The School of Rock


2003 tarihli Richard Linklater filmi.

Sahnede kendisini kaybedip rock destanı yazdığını düşünen ancak dışarıdan bakıldığında komik ve yeteneksiz gözüken Dewey Finn (Jack Black) karakterinin bu aşırılıkları yüzünden grubundan şutlanması ile başlayan hikâye, arkadaşının yerine bir ilköğretim okulunda öğretmenliğe başlaması ile şekilleniyor.

Aslında film konuya yayılamayacak kadar eğlenceli ve içerisinde ezber tutmayan çocukluklar barındırıyor. Dewey, sadece biraz para kazanıp yeni grubuna hazırlık yapmak için arkadaşının yedek öğretmenlik şansını ondan habersiz kullanıyor ve birden Mr.S oluyor. Mr.S o zamana kadar hayatında hiçbir şey öğretmemiş bir adamken karşısında öğrenmek için dizilmiş bir sürü ufaklık buluyor ve Mr.S rock müzik hariç başka hiçbir şeye kendisini veremediğinden öğretebileceği en iyi şeyi aşılamaya başlıyor..

Özellikle tahtaya rock tarihinin önemli noktaları ve gruplarının yazıldığı sahnede gözlerimden yaş geldi. Led Zeppelin, Black Sabbath da okul müfredatına Dewey gibi tepeden bir giriş yapmış oldu.

Aslına bakılırsa Dewey karakterinde filmin eğlencesi ve hüznü toplanıyor, bu tek bir adamın filmi ve o adam bize birçok şeyi bağıra çağıra anlatıyor. Büyüyen insanların kaybettikleri hayatlardan, büyürken yaşanan değişimlerden ve bir şeye saplanıp kalanların çocuksuluğundan bahsediyor film.. Dewey çocukluk hayalini bırakıp gidenlerden değil, aksine yerine gelmeyeceğini bile bile ona sarılıp onunla büyümeye çalışanlardan birisi, belki de şu hayatta en çok saygı duyduğum insan tiplerinden.. Konu bazen müzik olur, belki bir motor ya da araçla yollar düşme hayalidir, belki beraber dünyayı dolaşma fikridir, fark etmez, sadece insan beraber hayal kurmayı başardığı ilk varlığı bırakmamalı ve büyümemek uğruna onunla beraber sürüklenmeli.. Herkes seni adam yapmaya çalışırken hayal kovalamak çok zordur bu hayatta, “çalışıp adam olursun” insanların gözünde, oysa ki yaptığın sadece hayatından dakika tüketmektir ve sona varana kadar da yavaş yavaş eriyip gidersin..

Okul müdiresi olan Rosalie Mullins (Joan Cusack) ve Dewey^in ev arkadaşı Ned (Mike White) karakterlerinde iki ayrı konu işliyor Linklater. Birisinde dönüşümünü tamamlamış ve artık geri dönüşü olmayan bir yetişkinliğe saplanmış Rosa korkunç bir gerçek gibi yüzümüze vurulurken, diğer yanda henüz yavaş yavaş hayalini terk edip diğerlerine katılmaya hazırlanan Ned karakteri kurtuluşu bekliyor.

Dewey tüm bunların ortasında bir çocuk gibi, arkadaşlarını buluyor ve onlarla birlikte bir grup oluşturuyor, her şey belki de ilk kez tam olarak istediği gibi gidiyor.. Çünkü ortada inanmak için neden aramayan güzel varlıklar, ufaklıklar var..

Filmin temposu, soundtrack^i ve Jack Black^in performansı gerçekten harika, özellikle sonu izlediğim en keyifli sonlardan birisiydi, yerinde duramayıp grubu tekrar sahneye çağıran insanlardan birisiydim.. Her geçen gün daha da sevdiğim Richard Linklater^ın kalıpların dışında bir insan olduğunu ve istediği zaman istediğini çekebilecek kadar “bağımsız” olduğunu daha iyi anladım.. Ayrıca Jack Black insanı da High Fidelity sonrası Barry benzeri bir karakteri canlandırarak gönlümdeki yerini sağlamlaştırmıştır, artık tanışırsak neler konuşabileceğimizi bile tahmin edebiliyorum..

2 yorum:

  1. hayalmeyal said,

    muhteşem bir yazı bu, Dewey'i çok güzel çözümlemişsin, eline sağlık, diyecek bir şey bulamadım.
    filmi izlerken çok eğlenmiş ve müzik dersleri böyle olsaydı acaba kaç çocuk şimdi rock yıldızı olmuştu gibi hayaller kurmuştum ben de.

    on 8 Ağustos 2007 09:13


  2. Emre said,

    klişe senaryosu ve yönetmenliğine karşın, beklediğimden daha komik ve başarılı bulduğum bir film oldu..

    on 26 Ağustos 2007 13:40