13 tzameti
Muhsin Bey
Musikişinas Muhsin Kanadıkırık, İstanbul'un taşı toprağı altın diye Urfa'dan kopup gelen genç yetenek Ali Nazik'i himayesine alıp ona kaset yapmaya uğraşırken binbir türlü dertle uğraşır: parasızlık, başka plak yapımcıları, arabesk tehlikesi, girdikleri yarışmadaki şike olayı. Bu arada başı bir yandan da üst komşusu pavyon gülü Sermin Hürmeriç ile derttedir, sırılsıklam aşk tam Muhsin Bey'e göredir. Bu dertler arasında Ali Nazik'in kasedi için para toplama derdine insanları dolandırıp hapse bile girer Muhsin Bey.
Mükemmel senaryonun, inanılmaz oyunculukların yanı sıra döneminin resmidir aslında film. Arabeskin istilasına uğrayan müzik endüstrisinde kirlenmeden kalmaya çalışmak, liberalizmin ülkede ağırlığını gün geçtikçe hissettirmesiyle gittikçe artan ithal mallar ("Şu garip teybini ver bakayım. Neydi adı?" "Volkmen"), Beyoğlu'nda yıkılan evler ve ülkeyi terk etmek zorunda kalan gayrımüslim azınlıklar, gazino patronları...
Özellikle Muhsin Bey gibilerin her türlü direnişe rağmen her alandaki varlığını gittikçe hissettiren arabeskleşme konusunda söylenecekler çok fazla. Hele ki bugünle karşılaştırdığımızda 60 sonrasında marjinal kültür olarak ortaya çıkan 80'lerde "Semra bir kaset koy da havamızı bulalım" siyasetleriyle gittikçe güçlenen en sonunda da bugün baskın kültür haline gelen arabesk. Filmin en neşeli sahnelerinden Ali Nazik'in "Evlerinin Önü Boyalı Direk" performansı geliyor aklıma örneğin. Bilenler çoktur ya bilmeyenler için belirtelim. O türkü o dönem İbrahim Tatlıses'in ağzından sıklıkla duyulmuş ve çok meşhur olmuş bir çalışmadır. zaten bütün film boyunca Ali Nazik "İbrahim gibi" olmak isterken son sahnelerde göbeğine kadar açık gömleği, kalın altın zinciri ve yüzükleri, kadınlara karşı tavırları ile amacına ulaşmış gibidir.
Üzerine söylenecek çok şeyi olan bir film Muhsin Bey ama spoiler hassasiyetinden olsa gerek söyleneceklerin bir kısmını söylenmeden bırakmak gerekiyor. Herkese "izleyin" demek geçer SE7IN'in içinden. Ne de olsa en sevdiği yönetmenin en sevdiği oyuncularla çektiği en güzel filmlerden biridir. Sonraki yıllarda gelecek olan Eşkıya'nın, Gönül Yarası'nın habercisidir. Türk sinemasının yüz aklarındandır, adını duymak bile insanı mutlu edendir.
Grindhouse:Death Proof
Tarantino; sinemasının samimiyetine her zaman gönülden inandığım bir yönetmen. Son zamanlar da popülaritesi artsa da biraz fazla piyasa adamı gibi görünsede o aslında gençliğinde idealini kurduğu sinemayı yapıyor. Sinema tarihinin önde gelen usta yönetmenlerin filmografilerine şöyle bir göz attığımız da mutlaka çekmekten pişmanlık duyacağı bir kaç gönülsüz film görürüz. Ama Tarantino'nun şu ana kadar çektiği filmlere bakarsak; Hepsinin kendi inandığı hikayeler ve sahiplendiği filmler olduğunu göreceğiz. Ayrıca filmler ve kendi filmleri hakkında konuşmayı da çok seven biri. Kısaca demeye çalıştığım bana göre Tarantino'nun şu ana kadar inişe geçmeyen bir sinema kariyeri var. Her işte olduğu gibi sinemada da istikrar çok zor iştir. Çektikleri ilk film olan Blood Simple 'dan bu yana her filmiyle başyapıt seviyelerinde dolaşan "Coen Brothers" lar bile The Man Who Wasn't There 'den beri sağlam bir iş çıkaramadılar. Belkide yaracılık sorunu yaşıyorlar. Intolerable Cruelty ve The Ladykillers gibi filmler çekerek bir nevi kendilerini rahatlatmaya çalıştılar. İkisi de fena filmler değildi. Ama kuşkusuz geçmişte yaptıkları büyük işlere de ufaktan gölge düşürdüler. Tarantino 'nun en çok takdir ettiğim yönü bu belirttiğim durum aslında. Elbette oda belli dönemlerde yaratıcılık krizine girmiştir. Bu gayet doğal bir durum. Bu her yazar ve sinemacı için olabilecek bir durum. Ama o bu durumu, inanmadığı projelerle uğraşarak aşmak yerine hiç film çekmeden; bekleyerek geçirmeyi tercih etti. Böyle olunca da aralarında uzun zamanlar olsa da çekilen her Tarantino filmine Tarantino filmi olmuş diyebildik. Bu adamın sineması biraz kişisel zevk sineması aslında. O her çektiği filmde geçmişte hayran olduğu filmlere ve kültürlere birer saygı duruşunda bulunuyor. Söylediği şu söz onun sinemasını özetliyor aslında. "eğer birgün film izlemekten bıkarsam o zaman film çekmem için bir sebep kalmaz."
Neyse bu uzun sayılacak girizgahtan sonra filmi değerlendirmeye başlasam iyi olacak. Herhangi bir Tarantino filmini değerlendirirken onun sinemasına ufaktan değinmeden olmuyor. Death Proof, yönetmenin Robert Rodriguez ile gerçekleştirdiği 2 film ve 3 traireldan oluşan Grindhouse projesinin bir halkası. Death Proof, Cannes'da tek film olarak yarışmaya katıldı. Ülkemizde de yine aynı şekilde vizyona girdi. Bu haliyle film 127 dakika olarak vizyonda. Bu bir yandan iyi bir şey olsa da Grindhouse keyfini yaşamak da ayrıca hoş bir şey olabilirdi. Umarız DVD'si çıkar.
Film de Kurt Russel'ın canlandırdığı dublör Mike'ın gözüne kestirdiği kızlara yaptığı manyaklıklar anlatıyor. Death Proof (ölüm geçirmez) adını verdiği özel modifiyeli aracıyla bir Azrail edasıyla ortalıkta dolaşıyor. İki bölümden oluşan film de ilk bölümde dublör Mike'ı daha ağırlıkta görüyoruz. Gözüne kestirdiği kızlarla barda muhabbet kurmayı başarır üstelik birine kucak dansı da yaptırır. Sonra kaçınılmaz son gelir. Kızların kendi araların da konuştuğu sahnelerde filmde oldukça fazla. Rezervuar Köpekleri'nin kadınlaştırılmış hali bir nevi. Ayrıca ilk bölüm görüntü itibariyle 70'lerin atmosferini oldukça iyi yansıtıyor. Bir anlamda çizgi romansı bir havası da var. Sahneler arası kasten yapılmış ani kesmelerlede B film ruhuna sadık kalınmış. Durgun ve ağır geçen uzun konuşmaların ardından oldukça şok bir biçimde sonlanıyor ilk bölüm. İkinci bölüm ilk bölüme nazaran biraz farklı. Görüntü açısından ilk bölümün aksine günümüzde geçiyor havası uyandırıyor film. Birazcık daha gerçeğe yakın bir havası var. İlk bölümdeki çizgi romansı hava yok yani. Ayrıca yine ikinci bölümde dublör Mike'ı daha geri planda görüyoruz. İkinci bölümün daha haraketli olduğunu itiraf etmeliyim. Sonlara doğru dakikalarca süren araba sahneleri baya bir eğlendiriyor. Bitişi de ilk bölüm kadar harika oluyor tabi. Tarantino'nun oldukça feminem bir tavır takındığı bir film olmuş. Kızlarında geyik muhabbetinde erkelerden geri kalmadığını bize gösteriyor aslında.
Death Proof, genel olarak bakıldığında yönetmenin diğer filmlerinin aksine daha az ciddiye alıncak bir film. Ama yine yönetmenin en tarantinesk filmi diyebiliriz. Bana kalırsa onun çekmekten en çok hoşlandığı filmi de olmuştur. Fatih Özgüven'de olayı özetlemiş biraz. "Ömrünün sonuna kadar arabalarla, filmlerle, şarkılarla, film içi şakalarla, filmde ismen ya da cismen görünmekle eğleneceği anlaşılan yönetmenin eğlenceli ama biraz 'mükerrer' son filmi..." Şahsım adına da bu filmi henüz izlemeyenlere şöyle bir vaatte bulunacağım. En kötü ihtimal her Tarantino filminde olduğu gibi "bu adam bunca saçmalığı nasıl bu şekilde bir araya getiriyor" dercesine büyük bir şaşkınlıkla salondan çıkıcaksınız.
Pam: Are you sure it's safe?
Stuntman Mike: It's not safe, it's death proof.
Week End
Eşkıya
Türk Sinema tarihinin en iyilerinden biri olarak kabul gören, 1996 yapımı Yavuz Turgul filmi..
Benny & Joon
Jeremiah S. Chechik’in yönettiği 1993 yapımı romantik komedi. Johnny Depp ve Mary Stuart Masterson farklı iki karakteri canlandırıyorlar filmde. Sam (Johnny Depp) Charlie Chaplin gibi giyinip sürekli onun taklidini yapan bir adam olduğu için farklı, Joon (Mary Stuart Masterson) akıl hastası olduğu ve sadece resim yapıp kitap okuduğu için çevresindeki herkesten farklı. Bu iki kişinin birbirini bulması ve aşık olması kaçınılmaz oluyor böyle bir durumda.
Kısaca konusu şöyle; araba tamircisi Benny ve akıl hastası kız kardeşi Joon birlikte yaşamaktadırlar. Joon evdeki hizmetçileri sürekli kaçırdığı için Benny zor günler geçirmektedir. Bir gün Joon pokerde tuhaf bir iddiaya girip kaybeder ve Sam’i yanlarına almak zorunda kalırlar. O andan itibaren hayatları daha renkli ve eğlenceli olur.
Johnny Depp çok genç bu filmde, hatta oyunculuğunda biraz toyluk bile göze çarpıyor, ancak o kadar başarılı bir Chaplin olmuş ki şaşırmamak mümkün değil, ütüyle tost, raketle patates püresi yapıyor, parkta inanılmaz bir gösteri sergiliyor. Filmin en eğlenceli anlarını onun oyunculuğu oluşturuyor. "What's Eating Gilbert Grape"deki hallerini hatırlattı bana hep film boyunca o filmde çok daha hüzünlü bir karakteri canlandırıyordu Depp. Ancak iki filmin de aynı yıl yapılmış olması, orda Juliette Lewis ile oluşturdukları başarılı ikilinin benzerinin bu filmde de olması, iki filmin birbirini hatırlatmasına neden oluyor ve tabi ki çok sevdiğim bir film olması nedeniyle de...
Sessiz film dönemine küçük küçük göndermeleri olan eğlenceli ve farklı bir romantik komedi bu. Özellikle Johnny Depp düşkünü olan ve ne yaparsa yapsın izlerim diyen benim gibiler için mutlaka izlenmesi gereken bir film.
Filmden;
Parkta sergilediği başarılı Chaplin gösterisinden sonra Joon, Sam’e soruyor;
- Bunun için okula gittin mi?
- Hayır bu yüzden okuldan atıldım.
Crank
High Fidelity
- Evet
- Kronolojik mi?
- Hayır
- Alfabetik de değil, nedir?
- Otobiyografik..
Küçük Kıyamet
- Korkuyor musun abi, korkma. Yer var gök var, arada da biz varız..
Beynelmilel
1982 yılının yaz aylarının bir kaç gününde, sıkıyönetimin en sıkı olduğu bir sırada, Adıyaman'ın Eryaman ilçesinde geçiyor hikayemiz. Askerler gevende diye bilinen yerel müzisyenlerden bir orkestra kurmaya kalkarlar ki bayram seyran cenaze karşılama vb günlerde marş çalacak birileri olsun. Üzerlerinde "temsili düşman üniforması", ellerinde tambur klarnet, bahar karşılama marşı niyetine Komünist Enternasyonelin marşını çalışır dururlar da kimse de bilmez ne çaldıklarını. Çocuklar, kuşlar; zaten ha kuş ha çocuktur onlar için. Ta ki konseyin (Milli Güvenlik Konseyi) beş paşası ("Beşiniz de paşasınız, zorluklara koşarsınız.") kente gelip de onların karşılama töreninde bu marş çalınana kadar. Sonrası malum: tutuklamalar, dayaklar, idamlar, gözyaşları ve kaçınılmaz SON.
Kısaca böyle özetlenebilir bu eksisi bol film. Pekiyi nedir bu eksiler? Yukarıda filmin yapım şirketini bilhassa belirttim. Çünkü film çok üzgünüm Vizontele Tuuba'nın neredeyse aynısı gibiydi. Konuşmalar aynı, oyuncular aynı, pavyon açılıyor, illa bir tane devrimci genç var büyük şehirde okuyan hani aileleri kaymakam olacak diye bilir bunları halbuki "Ekonominin Temelleri"nin iç kapağı aslında Friedrich Engels'dir. Karşılıklı söylenmemiş aşklar var, aile dramları var. Bir de fonda ihtilal dönemi var.
Filmin bana göre ikinci eksisi, ki seveni çok olabilir ama bir kez daha üzgünüm, son dönemde nereye baksak karşımıza çıkan Axess kızı pembe yanaklı, çatlak sesli insan Özgü Namal. Sevmedim, sevemiyorum, hatta "en sevmeyen insan bile Beynelmilel'i izledikten sonra sever" dediler, izledim gene de sevemiyorum. Her ne kadar filmin sonundaki "baba" feryadı içimi de acıtsa, ne oyunculuğunu ne de kendini beğeniyorum. Bu kadar alternatifsiz midir bu kadın bilmiyorum ama nereye baksam sarı çizgili kıyafetlerle görüyorum ben onu. Hatta o kadar ki filmde sevindirik olduğu sahnede bir yürüyüşü vardı zıpzıp, tam Axess kızı.
Gelelim filmin artılarına: Abuzer Yayladalı rolünde devleşen Cezmi Baskın, Meral Okay nam-ı diğer Arzum Çilem, gevendelerin müziği, alaturka Enternasyonel ki zaten kendisi beynelmilel bir şarkı, ölçülü oyunculuklar, dozunda bir duygusallık, Dilber Ay ve Kahtalı Mıçı gibi isimlerden dinlediğimiz Adıyaman türküleri ve en önemlisi üzerine düşünülmüş espriler. Kabir başında saksafonlar zillerle Allahümme salli ala çalan bir grup adam, üzerlerinde Birinci Dünya Savaşı yıllarında Fransız ordusunun giydiği üniformaların benzerleri; ben zaten devrimci oldum-iyi yapmışsın, bandoya para yapıştırırlar mı ve tabii ki halkımız da üç ay bekleseymiş ya...
Son dönem Türk sinemasında olduğu üzere bol yan karakterli ama onların üzerinde oynayamadan biten filmlerden biri Beynelmilel. Diyaloglar çok şey anlatır gibi görünüyor ama asıl etiketlerle anlatıyor derdini yönetmen. Bir devrimcinin tek nişanlısı ölüm mesela, hem zaten kadınlar da iki taraftan birden sömürülüyor. Pavyonda kültür n'arasın benim kızım? Devrimi de Cemal Gürsel Paşa yapmıştı zamanında. Sonra metaforları çok güzel kullanıyor film. Ölünün arkasından çalınan çalgı askerin mevlüdü oluyor, Halkevi pavyona dönüşürken Piç Haso'nun Gu-er-ni-ca'sı'nin yerini Arzum Çilem afişi alıyor. 80 sonrasında silinip gidenler gözümüzün önüne geliyor bir bir. Müzikleri ne de güzel veriyor duygusunu, daha bir gerçek oluyor. İnsan sessiz çalınan Lorke'ye kahkahalarla gülerken kalkıp halayın arasına girivermek istiyor. Bu arada o kemanı acaba gerçekten Cezmi Baskın mı çalıyor?
Ve sonuç... Her türlü eksisine rağmen güzel bir film oluyor Beynelmilel. Aynı dönemin filmleri olarak karşılaştırıldığı Vizontele Tuuba'yı solda sıfır bırakıyor; Babam ve Oğlum kadar üzmüyor, çünkü onu hedeflemiyor. Yine de sınıfını başarıyla geçiyor, kendini izletiyor, tavsiye ettiriyor.
A Ay
The Prestige
2006 yapımı Christopher Priest romanından uyarlama Christopher Nolan filmi.
1800^lerin sonunda geçen film, iki sihirbazın sanatlarından ibaret olan hayatlarını anlatıyor. Arkadaşlıktan doğan düşmanlığın gölgesi altında birden fazla hayatın sihirbazlık ve rekabet ortak paydasında buluşmasını işleyen film, oyuncu kadrosuyla daha başından güven veriyor.
Pek sevmesem de oyunculuğuna laf edemeyeceğim son Batman Christian Bale, X-Men^den tanıdığımız Hugh Jackman ve efsane insan Michael Caine ile ana iskelet sağlam dururken, David Bowie ve Scarlett Johansson ile de kadro sağlamlaşıyor.
Robert (Hugh Jackman) ve Alfred^in (Christian Bale) beraber çalıştıkları dönemde, gelenekçi- yenilikçi çatışması benzeri bir olay neticesinde Robert^ın eşi hayatını yitiriyor. Bu olay sonucunda da düşmanlık ve rekabet başlıyor. Her şeyi göze alacak, ölümcül bir rekabetin ne olduğunu detaylarıyla görüyoruz. Saygılı bir düşmanlık değil ortadaki, tüm ahlaksızlığı ile yaşanan ciddi anlamda ölümüne bir rekabet, daralan hayata iki insanın sığmaması ve var olmak için diğerini ezme zorunluluğu. Birbirlerinin gösterilerini sabote etmeleri ile başlayan iki sihirbazın savaşı, hayatlarını sabote etme noktasına kadar varıyor ve bizler seyirci olarak kimin tarafında yer alacağımızı bilmiyoruz. Tarafsızlığımızı koruyarak anlık kararlarla yön değiştiriyor, bu sayede hikâyenin iki yanına da sağlam bir şekilde tutunuyoruz. Filmi sahiplenmemiz kolay oluyor.
Ortada dolaşan sihirden filmin kendisi de etkileniyor ve Robert^ın yer değiştiren adam numarasının sırrını öğrenme çabaları sonucunda fantastik öğeleri de selamlıyor. Dönemin en ilginç insanlarından Nikola Tesla ile gerçek bir karakteri de bünyesine alan film, yine o dönemin önemli söylentilerinden birisi olan teleportasyon üzerine giderek de kurduğu atmosferi pekiştiriyor.
Düşmanlığın vardığı nokta ile sona gelen film, tam anlamıyla prestijini yapıyor. Olay örgüsünün açılışı ile seyirciyi yormadan istediğini veriyor ve salondan çıktıktan sonra paylaşılacak birçok şey bırakıyor.
Kusursuz yaratılmış dönem atmosferi ve sihirbazlığın çekiciliği ile seyirci olarak koltuğunuza iyi yerleşiyorsunuz, izlediğinizin bir sihir olduğunu biliyorsunuz, filme yakından bakıyor ama yine de numarayı göremiyorsunuz. Yönetmenin filmdeki en büyük başarısı da bu zaten, sinema da bir çeşit sihir ve biz her filmde aslında bir gösteri izliyoruz. Geçmişte bir pencere açıp hikâyesini bunun içerisinde anlatan filmleri başarılı atmosfer kurmaları koşuluyla seviyorum. The Prestige, hem bu açıdan hem de “beklediğimden fazlasını bulduğum filmlerden” birisi olması açısından özel bir yapım. Ayrıca şahsi olarak Nikola Tesla sevgim vardır ki, David Bowie üzerinden canlandırmakla bir on iki daha vurulmuş oluyor!
Filmin kendi kendini açıkladığı bir bölüm var, bunu paylaşmak istiyorum. Burada anlatılanı sinema için de düşünebilirsiniz..
Dikkatli bakıyor musunuz?
Her sihirbazlık numarası üç bölüm ya da perdeden oluşur.
Birincisi "Vaat" bölümüdür.
Sihirbaz size sıradan bir şey gösterir.
İskambil destesi, bir kuş ya da bir insan.
Bu nesneyi size gösterir.
Son derece gerçek, üzerinde oynanmamış, normal bir şey olduğunu görmeniz için nesneyi incelemenizi ister.
Fakat gerçek, farklı olabilir.
İkinci perdeye "Dönemeç" denir.
Sihirbaz olağan bir nesneyi alır ve onu olağanüstü bir şeye
dönüştürür.
Çünkü dikkatli bakmıyorsunuz. Siz sırrı bilmek değil, kandırılmak istiyorsunuz.'
yeterli değildir. Onu geri getirmeniz gerekir.
İşte bu yüzden her sihirbazlık numarasında üçüncü bir perde bulunur.
İçlerinde en zorlusu. Bizlerin deyişiyle;
"Prestij."
Kaç Para Kaç
“Para her yarayı kapatır” diyor Taner Birsel, Selim^in diliyle Kaç Para Kaç^ta. Aslında para birçok yaranın babasıdır, bunu da en iyi Selim biliyor, Taner anlatıyor.
Reha Erdem^in “A Ay” sonrası çektiği ikinci uzun metraj olan film, atmosferi ve hikâyesiyle Türk Sinemasının başyapıtlarından birisidir. Sevdiğimiz bölgelerde gezen filmlere kanımız daha çabuk ısınıyor, bu film de Tünel esnaflarından birisi olan Selim ve onun yüzündeki çizgileri anlatıyor.
Yerden ya da gökten inmiş olsun, kucağımıza bir anda bırakılan paraya sahip olamayız, o paranın esiri oluruz ancak. Aidiyet^in yönü para konusunda farklı olur, yutarız midemize oturur. Paranın yeri bile yoktur, hep bir eli vardır el üstünde durur, yerle teması beş dakikayı geçmez, hemen el üstüne konulur. Aklımızın bir köşesinde durur, yeri geldiğinde kendisini belli eder, tüm değerlerimizin önüne geçip yüzümüze gülümser. Zamanı yoktur ama zamansızlığa da tahammül edemez. Para, sinsi bir dindir, kimi inanır, kimi inkâr eder, kimi kullandığını düşünür ama müridi olur, sürünür.
Gömlek satarak hayatını kazanan Beyoğlu Tünel esnafı Selim, hayatını “bay doğru” tadında yaşayan, iyi bir aile babası ve saygı duyulan bir esnaftır. Bir akşam bindiği takside 450.000 dolar ile yüz yüze gelir, buradaki birkaç saniye para ve hayat ile olan son temiz temasıdır. Sonrası Selim^in yüzüne inen çizgilerin karakterine açtığı derin yaralardır. Yavaş yavaş değişen hayatlarının yanında çok daha hızlı eriyen tükenen bir adam, saniye saniye gerilen bir atmosfer.
Maalesef insan olarak geldiğimiz noktada, kötülüklerin birçoğunu içimizde barındırıyoruz. Fakat yaşadığımız hayat ne kadarını göstermemize müsaade ederse o kadar iyi ya da kötü oluyoruz. Selim taksiye kadar hayatta doğrularıyla rol yapan bir adamken, taksiden sonra yanlışlarıyla gerçek oluyor. Aslında Reha Erdem insanlığın temel ahlaki eksiklerinden birisini Selim karakteriyle yüzümüze vuruyor. Bizi utandırmaktan çekinmeyen film belirli bir noktadan sonra her dakika psikolojik gerilim havasında ilerliyor. Geriliyor, geriyor ve sonunda olması gerektiği gibi sert bir sonla gevşiyor.
Filmde bu kadar gerilmemizin en önemli nedenlerinden birisi içimizde saklı Selim^in, zorlaşan hayat koşullarıyla birlikte bir anda dışarı çıkıp bizi yıkabileceğini açıkça görmemiz sanırım. İnandığımız temizliğimizin bir anda yok olabileceğini anlamak zorluyor bizi, taşıdığımız karakter titriyor. Huzursuzluk ve gerginlik bundan geliyor.
Karakter üzerine yoğunlaşan filmlerde oyunculuğun önemi çok fazla, başta Taner Birsel olmak üzere Bennu Yıldırımlar, Zuhal Gencer ve Engin Alkan gibi isimler gerçekten çok iyi bir performans göstermişler. Annemiz, babamız, patronumuz ya da hayatımızdaki diğer insanlar gibi görünmeyi başarıyorlar, böylece yüzümüzü kızartıyorlar.
Kaç Para Kaç, bana gördüğüm onca insanın yanında her gün baktığım aynayı da anlatmayı başaran ender filmlerden. Kendi kendime yalan söylediğim zamanları bildiğimden ne demek istediğini gayet iyi anlıyorum, hiçbir şeye göre şekillenmemek karakterlerin temel direğidir aslında ve birçoğumuzda o direk ya yamuk ya da hiç yok.
Ve evet “dürüstlük uğraş gerektiriyor”..
Tabutta Rövaşata
Cashback
Cashback, güzel fikirleri harcayan basit filmler ekolünün son temsilcisi. Kız arkadaşından ayrılan ve bunun acısı ile bir şekilde uykuya bağışıklık kazanan ana karakterimiz, günlerinin bir anda 8 saat genişlemesini fırsat bilerek ayrılık sonrası “seviye yükseltme” olayına giriyor.
“Fikir güzel, eğer ki hikâye de buna bağlı olarak gelişirse bu problemlerin ve denemelerin çok benzerlerini yaşayan gençleri yanıma çekebilirim” diye düşünmüş muhtemelen yönetmen. Ancak o Oscar adayı olan kısa filmi, kısa olarak kalması gereken bir hikâyeye sahipmiş, bunu anlamamış ya da yapımcılar çok zorlamış bilemiyorum.
Film iyi başlangıcı ile birkaç dakika umut verse de özellikle ana karakter Ben^in zamanını nakite çevirmeye çalışmaya başladığı anda ne olduğunu şaşırıyor. Süpermarket ile birlikte film tamamen kopuyor, olay kayıyor. Güzel sanatlarda okuyan ve ressam olmak isteyen karakterimizin çocukluğuna kadar gittiğimiz bu hayal-gerçek arası durumlarda kadın vücudunun kutsallığına ya da erkeksi duygulara ortada hiçbir bağlayıcı unsur olmadan geçiş yapıyoruz. Daha sonra “biraz da komedi unsurları ekleyelim hoş olur” düşüncesiyle iyice süpermarket sepetine benzeyen filmde ilerliyoruz ve bitene kadar iki saniyede devleşen bir aşk hikâyesi şemsiyesi altında anlamsızlaşıyoruz.
Karakterlerin hayal dünyası ile gerçek dünya arasında gidip gelmesini seyirciye kabul ettirmek için o an^ı ilk gösterdiğiniz zamana kadar seyirciye özel bir şeyler hissettirmeniz gerekmektedir. Böylece seyirci, sürüklemek istediğiniz dünyanın gerçekten var olabileceğine inanır ve içine girmekte bir sorun görmez. Bunun en güzel örneklerini de son zamanlarda Science of Sleep ve El Laberinto Del Fauno ile görmüştük. Ancak bu filmde yönetmen karakterin üzerinde, ressam olmak gibi herkese ait bir hayalin dışında bize özel bir hayal sunmuyor ve kadın vücuduna hayranlık kısmını da sapkınlık seviyesinde işliyor. Sonra da “zamanı durdurunca bir tek seyirci ve Ben ayakta kalıyor” düşüncesine yükleniyor, aslında orada zaman durunca biz de durmuş oluyoruz, çünkü yönetmen geçeceğimiz kapıyı açmayı unutmuş oluyor.
Sharon ile Ben arasında yapay bir aşk ilişkisi ve küllerden doğan anka^ya gönderme bulunsa da en azından Ben^in resim sergisi kadar bunun gelişimi de havada. Dagur Kari, “aşk hikâyelerinden nefret ediyorum” derken bunlardan bahsediyor olmalı! Burada aşk gerçekten ucuz bir “hikâye” olmuş. Kısacası, kısa olarak kalması gereken basit bir film. Zaman kaybı.
Stranger Than Paradise
Yüce insan Jim Jarmusch'un ikinci filmi olan Strange Than Paradise, Ghost Dog:The Way of the Samurai ile beraber en çok sevdiğim Jarmush filmi. Filme geçersek bu film, özünde yabancılaşmayı, can sıkıntısını, yalnızlığı anlatır. Filmin öyle bir tonu vardır ki ele aldığı bu temalarla birebir örtüşür adeta. Kendimin alter egosu olarak gördüğüm Willie, bütün gün kâğıt oynayıp evinde şuursuzca TV seyreden arada kankası Eddie ile sıradan şeyler üstüne rutin muhabbet eden biridir. Hayatı böyle geçer. New York'ta bir apartmanda günlerin günleri kovaladığı ama hiç bir şeyin dünden farklı olmadığı bu zaman diliminde birden Eva çıkıp gelir. Willie'nin kuzenidir. Mecburi kendisinde 1 hafta kalacaktır. Willie ilk başta bu ziyareti pek hoş karşılamaz. Biraz huysuzlaşır. Durgun yaşamına gelen bu ani parlaklık ilk başta onun gözlerini kamaştırdığından bu duruma ilk zamanlar alışamaz. Zamanla Willie Eva'ya alışır. Giderken ona duygularını tam olarak ifade etmez ya da etmek istemez. Çünkü Willie duygularını içinde yaşayıp yüzündeki sıkıntıya yansıtan bir karakterdir. Willie'nin karakteri tam olarak ifade edilemez. Gurur değildir aslında ondaki. Bir nevi kendini anlatamama ne yapacağını bilememe durumudur. Kalıplaşmış insan modeline çok uymaz Willie. Dünyanın dışında kalmış biridir. Bu nedenle normal insanların yaptığı gibi kendini değiştirerek duygularını ifade etme biçimini benimsemez. Kendi gibi olmaya devam eder. Eva'ya giderken oldukça ilginç bir elbise hediye eder. Aklına bu gelmiştir. Eva'nın elbiseyi beğenip beğenmediğini fazla önemsemez önemli olan bu eylemi gerçekleştirmesidir ona bir hediye almıştır sonuçta. Nitekim Eva'da dışarı çıktığında elbiseyi çöpe atar. Ama dediğim gibi bunun iki taraf içinde hiç bir önemi yoktur. Willie için her şey, bugünün dünden farklı olmadığı o zaman dilimine geri döner. Sonra 1 yıl sonra yazısını görürüz. Willie, Eddie’yi poker oynarken görürüz. Birkaç kişi daha vardır. Bu sahneyle hiçbir şeyin görünürde değişmediği tekrar yüzümüze vurulur. Willie pokerden kazandığı parayla Eddie’ye ilginç bir teklif sunar. Cleveland’a gidelim der. Eva oradadır çünkü. Cleveland’a giderler Eva’yı bulurlar. Ama değişen çok fazla şey yoktur. Yine her şey aynıdır. Beraber sinemaya giderler. Eva’nın büyükannesinde oturup TV seyrederler. Birbirini yabancılaşmalarıyla tamamlayan üç birey tek bir yalnızlık duygusuyla bütünleşmişlerdir. Eddie’nin Cleveland sokaklarında dolaşırken söylediği bir söz olayı özetler adeta. “Nereye gidersem gideyim her yer bana aynı geliyor.” . En sonunda cennete/Florida’ya kaçmaya karar verirler. Varoluşlarına anlam katmaya çalışan bu üç birey cennete giderek son bir altın vuruş yapmak isterler. Ama cennet bile bu yabancılaşmaya çare bulamaz. Asık yüzleriyle deniz kenarında yürürken öylece ufka bakarlar. Dönüp dolaşıp geldikleri yer yine yalnızlık ve can sıkıntısıdır. Geriye ifade edilemeyen duygular kalır. Ya da şöyle demeli insanın kendine bile itiraf etmekte zorlandığı duygular kalır. Eminki Jarmusch, Özdemir Asaf okusaydı bu filmi “yalnızlık paylaşılmaz paylaşılsa yalnızlık olmaz” dizesiyle bitirirdi.
Before Sunrise
Şehrin ışıkları sizin, sizin aşkınız şehrin üzerinde. Adım attığınız her sokakta, kapısından içeri girdiğiniz her yerde kendinize ait bir şeyler bırakıyorsunuz. Yere göğe ruhunuzdan ve aşkınızdan parçalar döke döke öylesine salınıyorsunuz sıkıcı Viyana sokaklarında. Viyana'yı gururlandırıyorsunuz, böylesine bir aşk görmemiş şehir tarihinde. Sonra siz gidiyorsunuz, geride bıraktığınız her yer ruhsuz, aşksız, bitkin ve renksiz kalıyor, ağlıyor adeta.
Richard Linklater'ın Philadelphia sokaklarında Amy ile tanışıp dolaşmasından sonra çekmeye karar verdiği filmin benim için çok önemli bir yerde durduğunu söylemem lazım. 3-4 sene kadar oluyor, bir yaz akşamı saat 22 civarı televizyonu açtıktan sonra tren sesini duymamla televizyona odaklanmam bir olmuştu. Trende yabancı biriyle tanışıp, yabancı bir şehirde aşk yaşamak her zaman rastgeldiğimiz bir şey değildi ama film çok bizdendi. Bu muhteşem filmden o zamana kadar haberimin olmaması, ismini bile bilmiyor olmam ayrıca filmi izlemeden geçirdiğim onca sene aklıma geldikçe kötü oluyordum. Neyse ki şoku çabuk atlattım ve uzun zaman geçmeden filmi tekrar izleme fırsatı buldum. Sonra bir daha izledim, bir daha.. Olanlar hala rüya gibi geliyordu. Bana yapmak istediğim tek şeyin, interrailin umudunu veren bir rüya.
Richard Linklater filmde belden aşağıya çok yönlü çalışıyor. Yaptığı düpediz saygısızlık. Hem Viyana'ya hem Julie Delpy'ye hem Trenlere hem Ethan Hawke'ın tavırlarına hem de aşk'a aşık ediyor sizi. Diyalog dahisi Linklater yine çok şey anlatarak aslında tek bir şey anlatıyor, anlattığı malum. Zaten ilk bir kaç izleyişten sonra diyalogları hatırlamanız imkansız olacak. Filmin bir güzel yanı da bu aslında, sırf o diyalogları hatırlamak için bir süre sonra tekrar izlemek istiyorsunuz. 3-4 ay kafi. Ne kadar diyaloglara odaklanarak izleseniz de diyaloglardan ziyade sahneler kalıyor aklınızda. Tramway, isimsiz ölüler mezarlığı, falcı, nehirdeki evsiz şair, dolap sahneleri, müzik odası sahnesi.. ah o kısacık müzik odası sahnesi yok mu. Onlar gözlerini birbirinden kaçırırlar, ben mahvolurum o 1.5 dakikada. Nasıl gerçek bir sahnedir o ? Utangaçlık, güvensizlik, korku, aşk hepsi aynı sahnede. İşin ilginci filmin en güzel sahnesi ve diyalog yok. Sadece müzik var.
Kısaca, en sevdiğim film. Sinemasal, teknik, anlatım, biçim vs. olarak daha iyileri yapılmış mıdır ? Bilmem. Ruh olarak daha iyisi yapılmamıştır bana göre. Bir film geleceğimi çizeceksek o bu olacaktır. Lakin, O güzel kızı tavlayan Jesse benim süper kahramanımdır, idolümdür. O avrupalı, cazibeli, bilgili Celine ulaşılamayacak aşkımdır. Viyana en az bir günümü geçirmem gereken, sokaklarında yürürken sebepsizce ağlamam gereken, hayal dünyamın başkentidir. Tren ile avrupayı dolaşmak umudumdur ve hayatımdaki yegane amacımdır.
Aşk ? Bilmiyorum. Ama Ethan Hawke'a "Bu filmin çekimleri sırasında Julie'ye gerçekten aşık olmadın mı ?" diye sormak isterdim.
Children of Men
Alfonso Cuarón imzalı bu film, hiç de göçmen sorunlarıyla ilgili söz söyleme derdindeymiş gibi görünmediği halde bu konuda Breaking and Entering’den daha fazla kafa yorduğu belli olan bir film.
Breaking and Entering
Hadi çok önemli konulardan konuşalım hevesindeki filmlerden hoşlanmam pek, hele de bu konuların ağırlığı altında kalıp başka yere dümen kırarak kurtulmaya çalışan filmlerden hiç… Anthony Minghella, Londra'daki göçmen sorunlarıyla ilgili bir film yapmaya çalışırken bir aşk filmi çıkarmış ortaya ki bu aşkın inandırıcı hiçbir yanı yok. Will’in (Jude Law) oradan oraya sürüklenişindeki motivasyonu anlamak mümkün değil, göçmen sorunlarına gelince o sadece aşk hikayemizin bir süsü olmanın ötesine geçemiyor. Juliette Binoche senaryonun imkan verdiği ölçüde inandırıcı kılıyor Amira karakterini, filmin en iyi yanı da onun oyunculuğu zaten. Bir de ara sıra gözüktüğünde filmde biraz kıvılcım çaktıran fahişe Oana rolündeki Vera Farmiga..
Kısaca filmden öğrendiğimiz şeyler; Londra’da iki farklı kesim vardır ve birbirlerinden neredeyse habersiz yaşarlar, bunlar rahat içinde yaşayan Londralılar ve zorluk içinde yaşayan göçmenlerdir. Bu insanların yolu bir hırsızlık olayı sonucunda kesişir ve sürekli soyulan mimarımız Will o dünyaya girip şöyle bir bakar ve anlayamadığımız bir şekilde dürüst bir insan olmaya karar verir ve aşkını geri kazanır. Meğer her şey aşk içinmiş.
Filmde Will’in dilinde metaforlar var sürekli, filmin de metaforik bir anlatımı mı var acaba diye bir an için düşünmek mümkün, ama sonra bu kadarcık çaba bile boşunaymış gibi geliyor. "Duyarsız, bencil İngilizler işte o farklı dünyayla karşılaştıklarında bile kendi hayatlarıyla ilgili bir çıkarımda bulunup onlardan alacaklarını alıp kendi hayatlarına dönüyorlar" demek istemişse de yönetmen diyememiş. Bir eksiklik duygusu bırakıyor film, olmasa da olurmuş hissi. The English Patient de bana göre değildi Cold Mountain de, bu da değilmiş..
Ağır Roman
Fahrenheit 451

Filmi izleyeli 1 yıl kadar oluyor. Film;kitapların yakıldığı,insanları düşünmeye iten şeylerin yasak olduğu bir gelecekte geçiyor. Oskar Werner filmde bir itfaiyeciyi oynuyor. Yalnız bu bildiğimiz itfaiyeden biraz farklı olarak ya kedi kurtarıyor ya da kitap yakıyor. Kendisi işini şöyle açıklıyor. “Pazartesi-Miller,Salı-Tolstoy,Çarşamba-Walt Whitman,Cuma Faulkner,Haftasonuda-Schopenhauer ve Sartre yakarız ondan sonra küllerini yakarız bu bizim rutinimiz” diye açıklıyor. İlginç bir meslek. Gelecekte itfaiyeye bildiğimiz anlamda pek ihtiyaç olmuyor.
Benim filmi izlerken en çok, ana temadaki, felsefe ile sosyoloji ile insanların kafalarının bulandırılıp asi,sorgulayan,mutsuz bir toplumun yaratılması yerine, onlara en yüzeyseli, en basiti göstererek mutlu barışçıl bir toplum yaratılmasının fikri çok ilgimi çekti. Bazen insan kendi kendine sormuyor değil. Bu filmler, kitaplar, gazeteler, dergiler vs ne için? Tüm bunlar neden? Neden herşeyi bilmek istiyoruz? Neden merak ediyoruz? Neden öğrendikçe mutsuz oluyoruz, asileşiyoruz, savaşıyoruz? Sanırım pek mantıklı bir sebebi yok. Filminde çıkış noktası bu sorular. Halbuki ‘Big Brother’ 1984’te ne güzel söylemiş: ‘Cehalet mutluluktur.’ diye.
Film bir roman uyarlaması. 1953 yılında Ray Bradbury tarafından yazılmış. Romanın öngördüğü gelecekteki rejim; okumanın, insanoğluna katacağı şeylerin ülke ilkeleri ve rejim için potansiyel bir tehlike unsuru oluşturduğunu söylüyor. Bunun için aslında gazeteler,dergiler yasak değil; sadece içlerinde yazı yok. Herşey resimlerle anlatılıyor. Yani hayal kurmanız engelleniyor. Sadece gazetenin size sunduğu gerçekle başbaşa kalıyorsunuz. Beyninizde sadece o resimlerle kurabiliyorsunuz olayları. Bu durum ise devlet için bir sorun oluşturmuyor. Bu tabiki berbat bir düşünce o rejim içinde doğan nesil için pek bir önem teşkil etmesede, filmde, ‘Böyle uyuşturulmuş bir şekilde yaşamaktansa, kitaplarımın arasında yanarak can veririm.’ diyen kişilerde var. Bu durum kitap yakma memuru olan Guy Montag(Oskar Werner)’ı etkiliyor ve bir kitabı cebine koymasıyla herşey başlıyor. İnsanların bu denli bir suçu ölümü göze alarak işlemesinin sebebini merak etmesinden dolayı insan olma yolunda ilk adımını atmış oluyor.
Karısı Linda’nın ise, kocasını gece gündüz kitap okurken görmesinden sonra; ona ne yaptığını sormasının ardından aldığı cevap, filmi açıklayan en güzel söz: ‘Bilmediğim çok şey var. Öğrenmem lazım..’
The Monsoon Wedding
Verma ailesnin kızı Aditi'nin Amerika'da mühendislik okuyan beşik kertmesiyle yapılacak düğününü ve öncesindeki üç günü anlatan sımsıcak bir Mira Nair filmi Türkçe adıyla Muson Düğünü. Mira Nair'in Mississippi Masalla ve Vanity Fair'den farklı olarak tamamı Hindistan'da geçen ama Bollywood anlayışından uzak, müzikli ama müzikal olmayan filmi. 2001'de En İyi Yabancı Film Oscar'ına ve Altın Küre'ye aday olmuş, Venedik'te Altın Aslan'ı almış başarısı ödüllerle tescillenmiş bir film. O kadar ki insana Hint sinemasını sevdirip Bollywood'u bile katlanılır hale getiriyor.
Feminist yanı ağır basan bir film The Monsoon Wedding; ama insanı sıkmadan filmden soğutmadan veriyor mesajını. Çünkü filmdeki kadınlar çocuk da kariyer de yapmaya uğraşmayan, Sex and the City kadınları gibi bir yandan hayatımı yaşarım deyip kaybedenler kulübünü kurmayan sıradan hayatın içinden herkesin olabileceği kadınlar. Yüzeyde düğün, masraflar, babaların kız sevgisi, aile ilişkileri, aşklar meşkler varken derinde ataerkil toplum eleştirisinden, kast sistemine, sömürgecilikten, cinsel tacize, yoksulluktan, kimlik sorunlarına kadar her türlü noktaya dokunmadan geçmiyor Nair.
İnsanı kadife çiçeğinin göbeğini yemek zorunda bırakan rengahenk bir filmin nasıl olup da her seyirde ağlattığını anlamak güç. Aditi'nin 28'indeki bekar, yazar olma hedefindeki kuzeni Rai, evin 20'sindeki hizmetçisi Alice ve düğün organizatörü P.K. Dubey insanı en fazla çarpan karakterler, en azından benim için. Bu arada kır saçlı yakışıklı ama şerefsiz aile dostu amcaya küfretmeden durabilirseniz takdir bizden size.
Son olarak filmin müziklerine bakmak lazım. Yukarıda da dediğim gibi müzikal değil ama müzikli bir film bu. Soundtrack'teki isim tanıdık aslında. Little Miss Sunshine desem mesela? Mychael Danna desem? Evet kuvvetli bir referans oldu ben de farkındayım. Ama bu filmin müzikleri bence Little Miss Sunshine'dan bile güzel.
İzleyin bu filmi... Analizleri falan bırakın sırf eğlenmek için, bir de Hintlilerin aslında Türklere ne kadar benzediğini görmek için izleyin
Biterken Dhola ve Dhola çalıyordu...
Night On Earth
1991 yapımı Jim Jarmusch filmi.
“Beş şehirde beş taksi, hepsi bir gecede anlatıyor insanın nedenini” bu filmi böyle tanımlayabilirim sanırım, oldum olası sevdiğim diyalog üzerine kurulu filmlerin en güzellerinden. Beş ayrı kısa film^i birleştiren, en az pembe panter tema müziği kadar başarılı bir Night On Earth müziği de var, ve ilk defa bir Jarmusch filminde hareket var!
Winona Ryder^ın, Hollywood^un göbeğinde film yıldızı olma konusunda hiçbir isteği olmayan ve tek hayali tamirci olup bir aile kurmak olan mükemmel bir karakteri canlandırdığı bölüm ile Roberto Benighi^nin tek başına şov yaptığı bölüm gerçekten muhteşemdi. Bir de Armin Mueller-Stahl arada bir oyunculuk dersi verdi, o da epey keyifliydi. Diğer bölümlerse diyaloglardan daha çok hikâyeleri ile etkileyiciydi.
İlk izlediğim Jarmusch filmi Stranger Than Paradise^dır ve ben o zamanlar siyah beyaz^ın sadece siyah olan kısmından zevk almayı öğrenememiş bir insandım. Doğal olarak sıkılmıştım ve o punk adamın böyle sıkıcı filmler yapabilmesine şaşırmıştım. Yıllar devrildi, tekrar izlemedim Stranger Than Paradise^ı ama aklımda birkaç kez tekrar etti, zaten i put a spell on you ile her seferinde o siyah beyaz film beynimde renkleniyordu. Bu tekrarlardan birisinde anladım ki bu film zaten sıkıntının kendisini anlatıyordu ve ben de oltaya düşmüş balıktan farksızdım, zaten sinemaya bakışım da sudan çıkmış balıkla aynıydı.
Orada sıkıntı^yı anlatan Jarmusch, bu filmde de “anlatmanın kendisini” anlatmış, şimdi bunu daha iyi anlıyorum. Boş konuşan, soran cevaplayan, amaçsızca boşalan, kısaca konuşan insanları ve anlatmamız gerektiğini anlatmış.
Bazen canımı sıksa da bu adamın resimleri siyahsa siyahı anlatıyor ve ben durdukları yeri seviyorum..
Little Miss Sunshine
Little Miss Sunshine, Jonathan Dayton ve Valerie Faris^in 2006 yapımı en iyi film dalında 2007 yılı Oscar adayı olan sevimli filmleri.
Bağımsız sinemanın son zamanlarda ortaya çıkarttığı en güzel eserlerden olan film ilk etapta samimiyeti ve her yerinden belli olan sevimliliği ile etkileyici. Ayrıca filmin önemli başarılarından birisi karakterleri fazla üzerinde durmadan mükemmel derecede anlatabilmesi. Aile içerisindeki hiçbir karakterin detayına inmiyoruz, çünkü ailemiz tek başına başrolü oynuyor, diğer karakterleri incelemek de bütünün içerisindeki küçük parçayı sevecek olan izleyiciye kalıyor. Bu durumda bütün karakterlerimiz aile kadar önemli oluyor, başarıyı bilip ona ulaşamayan Richard^ı, hayatını terk etmiş Frank dayıyı, bu dünyadan gitmeden eksik kalmak istemeyen büyükbabayı seviyoruz. Sheryl ile kontrolü sağlıyor, Olive ile heyecanlanıyor ve Dwayne ile de ergenlik problemlerinin gelişmiş hallerini görüyoruz, kısaca bir ailede olabilecek basit şeylerin hepsini bir yolculukla izliyoruz.
Ayrıca film, üzerine yapıştırılan komedi etiketini de hak edecek süper esprilerle ve sahnelerle dolu, özellikle birkaç gün önce intihar etmiş olan bir insanın saçma salak bir yarışmaya yetişmek için araba kapısını devirip attığı o muhteşem depar sahnesinde gözümden yaş getirtmeyi başardılar. Ufacık çocukların kadınlaştırılmasıyla ilgili ince bir ayarı da bulunduran film tarihi bir kapanışla salondan gülerek çıkmanızı sağlıyor.
Son zamanlarda artan “filmim küçük ve sevimli olsun da ne anlattığımın pek önemi yok” sinemasından biraz farklı, ne anlattığını iyi bilen ve bunu iyi aktaran bir film Little Miss Sunshine, vakti olmayan vakit yaratıp izlesin, pişman olmayacaktır.
Fast Food Nation
O dev adamları yaratan bizleriz ve maalesef onları sonlandıramayız, çok büyüdüler ve biz yine bireyiz kısaca birer her şey ve tekil hiçbir şeyden ibaretiz, çitleri devirsek de artık koşmayacak inekler çünkü koşacakları çayırları tepeleri yok ettik. İnsan olarak doğaya en büyük zararı veren hayvanız, o "Kocamanlar" bizleriz.
Good bye Lenin!
Şahsi blogum dışındaki bir alanda yorumlar haricinde ilk blogpostum diyebilirim. Bu yüzden biraz heyecanlıyım.
Bana bu imkanı tanıdığı için Sayın Haavi’ye ayrıca teşekkür ederim.
“Ben işin tekniğinden anlamam ama” dedim; “Olsun, hissettiklerini yazarsın” dedi.
Ben de son zamanlarda bana en çok şey hissettiren filme dair yazmaya karar verdim ilk yazımı...
Konumuz Wolfgang Becker’in 2003 yapımı filmi Good bye Lenin! Gösterime girdiğinde Almanya’da 6 Fransa’da 1 milyon kişi tarafından izlenen; Türkiye’de maalesef az sayıdaki küçük alternatif sinemada gösterilse de Internet ve kayıt teknolojilerinin nimetlerinden faydalanan bir kitle arasında hızlıca yayılıp kendi çapında efsaneleşebilmiş bir başyapıt bence bu film. Hatta abartıp desem ki Fatih Akın’ın Im Juli’sini Alman filmi saymazsak, ki Cannes’da aldığı ödülü Türk sinemasına adadığına göre kendisi de koymamaktadır filmlerini bu kategoriye, Good bye Lenin! bugüne kadar en hissederek izlediğim Alman filmidir (bu arada buradan Tom Tykwer’e sonsuz saygılarımla başka bir yazıya da çengel atmak isterim).
Konusunu bilmeyen yok gibi artık: 1978 yazında o zamanın Doğu Almanya’sında, yani Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde başlayan hikayemizde genç Alex’in sosyalizme yürekten bağlı annesi 1989 sonbaharında komaya girer. Kendisi komadayken ülkede yaşanan apansız değişiklikler sonucu Doğu koşa koşa Batı’yla kucaklaşmaya gider, ülke bir anda Burger King’den Coca Cola’ya kadar kafamızda sermaye stereotipiyle eşleştirdiğimiz her türlü tüketim ürününün istilasına uğrar. Artık turşu kavanozlarının üzerinde DDR yazmaz da Kühne yazar. Alex de babası kendilerini Batı’ya gitmek için terk ettiğinde geride kalan tek ailesi, çok sevdiği annesinin komadan çıktığında bu manzarayla karşılaşırsa yüreğinin dayanmayacağını düşündüğünden bu durumu ona fark ettirmemek için türlü kumpaslar kurar; reçellerden TV yayınlarına kadar her şeyi kontrol etmeye çalışır ama... nereye kadar?
Spoiler’dan hallice bu özetin akabinde demek lazım ki Good bye Lenin!’i izlerken alt üst oldum ben; gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Filmi birden fazla kez birden fazla gözle izledim. Her seferinde ayrı başarılı buldum, her seferinde ayrı çarptı beni. İlk seferinde sadece ve sadece güzel bir film izlemek isteyen sıradan bir seyirci olarak izledim. Yönetmenin, oğulun anne sevgisini ifadesi büyüledi beni. Herkes kendi annesini en çok sevdiğini düşünür ya; ben Alex’ten daha hayırlı evlat olmadığına karar verdim.
İkincisinde siyaset bilimci kimliğimle, politik analizleri önemseyerek izledim. Son yıllarda izlediğim en derdini göze sokmadan anlatabilen politik film olduğuna karar verdim. Hotel Rwanda’nın tek taraflı bakışını, Munich’in propagandanın ötesine geçemeyen gerçekleri bile önemsemeyen sözde nesnelliğini, Syriana’nın zoraki karışıklığını... hiçbirini görmedim bu filmde. Hatta daha sonra okuduğum bir yorumda yönetmen duvarın (Berlin Duvarı) üzerinden anlatıyor hikayesini dendiğinde “Hah” dedim “işte benim yaşadığım hissiyat da bu”. Sosyalist rejimin baskıcılığından da, kapitalizmin insanı insanlıktan çıkarıp gününü sürekli “Burger King’i seçtiğiniz için teşekkür eder, yine bekleriz” cümlesini kuran bir makineye çevirmesinden de aynı oranda nefret ettim. (çocukluğunuzdan beri görmediğiniz, sizi terk eden babanızı görüp sadece ve sadece bu cümleyi kurduğunuzu düşünsenize...)
Son olarak da sinema gözümle izledim: eleştirilecek yanları yok değildi filmin. Stereotiplerin üzerine gittiği doğruydu, hatta anlatmak istediğini karikatürleştirdiği bile söylenebilirdi. Ama yine de çok çok çok iyiydi. Kubrick ve Fellini göndermeleri, helikopterle taşınan Lenin heykeli, Alex’in çocukluk idolü kozmonot adam, “Coca Cola bir komünist içeceğidir” ve benim için en etkileyici sahne: “kırk yıldır o sizin de paranızdı”. Filmle ilgili herşeyi unutsam da elinde bir tomar kağıt parçasıyla Alex gözümün önünden gitmeyecek gibi. Kim bilir daha ne diyaloglar vardı aşık olunacak, ama sizin de Almancanız benimki gibi pek kuvvetli değilse eğer altyazının azizliğine uğramak mümkün olabiliyor.
Bu arada kurgu ne kadar iyi olursa olsun oyunculukları da göz ardı etmemek lazım; falsosuzdular bana göre. Lakin filmin bu kadar etkili olmasının üçte bir mimarı yönetmen üçte bir mimarı da oyuncularsa geriye kalan üçte bir tartışmasız müziklerindir. Ülkede sosyalizmin sonunu annenin ölümüyle paralel anlatmayı bu kadar iyi beceren bir sonlar filminde filmin yapmak istediği işi Yann Tiersen’in notaları kadar iyi yapabilecek bir müzik olamazdı diye düşünüyorum. Kendisini seven vardır sevmeyen vardır, müziğine “bu da müzik mi?” diyen vardır. Ama bence Tiersen, ki her durumda hastasıyız ailecek, bu filmin albümü için kendini aşmıştır. Le Fabuleux Destin d’Amelie Poulain’den de, C’etait Ici’den de, Les Retrouvailles’den de iyidir Good bye Lenin!
Son söz: izlemeyenin izlemesi şart olan herşeyiyle tamamına ermiş bir film Good bye Lenin! İzleyelim, izlemeyenlere izletelim...
Biterken Summer 78 çalıyordu...
Fucking Åmål
“Pazartesi
Neden bu kadar aptalım? Neden Elin’i seviyorum?
Onu seviyorum ve ondan nefret ediyorum.
Ölene kadar seveceğim ama kimse beni onun kadar incitmedi.”
Yukarıda yazılan şey bildiğiniz gibi ilişkilerin ve hayatın temel gerçeklerinden birisi, en çok sevdiğiniz sizi en çok üzebilecek olandır. Peki bu yukarıdaki sözler, cinsiyet bağımsız okunsa da aynı anlamlara gelmiyor mu? Bunu bir kadının başka bir kadına ya da bir erkeğin diğerine yazması ne derece önemli, insanız ve aynı kapılara çıkıyoruz her zaman. Özgür olduğumuzu düşündüğümüzde bile toplumun sınırlarıyla çevrili bir parkta koşuyoruz sadece.
Fucking Åmål, 1998 tarihli bir Lukas Moodysson filmi. İsveç^in küçük ve sıkıcı kasabalarından birisinde yaşayan Elin ve Agnes isimli iki kız^ın cinselliği tanıması ve topluma ters gelen şekilde kendi gerçeklerini yaşaması üzerinedir. Elin, hayatın hiçbir özel ya da güzel yanını kendisine sunmadığını anlayıp “değişik” olmak arzusuyla yanıp tutuşan bir kız olsa da Agnes, herkese farklı ve garip gelen şeyin doğal halidir. Aslında Agnes^in annesin oğluna lezbiyenliği açıklarken “bunda kötü bir şey yok” dedikten sonra kızı için endişelenmesinde saklı olan öz^ü yakalayabiliriz. Her şey hakkında atıp tutuyoruz, özgürlüklere, düşüncelere, tercihlere önem veren güzel insanlarız değil mi? Peki ya bunlar yanımıza geldiğinde, yakınlarımız “diğerlerine farklı geleni” seçtiklerinde hala aynı güzel insan olabiliyor muyuz?
Bilmiyorum, ama Lukas burada bir çok insanın aslında iyi olmadığını anlatmış, her zamanki gibi de bunu çok iyi aktarmış.. Dünyada kokmuş ne kadar düşünce, kokuşmuş ne kadar insan varsa bunların filmini Moodysson çeksin istiyorum, bana herkesten daha dürüst geliyor..
Buradan Lilja 4-Ever^a atlayabilirsiniz..
A Scanner Darkly
Senaryolaştırma aşamasında Richi olayı pek kolaylaştırmamış, belki de kolaylaşamıyordu.
Oyunculuğa gelince Winona Rider, Keanu Reeves, Woody Harrelson ve adamım Robert Downey Jr. Gerçekten iyi iş çıkartmışlar, zaten Linklater^ın seçimlerine güvenimiz sonsuz..
Öncelikle kitabı okursanız film size daha net gelebilir ama kitabı okumayanlar için zorlayıcı ve kafa karışıklığı oluşturuyor. “Karışık kafalar” sevdiğim bir şey, bu yüzden hoşuma gitti ve başarılı buldum sanırım, ayrıca “kitap gibi film” olmasından ötürü filmi okumak ayrı bir zevk..
“Bir tarayıcı ne görür?
Kafaların içini mi?
Kalbin içini mi?
Benim içimi, bizim içimizi görür mü?
Net mi görür yoksa karanlık mı?
Umarım net görüyordur, çünkü ben artık kendi içimi göremiyorum..
Sadece karanlığı görüyorum..
Umarım tarayıcılar daha iyi görür,
Çünkü tarayıcılar benim gibi sadece karanlık görüyorsa
O zaman tekrar lanetlenirim..
Bu şekilde sonumuz sadece ölüm..
Çok az şey bilerek, onu da yanlış bilerek öleceğiz..”
Waking Life^tan sonra Richard ikinci animasyonunda yine turnayı gözünden vuruyor, bir de Thom Yorke şarkısı ile biten filmler sağlam oluyor, buna karar verdim. The Prestige, Analyse ile kapanıyordu, A Scanner Darkly için de seçilebilecek en ideal şarkı olan Black Swan seçilmiş. Çünkü biliyoruz ki; 'cause this is fucked up, fucked up, 'cause this is fucked up, fucked up..