile değil, eğer babası izin verirse hayvan barınağından kurtulacak, bir de ölümden. Heşey o kadar ters ki, Elisabeth de bir o kadar küçük. Sonra birden birşey oluyor, Yvon'u buluyor Betty; Babasının müdürü olduğu akıl hastahanesinden kaçan hasta...10 yaşındaki bir kızın arkadaşı, bir anlamda kaçış kapısı oluyor Yvon, değer verilecek bir hediye belki de hayatın verdiği Betty'e. Ama bu da yetmiyor, ve bir gün Betty hem Yvon'un, hem de büyükannesinin yaptığı şeyi yapıyor; çünkü hayat çok ağır, ve bu küçük kız hayatın yükünü kaldıramıyor.


Bazen işte tamam bitti dediğimizde nereden geldiğini bilmediğimiz bir şekilde yeniden tutunuruz ya birşeylere, Yvon da onun gibi birşey oluyor Betty için, Yvon bunu fark etmese de . Öyle ki, artık çok korkulan kendiliğinden karanlık bir eve ya da üst kattaki odaya açılan esrarengiz kapılar ya da perili ev bile tanıdık bir yüz oluyor; başka kaçış kapıları. Siz dostluk mu dersiniz, ya da başka birşey mi bilmiyorum ama hayata göğüs germeye çalışan küçücük bir kızın imdadına bu bilinmeyen sıfatı yüklenmiş Yvon giriyor işte, iyi ki...


Şunun gibi birşey aslında bu film: Dışarının karanlık ve korkunç olduğu ama sizin altına sığınabildiğiniz iskambil kağıdından yapılma evinizin birden yıkıldığı sırada, bir bakmışsınız biri kartları tekrar yerine koymaya başlamış.Son kartı yerine koyduğunda, üstelik yıkılma tehlikesine rağmen, yine güvende oluyorsunuz; üstelik sizin adınız artık Betty değil, Elisabeth; çünkü artık hiçbir şey eskisi gibi değil...

2 yorum

Noi Albinoi


Dagur Kari'yi bilmezdim bir zamanlar ama birgün bir filme denk geldim;tutunamayanlar... Tekrar tekrar izlediğimde bile beni ağlatan ender filmlerden oldu kendisi, hani şu kurcalamadığın sürece etkisi geçecek olanlardan belki ama insan hastalıklı bir şekilde "bir kere daha..." diye düşünür ya, "bir kere daha batayım." düşüncesiyle izlenenlerden, her seferinde başka bir tat yakalamayı başarabildiklerimizden...


Ama sonra, insanların buzdan hayallere de sahip olduklarını keşfettim; o kuru soğukta adidas ayakkabı giydiklerini, ince bir gömlekle dışarı çıktıklarını, bembeyaz görüntülere alışmış gözlerimizin birdenbire devriliveren içi kan dolu bir kazanı görünce şaşkınlıkla açılıverdiğini, herşeyin inadına durağan ve sakin olduğu bir yerde bile birşeyler yapmak isteyen insanların olduğunu, ellerinden hiç birşey gelmese de, okuldan da atılsalar belki yine de avukat olup Hawaii'de yaşamak isteyebileceklerini farkettim....


Herşey o kadar kırılgan ki hem, kim ne kadar sert, acımasız gözükürse gözüksün, üstüne biraz sıcak su döktün mü çözülüverir buzu, soğukluğu(belki kırılganlığı da artar ama bunu ilk başta fark etmeyiz)...Bunun ihtimali bile ümitlendirir insanı, bu ihtimal bile allahın cezası gibi gözüken bir yerden kaçabilmenin olasılığını körükler; elinden silahın alınmış olsun, artık bir hiç ol; eğer beren varsa, yanında götürebileceğin bir sevdicek belki de, daha doğrusu onun belki de seninle şu küçük, soğuk kasabayı terkedebileceği ihtimali, işte bu varolan kırılganlık sayesinde yaşadığını hissedersin....Ama dedim ya herşey bir ihtimaller zinciri, herşey kırılgan; birdenbire sen kendi karanlığında gömülmişken herşey bitiverir, bütün ihtimaller söner çünkü sen buzdan hayaller kurmuşsundur, çünkü güvendiğin herşey aslında incecik bir buzun üstünde yürüyen kocaman bi yaratıktır ; birden buz kırılır, sen de bu kırık buz tabakasının üstünde yaşamaya devam eder, belki de tekrar kırılgan hayaller kurmaya devam edersin; bizim ağzımıza da yine bilindik bir tuz tadı gelir....

3 yorum

Sevmek Zamanı

“Sevmek Zamanı Erksan’ın o zamanlar sevdiği anlaşılan Antonionivari bir modernizmle Tanpınarvari bir 'huzur' duygusunun tuhaf, güzel ve belki de günü için fazla erken bir karışımıdır.”*

Sevmek Zamanı Metin Erksan’ın kült haline gelen 1965 yapımı filmi. Zamanında gösterilecek salon bulunamamış, daha sonra televizyonda gösterilerek insanlara ulaşmış, izleyemeyenler bir yolunu bulup izlemiş ve film efsane haline gelmiş. Şimdi ise dvd olarak piyasada.

Boyacı Halil (Müşfik Kenter), bir köşkte gördüğü kadın resmine aşık olur. Sürekli gidip resmi izler. Resmin aslı Meral (Sema Özcan) gelip de Halil’in aşkına karşılık vermek istediğinde Halil onu reddeder, ona kendisine değil de suretine aşık olduğunu anlatmaya çalışır. Kürk Mantolu Madonna’nın Raif’ine benzer biraz, yanına kadar gelen Maria Puder’in kendisini görmez, resmine bakmaktan. Başka bir aşk hikayesidir bu. O zamanlar bizim sinemamızda kimsenin görmeye alışık olmadığı.

Filmin garip ve dingin bir atmosferi var, gerçekten çok güzel planları da.. Göldeki sahneler ve farklı müzik kullanımıyla bambaşka bir atmosfer yaratmış yönetmen.. Müşfik Kenter’in de gösterişsiz ve iyi bir oyunculuğu var. İnsan düşünmeden edemiyor, zamanında Türk sineması için devrim sayılabilecek bir hikayeye ve görselliğe sahip bu film gösterim şansı bulup daha çok insana ulaşabilseydi farklı bir sinemanın da önünü açabilir miydi diye, ancak yönetmenin ağzından döneminde nasıl karşılandığına bakarsak; “O zaman filme şöyle bakılıyordu Türk sinemasının içinde: Yarı deli bir kız, ormanda elinde plastiğe sarılı çerçeveli bir fotoğrafla bir adam geziniyor.. O dönemin prodüktörleri, sinemacılar da böyle bakıyorlardı.” pek şansı yokmuş o zaman filmin.

Ayrıca her bir karesi fotoğraf estetiğinde olan bu filmin keşke burada kullanabileceğim daha güzel bir fotoğrafını bulabilseydim.

* Fatih Özgüven; Radikal İki, 2 Eylül 2007 Pazar

0 yorum