İki Dil Bir Bavul


Özgür Doğan ve Orhan Eskiköy’ün, genç bir öğretmenin Kürt köyünde geçirdiği bir yılını anlattıkları belgeselleri.

Belgesel başladığında önce bizim de bir "Sınıf"ımız (Entre les murs) oldu diye düşündüm. Ama film ilerledikçe İki Dil Bir Bavul’un Sınıf’tan önemli bazı farkları olduğuna karar verdim. Sınıf başarılı bir filmdi, ama meselesinin altını fazlaca kalın çizerek anlatıyordu bana kalırsa, İki Dil Bir Bavul ise sade, doğal bir yolla çok bağırmadan anlatmayı seçmişti.

Yönetmenler neredeyse kameralarını yok etmişler. Gerçekten hiç belli etmiyorlar varlıklarını. Ortaya tarafsız ve sade bir belgesel çıkmasını sağlayan en önemli etken de bu sanırım. Bir tek Öğretmen Emre’nin bazen rahat olmaması belli ediyor kameranın varlığını, onun dışında biz olup biten her şeyi pencereden, kapıdan, ordan burdan izliyor gibiyiz.

Kürtçe bilmeyen öğretmen, Türkçe bilmeyen öğrencilerine önce dilden başlayarak bir şeyler öğretmeye çalışır bir yıl boyunca. Kürtçe konuşulmasını ve yazılmasını yasaklar. Ama böylece iki dilli bir dilsizlik çıkar ortaya sınıfta. Kimse kimseyi anlamaz. Öğretmen Emre yorulur, çocuklar yorulur. Her iki tarafın da neler çektiğini o kadar iyi görüyoruz ki ve birçok soru sormaya başlıyoruz tam bu noktada sistem hakkında. Nasıl olmalı, ne değişmeli?

Bir yılın sonunda Emre memleketi Denizli’ye dönerken çocuklar bütün tatillerini geçirecekleri su birikintisinde oynuyorlar, kamera da öğretmenin arkasından bakarken çocuklarla köyde kalmayı seçiyor. O kadar çok şeyi bir arada hissettiriyor ki bu belgesel; Ajitasyona hiç bulaşmadan bir çocuğun kalemtıraşı olduğunda nasıl sevindiğini de görüyoruz, bir babanın öğretmene “bizim elimizden gelen bu” dediğindeki bakışlarını da. Sözünü bu kadar dürüstlükle ifade eden bir belgeselimiz olduğu için gerçekten çok mutlu oldum ben. Zülküf’ü -kendi deyimiyle Zilkif’i- tanıdığıma o kadar sevindim ki keşke gösterime girse de herkes onun nasıl güzel bir çocuk olduğunu görebilse.

4 yorum

Başka Semtin Çocukları



Sultan Makamı ve Ihlamurlar Altında gibi televizyon dizilerini çekmiş yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi. Daha önce Gazi Mahallesi (1997) adlı bir belgesel çalışması bulunan Aydın Bulut yine oraya dönüyor bu filmiyle.

Veysel (İsmail Hacıoğlu) aynı konfeksiyon atölyesinde birlikte çalıştığı bir kızı sever, ancak kızın ailesi -özellikle abisi- birlikte olmalarına karşı çıkar. Çünkü Veysel Alevi, kendileri Sünni’dir. Veysel ile en yakın arkadaşı İsmail (Volga Sorgu) çok içtikten sonra abi ile kavga ederler; sabah Veysel’in cesedi çöpte bulunur. Güneydoğu’dan dönen ve çatışmalarda yaşadıkları yüzünden psikolojik olarak çok da iyi durumda olmayan Veysel’in abisi Semih (Mehmet Ali Nuroğlu) cinayeti araştırmaya koyulur. Burdan sonrasını nasıl anlatsam bilemiyorum, çünkü pek çok yan hikaye ve karakter giriyor filme, dağılıp başka bir şey anlatmaya başlıyor film. Sonunda ise öngörülebilir, ama keşke olmasa dedirten bir şekilde de noktalanıyor.

Veysel ve İsmail’in hayallerine ve engellerine odaklansaymış hikaye, ortaya daha tutarlı ve ne dediğini bilen bir film çıkabilirmiş sanki. Başlangıçta öyle de oluyor; Veysel’in sevdiği kızla birlikte Amerika’ya gitme hayali var. İsmail ise bir pavyonda bodyguardlık yapmak istiyor. Ama sonra o kadar çok şey söylemeye çalışıyor ki bu yüzden de hiçbirini söyleyemiyor film. Belki bu çok karakterli ve çok hikayeli yapı oranın karmaşasını anlatmak için yönetmenin en uygun gördüğü yol olabilir. Diyelim de öyle düşünmüş, peki o zaman neden arka planda ara sıra gördüğümüz eylemci gençliğe de bu karakter bolluğu içinde yer vermemiş. Gazi Mahallesi’nin orayı hiç bilmeyenler tarafından bile bilinen bu kısmını neden dışarıda bırakmış anlamadım. Sadece Veysel ve İsmail’in hayatta bir yer edinme hikayesiyse de bu; neden diğerleri var? Bu haliyle film bana kalırsa “bir şey söyleyecektim unuttum, aklıma başka bir şey geldi onu anlatayım, diğerini hatırlayınca söylerim artık” filmi olmuş. (Evet bence böyle bir tür olmalı.)

1 yorum

62. Cannes Film Festivali



13-24 Mayıs tarihleri arasında düzenlenecek 62.Cannes Film Festivali'nin programı açıklandı. Jüri başkanlığını Fransız oyuncu Isaballe Huppert’in yapacağı jüride; yazar Hanif Kureishi, oyuncu Shu Qi, yönetmenler Nuri Bilge Ceylan, James Gray ve Lee Chang-dong yer alıyor.

Altın Palmiye için yarışacak filmler ise şunlar:

Alain Resnais - "Les Herbes Folles"
Jacques Audiard - "Un Prophète"
Xavier Giannoli - "A l'Origine"
Gaspar Noe - "Soudain le Vide"
Quentin Tarantino - "Inglorious Basterds"
Ken Loach - "Looking for Eric"
Lars von Trier - "Antichrist"
Michael Haneke - "Le Ruban Blanc"
Pedro Almodovar - "Les Etreintes brisées"
Isabel Coixet - "Map of the Sounds of Tokyo"
Marco Bellocchio - "Vincere"
Jane Campion - "Bright Star"
Andrea Arnold - "Fish Tank"
Johnnie To - "Vengeance"
Lou Ye - "Spring Fever"
Philippin Brillante Mendoza - ''Kinatay''
Park Chan-wook - ''Bak-Jwi'',
Ang Lee - "Taking Woodstock''
Tsai Ming-Liang - ''Visage''
Elia Suleiman - "The time that remains"

kaynak; sinema.com

2 yorum

Pazar - Bir Ticaret Masalı



Kendi deyimiyle beşikten beri birilerine bir şeyler satan Mihram’ın yırtmaya çalışırken yaşadıklarının hikayesi bu. Bir yandan işlerinin yoluna girmesi için namaz kılıp dua ederken bir yandan da durmadan içen Mihram’ın bir çocuğu ve hamile bir karısı vardır. Seyyar tüccarlık yapar, cep telefonu dükkanı açmak gibi bir hayali vardır. Bu yüzden ayağına gelen bir fırsatı değerlendirir. İlaç almak için Azerbaycan’a gider. Tabi ki işler yolunda gitmez.

Filmin aslında çok iyi olabilecek bir hikayesi var. Sinemamızda –nedense- kimselerin bakmadığı bir yere bakıyor yönetmen, ama son zamanlarda izlediğim çoğu filmde olduğu gibi bu filmde de iyi bir hikaye ıskalanıyor sanki. Senaryoda bazı boşluklar var, bu yüzden Mihram’ın yaşadıklarını çok da iyi hissedemiyoruz, anlayamıyoruz. Oysa Mihram’ın bir şekilde parçası olduğu, ama tam da anlayamadığı o büyük döngünün içinde biraz daha ezildiğini görebilmeli, hissedebilmeliydik sanki. Filmi izleyen bir arkadaşım "baş karakterini kayırmış, çok da üzmek istememiş sanki yönetmen" dedi. Katılmamak elde değil.

Tayanç Ayaydın iyi oynamış, ama bazen aksanını unutmuş. Genco Erkal da Amca Fazıl rolünde bayağı eğlenmiş. Tiyatro oyuncularını sinemada izlemeyi sevmiyorum pek. Ama Genco Erkal’ın varlığı film için gerekliymiş diye düşündüm açıkçası. Başka bir oyuncunun kolayca karikatürize edebileceği bir rolü olabildiğince gerçekçi canlandırmış. Başrollerde durum böyleyken yan rollerin hepsinde de çok kötü. Oyuncu seçiminde neden biraz daha titiz olunmamış anlamadım.

Film için tam ne düşündüğümü bilemedim, galiba bu böyle bir film, kime sorsam belirsiz bir karşılık verdi. Sanırım herkesin o belirsiz cevabının şöyle bir nedeni var: Bir İngiliz’in Doğu Anadolu’ya gidip oryantalizm tuzağına düşmeden sade bir dille hikayesini anlatmayı başarması; galiba bu kimselerin karşı çıkamadığı bir başarı.

Son olarak Altın Portakal almış ve yurtdışından başka ödüllerle de dönmüş bir film neden bu kadar sessiz sedasız gösterimden geçiyor anlamadım. Çok az sinema salonunda kalmış, izlemek için hızlı davranmalı.

1 yorum

28. Uluslararası İstanbul Film Festivali Ödülleri



İzlediğim Türk filmleri içinde en fazla sevdiğim film oldu Uzak İhtimal. Burada hakkında daha ayrıntılı bir yazı yazmak istiyorum. Şimdilik En İyi Senaryo, En İyi Yönetmen ve Erkek Oyuncu ödüllerini kazanmasına çok sevindiğimi söylemekle yetineyim.

Ulusal

Altın Lale Yılın En İyi Türk Filmi: “Köprüdekiler” Aslı Özge
Altın Lale Yılın En İyi Türk Yönetmeni: Mahmut Fazıl Coşkun “Uzak İhtimal”
En İyi Kadın Oyuncu: “Pandora’nın Kutusu” Derya Alabora
En İyi Erkek Oyuncu: Nadir Sarıbacak “Uzak İhtimal”
En İyi Senaryo Ödülü: Tarık Tufan, Görkem Yeltan, Bektaş Topaloğlu “Uzak İhtimal”
En İyi Görüntü Yönetmeni: Özgür Eken “Süt”
En İyi Müzik Ödülü: Nail Yurtsever “Ali’nin Sekiz Günü”
Jüri Özel Ödülü: “11’e 10 Kala” Pelin Esmer
Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği FIPRESCI Ödülü: “Hayat Var” Reha Erdem
Radikal Gazetesi Halk Ödülü: “Başka Semtin Çocukları” Aydın Bulut
Sinema Onur Ödülü: Hale Soygazi

Uluslararası
Altın Lale Uluslararası Yarışma Ödülü: “Tony Manero” Pablo Larrain
Jüri Özel Ödülü: “Bu Filmde Ben Varım / A Film With Me In It’ Ian Fitzgibbon”
Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği FIPRESCI Ödülü: “Süt” Semih Kaplanoğlu
Radikal Gazetesi Halk Ödülü: “Süt” Semih Kaplanoğlu.
Avrupa Konseyi Sinema Ödülü FACE: “Kırmızı Adamların Toprağı / Birdwatchers” Marco Bechis
Sinemada İnsan Hakları: “Firaqq” Nandita Das

2 yorum

4. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali

“Biz Başka Dünya İsteriz” temasıyla dünyanın dört bir yanından 50 filmle beyazperdede emek boy gösterecek.

Bu yıl dördüncüsü düzenlenecek olan Uluslararası İşçi Filmleri Festivali, 1–7 Mayıs 2009 tarihleri arasında İstanbul, Ankara ve İzmir’de eş zamanlı olarak izleyicilerle buluşacaktır. Gösterimlerin ücretsiz olduğu, yarışmasız bir festival olan İşçi Filmleri Festivali, 8 Mayıs tarihinden itibaren de Adana’dan Ardahan’a; Bursa’dan Eskişehir’e kent kent süren ve tüm yıla yayılan uzun bir yolculuğa çıkacaktır.

Türkiye ve dünyadan emekçilerin yaşamlarını ve mücadele deneyimlerini izleyicilerle buluşturmak ve ülkemizde işçi filmi üretimini özendirmek amaçlarıyla hayata geçirilen Festival, düzenleyen ve destekleyen sendika, meslek odası gibi kuruluşların sayısının her yıl artması; her sene bir öncekinden daha fazla izleyiciye ulaşmasıyla gittikçe güçlenmektedir. Bu yıl Festival, Halkevleri, Sine-Sen (DİSK), Dev Sağlık-İş (DİSK), Birleşik Metal-İş (DİSK), Hava-İş (TÜRK-İŞ), Petrol-İş (TÜRK-İŞ), Ses (KESK), Sendika.Org ve Türk Tabipleri Birliği (TTB) tarafından düzenlenmektedir.

Festival bu yıl “Biz başka dünya isteriz “ temasıyla kriz, işsizlik, güvencesizlik, mücadele dolu emek öykülerini beyaz perdeye yansıtacaktır. Filmlerin gösterimi sadece salonlarla sınırlı kalmayacak; mahallelere, işyerlerine ve sendikalara uzanacak ve izleyiciler işçi filmleriyle buralarda yapılacak özel gösterimler aracılığıyla da buluşabilecektir. Tüm gösterimler her yıl olduğu gibi bu yıl da ücretsiz olarak yapılacaktır.

Festivalin açılışı 2 Mayıs 2009 Cumartesi akşamı İstanbul Beyoğlu Yeni Melek Gösteri Merkezi’nde, 1990-1991 yıllarındaki büyük Zonguldak grevi ve yürüyüşünü konu edinen “Yüzbin Kişiydiler” belgeselinin gösterimiyle yapılacaktır. Saat 19.30′de başlayacak açılış gecesinde ayrıca sinema emekçilerine, işçi filmlerine emeği geçmiş oyuncu, yönetmen ve emek dostlarına teşekkür plaketleri verilecektir. Açılış gecesine yurt dışından sürpriz 2 yönetmen konuk katılacaktır. Gecenin sunuculuğunu oyuncu Bennu Yıldırımlar yapacaktır. Film gösterimleri gibi açılış gecesine katılım da ücretsizdir.

Filmler ve Gösterimler

Festivalde bu yıl dünyanın dört bir köşesinden 12’si uzun metraj, 38’i ise belgesel olmak üzere toplam 50 film gösterilecektir. Gösterimler İstanbul’da, Fransız Kültür Merkezi, Beyoğlu Yeşilçam Sineması, Halkevi İstanbul Merkez Şubesi, Kazım Koyuncu Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilecek. Ankara’daki gösterimler Alman Kültür Merkezi’nde ve Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlenecektir. İzmirli izleyiciler ise Dr. Selahattin Akçiçek Kültür Merkezi’nden, Alsancak Kültür Merkezi’nden, Gültepe Halkevi’nden ve Çiğli Halkevi’den takip edebilecektir. Ayrıca üç kentte de birçok mahalle, sendika ve işyerinde özel gösterimler gerçekleştirilecektir.

Britanyalı usta sinemacı Ken Loach’un son filmi “İşte Özgür Dünya”, İranlı yönetmen Bahman Gobadhi’nin “Sarhoş Atlar Zamanı”, Finlandiyalı yönetmen Aki Kaurismaki’nin işçi üçlemesinin ikincisi olan “Ariel”, Kanada’da yaşayan Türk Yönetmen İshak Işıtan’ın Arjantin’deki işgal fabrikalarını anlatan filmi “Brukmanlı Kadınlar”, Robert Guediguian’ın “Şehir Sakin” isimli filmi, Özcan Alper’in yönettiği “Sonbahar” bu seneki filmlerden sadece bazılarıdır. Bunlara ek olarak Güney Kore’den bir işçi filmi olan “Hello! Mr. Huh Dae-soo”, Küba’dan bakılarak yapılmış bir film olan “Guantanamo”, Bolivya’dan “Cocalero” isimli yapım, Köy Enstitüleri üzerine yapılmış bir film olan “Mandolinli Kız”, Yavuz Özkan’ın “Demiryol”u, Şerif Gören’in “Almanya Acı Vatan” filmi, Duygu Sağıroğlu’nun “Bitmeyen Yol”u ve Çağrı Kınıkoğlu ile Gloria Rolando’nun yönettiği “Nazım’ın Küba Seyahati” ise festival kapsamında yer alan diğer yapımlar olarak sıralanabilir.

Festival kapsamında geçen senelerde olduğu gibi bu sene de film gösterimleri dışında atölye çalışmaları, paneller ve yönetmenlerin katılımlarıyla gerçekleştirilecek olan söyleşiler de düzenlenecektir. Bunlardan bir tanesi “Sonbahar” filminin ödüllü kurgucusu Thomas Balkhenol’un katılacağı ve filmin kurgu sürecinin anlatılacağı bir atölye çalışmasıdır.

Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nin Tarihi

Festival çeşitli emek örgütleri ve sendikaların öncülüğünde dünyayı sosyal, bireysel ve çevresel özellikleriyle yaşanabilir olmaktan çıkaran neo-liberalizme karşı çıkan deneyimleri paylaşmak; yaşadığımız dünyanın dününe, bugününe ve geleceğine emek cephesinden bakmak; işçilerin yurt içinde ve yurt dışında kendi sınıfı ile iletişim kurmasını sağlamak için sinemanın aracılığından yararlanmak amacıyla 2006 yılında hayata geçirilmiştir.

Birinci Uluslararası İşçi Filmleri Festivali 1–7 Mayıs 2006 tarihleri arasında İstanbul ve Ankara’da eş zamanlı olarak gerçekleştirilmiştir. 2 Mayıs gecesi Yeni Melek Sineması’ndaki coşkulu açılış festivalin ne kadar büyük bir ihtiyacı karşıladığını ortaya koymuştur. Gecede Vedat Türkali, Yavuz Özkan ve Çetin Uygur’un sinema ve emek eksenindeki konuşmaları hafızalara hiç silinmeyecek şekilde yer etmiştir. Ankara ve İstanbul’daki gösterimlerden sonra Festival, Bolu, Artvin, Adana, Mersin, İzmit, Eskişehir, Bursa, İzmir’de seyircilerle buluşmuştur.

İkincisi Uluslararası İşçi Filmleri Festivali yine 1–7 Mayıs 2007 tarihleri arasında İstanbul, İzmir ve Ankara’da eş zamanlı olarak düzenlenmiştir. 2 Mayıs gecesi Beyoğlu Emek Sineması’nda yapılan açılış gecesi, bir önceki gün, 1 Mayıs 1977’nin 30. Yıldönümünde emekçilerin tüm engellere rağmen Taksim meydanına çıkmasının verdiği coşkuyla gerçekleştirilmiştir. Festival, 2008 yılı içinde Bolu, Adana, Mersin, Samsun, Gönen, Antakya, Bursa, Eskişehir, KKTC, Bremen, Kocaeli ve Trabzon’u dolaşmış; onbinlerle buluşmuştur.

1-10 Mayıs 2008 tarihleri arasında İstanbul, Ankara ve İzmir’de eş zamanlı olarak başlayan Üçüncü Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nin açılış gecesi ise Beyoğlu Emek Sineması’nda gerçekleştirilmiş ve sunuculuğunu Yetkin Dikinciler yapmıştır. Gecede Hale Soygazi ve Ahmet Soner’e teşekkür plaketleri verilmiştir. Her yıl olduğu gibi 2008’de de Festival, Bolu, Adana, Mersin, Antakya, Bursa, Trabzon ve Samsun’un da içinde olduğu birçok ilde onbinlerce izleyiciye ulaşmıştır.

Festivalle ilgili ayrıntılı bilgi için:
İnternet adresi: http://www.festival.sendika.org/
Tel: 0212 245 82 65
Fax: 0212 245 70 10
E – posta: festival@sendika.org

Not: Yazı festivalin basın bülteninden alınmıştır.

1 yorum

Nord



Festival’de karşıma çıkan ilk güzel film oldu Norveç yapımı Kuzey. Jomar 30 yaşındadır, bir kayak merkezinde gönülsüzce çalışır. Uzakta bir kızı ve yakın arkadaşına giden bir sevgilisi vardır. Jomar’ın anlattığı şekliyle o bir gün durmuş ve sevgilisi sabredebileceği kadar sabretmiş, sonra da gitmiştir. Jomar hala durmaktadır. Panik atağı vardır, sürekli ilaç ile birlikte alkol kullanır. Tedavi için kaldığı hastaneye geri dönmek ister, ancak hayatına normal bir şekilde devam etmesi gerektiğini söyleyip kabul etmezler. Bir akşam hem televizyon izleyip hem yemek hazırlamaya çalışırken kayak merkezinde kaldığı yeri yakar. Yangın söndürücü elindeyken bir karar verir. Arkasında yanan bir ev bırakarak pencereden attığı eşyalarını alıp kar motoruyla yola çıkar.

Yol filmlerinin şöyle bir vaadi vardır hep; yola çıkarsan ilginç ve harika insanlarla tanışırsın. Bu filmde de bu vaat var denebilir. Jomar kar motoruyla uzun bir süre gitmişken kar körlüğü geçiriyor ve birkaç gün karanlık bir yerde kalması gerekiyor. Onu evine alansa büyükannesiyle yaşayan on beş on altı yaşlarında bir kız oluyor. Kızın odasında küçük, karanlık bir kısımda birkaç gün kalıyor Jomar ve kızla kısa da olsa bir yakınlık yaşıyor. Ama Jomar farklı bir yolcu, yakınlığı da kendine göre. Bir kere o, karda kayarak ilerliyor ve karşısına çıkanlardan yiyecek ya da su istemiyor, alkol istiyor. Ama hiçbir şekilde sarhoş olduğunu ya da kendini kaybettiğini de görmüyoruz. Bu şekilde ilerliyor Jomar, alkol ihtiyacını bir yerlerden karşılaşıp devam ederek, genellikle arkasında küçük bir yangın bırakarak. Yolda karşısına çıkan en ilginç insansa şüphesiz homofobik olduğunu her fırsatta dile getiren aslında gay karakterimiz oluyor, onun gösterdiği sarhoşluk numarası ise sanırım sinemada görebileceğimiz en uçuk sahnelerden birinin gerçekleşmesine yol açıyor. Yine bazı absürt filmlerde dozu iyi ayarlayamama ve fazla abartma durumu sık sık karşımıza çıkan bir şey oluyor, Jomar’ın karşısına tank çıktığı sahnede böyle bir korkuya kapıldım, ama neyse ki arkası gelmedi bunun.

Sakin görünümünün ardında huzursuz Jomar’ı, Anders Baasmo Christiansen inanılmaz iyi canlandırmış. Filmin en büyük başarısı onun oyunculuğundan kaynaklanıyor. Karlar üzerinde kayarak bir yerlere varma fikri de yol filmlerine dair yeni bir şey söylüyor sanırım. Üstelik tam da Jomar’ın karakterine uygun bir metafor oluyor. Bitmesi gereken yerde de bitiyor film; Jomar kayarak kızının önüne gelip durmuşken.

1 yorum

Baisers volés


400 Blows'un alamet-i farikası Antoine Doinel, Baisers Volés filminde tekrar karşımıza çıkıyor. Antoine et Colette ile "20'li yaşların aşkını" yaşayan Antoine, bu filmle evlerimize takrar konuk oluyor.

Ordudan atılmasıyla, ki her ne kadar komutanı ordudan atılmanın iyi bir iş bulamayacağını üzülerek söylediği halde pek de üzülmemesiyle başlamakta filmimiz. İşi gücü olmayan genç bir adam olarak tanıdıklarının yanına gittiğinde, kızları Christine'e aşık olur. Ancak ordudan atılmanın hayaleti peşini bırakmaya pek de niyetli değildir; bir otelde gece bekçisi olarak çalışmaya başlar. Bir sabah, iki adamın odaların birinde kalan bir bayanın odasına girmek istemeleri ve olay çıkması nedeniyle de işinden olur. Bu arada Balzac okumayı da hiç bırakmamıştır;ilkokulda biraz fazla etkilenip yazdığı kompozisyon nedeniyle öğretmeninden azar yese de ya da Balzac için yaktığı mumu söndürmeyi unutması nedeniyle evi az daha yakıyor olsa da, tek başına kaldığı zamanların vazgeçilmez yazarıdır Balzac onun için.

İnsan hayatında rastlantıların büyük önemi var mıdır tartışılır, ya da rastlantı dediklerimiz ne denli "rastlantısal"dır, o da irdelenebilir, ancak Antoine'in işinden atılmasına sebep olan adamlardan birinin bir dedektiflik burosunda çalıştığı ortaya çıkınca, Antoine da kendini dedektif olarak bulur birden. Bu arada Christine'i görmek için sürekli evine gider ancak Christine annesine yalanlar söyletip evden Antoine görmeden kaçmaktadır. Sonunda bir gün Antoine ile çıkmayı kabul eder ve beraber bir sihirbazın gösterisini izlemeye başlarlar. Ancak Antoine'a iş daha önemli gelmiş olacak ki, bir olayın gizemini çozmek için Christine'i oracıkta bırakıverir. Ancak küçüklüğünden beri ne kadar dikkatsiz olduğunu bildiğimiz Antoine, her şeyi yüzüne gözüne bulaştırır ve işvereninden son bir şans daha ister.

Antoine'ın son işi, hayatına önemli izler bırakacak bir iş olacaktır. Bir ayakkabı dükkanında çalışmaya başlar; dükkanın sahibi, insanların neden kendisini sevmediklerini öğrenmek istemektedir, bunun için de Antoine'ın muhbirlik yapmasını istemektedir. Antoine, bu yeni işine biraz torpille de girse, zamanla orada çalışmaya alışır ancak bir problemi vardır; problem dükkan sahibinin güzel mi güzel karısıdır. Bu kadın karşısında Christine artık hayatındaki tek kadın olmayacaktır, kafası da karışır; hatta bu karışıklığı, hangi kadını seçmesi gerektiğini de aynanın karşısında yaptığı hangisinin ismini daha çok söyleyebileceğini bularak gidermeye çalışır. Ancak her iki kadından da ağır basar kendine sevgisi bir bakıma, aynanın karşısından sonunda elinde kalan tek isim kendisininki olur çünkü.

Bütün bunlar olurken dükkan sahibinin karısı da ona karşı boş değildir. Bu güzel kadın karşısında Antoine'ın dili tutulur ve yanlış bir şey söyler bir gün. Bu, Antoine için dayanılmaz bir hatadır, elde etmek istediği kadın karşısında rezil olmuştur. Ancak bu kadında ters bir etki yapar ve Antoine ile beraber olur. Tabii bu sırada dedektiflik bürosundan dedektifler kadını takip etmeye devam ederler ve onun Antoine'ın apartmanına girdiklerini saptarlar; tek bilmedikleri Antoine 'nın orada yaşıyor olduğudur. Antoine gerçeği diğerlerine anlatınca da, bu işinden de olur.

Bence bu noktada film, daha doğrusu Antoine bir yol ayrımına giriyor. Tehlikeli ve heyecanlı işiyle beraber yasak aşkını da kaybedince, belki istemli veya istemsiz, televizyon tamircisi yeni hayatıyla Christine'e geri dönüyor. Her dönem, Antoine'nın hayatında yerini yeni bir döneme, yeni bir kadına bırakıyor. Film boyunca gördüğümüz ve Christine'i sürekli takip eden esrarengiz adamın dediği gibi; Antoine belki de Christine'in hayatındaki geçici, ona gerçek aşkı veremeyecek insanlardan biri, Antoine'nın da Christine'e büyük bir aşkla bağlandığını sanmıyorum ancak Antoine için filmin bitimiyle, Christine ile birlikte yaşayacağı bir dönem başlıyor...

0 yorum

2. Yeşilçam Ödülleri



Yeşilçam Ödülleri;

* En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Yıldız Kültür (Issız Adam)

* En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Altan Erkekli (O... Çocukları)

* Digiturk Genç Yetenek Ödülü: Ahmet Rıfat Şungar (Üç Maymun)

* Turkcell İlk Film Ödülü: Sonbahar (Özcan Alper)

* En İyi Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki (Üç Maymun)

* En İyi Kadın Oyuncu: Hatice Aslan (Üç Maymun)

* En İyi Erkek Oyuncu: Onur Saylak (Sonbahar)

* En İyi Senaryo: Ebru Ceylan, Ercan Kesal, Nuri Bilge Ceylan (Üç Maymun)

* En İyi Müzik: Aria Müzik (Issız Adam)

* En İyi Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan (Üç Maymun)

* En İyi Film: Üç Maymun


kaynak: sinema.com

0 yorum

Frost/Nixon


Slumdog Millionaire'in ortalığı silip süpürdüğü 81. Oscar Ödül Töreni hala günlük konuşmalarda yerini korurken, Kodak Hall'dan eli boş dönen bir film Frost/Nixon. Yapım yılı, 2009. Yönetmen, Hollywood'un mayasını tutturmayı gayet iyi bilen, yaptığı filmler şaheser kategorisinde değerlendirilmese de tutacağı neredeyse banko olan Ron Howard. Başrollerde, Martin Sheen, Frank Langella, Kevin Bacon, Rebecca Hall ve televizyon dizilerinde sıklıkla gördüğümüz, gözümüzün ısırdığı ama adını çıkaramadığımız pek çok iyi oyuncu.
Film bir belgesel gibi değil gibi. İngiliz talk-show'cu ve belki sonradan gazeteci denmeye hak kazanmış olabilir televizyoncu David Frost'un Richard Nixon'la başkanın Watergate dolayısıyla görevinden istifa ettiği süreçte yaptığı ve Amerikan televizyonlarının en çok izlenen haber yayınlarından biri olan 1977 tarihli röportajların nasıl yapıldığının belgeselinin kurgusu demek mümkün ama kurgu demeye de dilim varmıyor, çünkü film gerçekle mizansen arasındaki çizgiyi neredeyse yok ediyor. Hem Sheen hem Langella canlandırdıkları karakterlerin tiklerine kadar her şeylerini birebir kopyaladıkları için Youtube'deki gerçek görüntüleri filmin yanına koyduğunuzda algınız şaşabiliyor. Sanıyorum bunda oyuncuların ikisinin de Broadway kökenli olması ve bu filmin oyun halini yıllarca sahnede oynamış olmaları yatıyor.
Dahası azıcık Amerikan tarihi bilen herkesin sonunun ne olduğunu en başından bildiği bir film aslında Frost/Nixon. Ama iyi oyunculuklarla gerilimi tepede tutmayı o kadar iyi başarıyolar ki Nixon meşhur cümlesini sarf ettiğinde hepimiz "I'm sorry?" diyoruz Forst'la birlikte. Politik bir film olduğu söylenmekte ki katılmıyorum, zira film "Nixon dönemine sinematografik bir bakış" falan gibi zamanında Oliver Stone tarafından pek başarıyla yapılmış şeyleri bir daha yapmaya yeltenmiyor. Aksine Frost gibi herkesin sevdiği ama kimsenin ciddiye almadığı bir adamın kendini var etme çabası olarak bir Nixon filmi değil Frost filmi oluyor. Özellikle benim gibi son zamanlarda televizyon haberciliğine merak sardıysanız, ucundan bu işi yapmaya başladıysanız, ve şans eseri İngilizlerle birlikte çalışmaktaysanız yapımcı-programcı-haberci diyalogları, röportaj hazırlıkları, becerebilir miyiz beceremez miyiz bunalımları vb trivia'larla film çok daha keyifli bir hale geliyor, "ahanda biz!" dememek ne mümkün? Bir de İngiliz ve Amerikan aksanlarının diyalogu, iki tarafın espri anlayışlarının birbirinden farkı gibi günlük hayatınızda burnunuza kadar içine battığınız detayları filmde izlemek çok daha eğlenceli oluyor. Röportaj 101'in ötesinde kapanışta televizyonun gücünü özetleyen Reston (Sam Rockwell) aslında filmin de gücünü özetliyor.
Oscar almamasına çok şaşırmadım Frost/Nixon'ın ama kesinlikle izlenmeli bence. En azından oyunculuklar takdir edilmek için izlenmeli.

Not: Biri beni durdursun, günde ikiye çıktı blogpostlarım :)

5 yorum

Babel


Alejandro Gonzalez Inarritu'nun (ki isminde muhtelif yerlerde aksanlar olmakla birlikte şahsımın İspanyolca'ya hakimiyetinin sıfıra yakınsaması dolayısıyla düz yazıyla yazılmıştır) 2006 yapımı filmi. Daha evvel Haavi Bey (selam ederim) burada pek minik değinmiş bu filme ama detaylı bir yazı göremeyince klavyeye sarılmak farz oldu (post-modern yazar jargonu).
Efendim, filmimiz Fas'ta, Japonya'da ve Meksika/ABD'de geçen 3 hikayeden oluşmaktadır. Amerikalı sorunlu karı koca Fas'a tatile giderler. Çocuklarını Meksikalı bakıcıyla birlikte evde bırakırlar. Kadın milyarda bir yaşanabilecek bir durum örneği olarak 3 kilometre öteden ateşlenen bir tüfekten çıkan bir kurşunla vurulur, önce bir köy evinde sonra da hastanede tedavi edilir. Bu esnada Meksikalı bakıcının oğlunun düğünü vardır. Kadın düğüne gitmek istemektedir. Çocukları bırakacak kimse bulamadığı için yanında götürür ama ailenin haberi yoktur. Düğünde gülünür, eğlenilir, yenilir, içilir dönüşte sınırı geçerken devriyelere yamuk yapılır. Tutuklanma durumu ortaya çıkınca gaza basılır kaçılır; tabii bunları Meksikalı bakıcı değil yeğeni yapmaktadır. Bu esnada Japonya'da diğer iki hikayeyle alakasını zinhar anlayamadığımız sağır-dilsiz liseli kızımız annesinin ölümünden sonra girdiği depresyondan seks yaparsa çıkabileceği yanılgısı içindedir. Bunun için denemediği yol kalmaz ama sonuç sıfıra sıfırdır maalesef. Bu kızımızın hikayesinin diğer iki hikayeyle kesiştiği nokta da Fas'ta ateşlenip Amerikalıyı vuran silahın asıl sahibinin kızın babası olması, ama Fas'a yaptığı bir av gezisi sırasında bu silahı rehberine hediye etmiş olmasıdır. Her üç hikayede mutlu sonla biter, gözyaşlarımızı sileriz, burnumuzu hınkırarak evimize gideriz.
Yukarıda anlattığım hikayeleri filmi izlemeyip okuyanlara bir anlam ifade edecek şekilde yazmış olsam da normalde kamera dünyanın üç farklı köşesine savrum savrum savrulduğu için ne olduğumuzu şaşırıyoruz filmde bir yerden sonra. Zaman algımızın düzenini sağlayan tek şey her üç ülkede de haberlerde Amerikalı kadın Fas'ta vuruldu haberlerinin yer alması, bir de en sonda yapılan kapanış konuşmaları. O sayede "hangi olay ne zaman oldu"yu netleştirebiliyoruz. Filmin bu özelliği kimileri için bir övgü malzemesi olabilse de bence Inarritu'nun artık fena halde baymaya başladığı, yeni bir tekniğe ihtiyacı olduğu anlamına geliyor. Her filmde aynı kurgu nereye kadar diye insan sormadan edemiyor.
Filmin kadrosunun maşallahı var: Brad Pitt, Cate Blanchett, Gael Garcia Bernal, Elle Fanning ve daha adını sanını bilmediğim, IMDB'ye bakmaya da üşendiğim bir sürü Japon, Meksikalı ve Faslı oyuncu (Fastakilerin çoğu oranın köylüleriymiş bu arada). Ortaya çıkan sonuç bu açıdan fena değil. Brad Pitt daha önce de dediğim gibi artık Hollywood'un yağışıhlısı olmaktan çıktı. Gerçi Benjamin Button'ın botokslu gençliğinden sonra burada gözlerinin etrafındaki çakma çizgiler ne derece doyurucu oldu bilemem ama, Cate Blanchett hep fıstık diyebilirim.
Filmin siyasi içeriğinin çok doyurucu olduğuna, Amerika'ya ciddi eleştiriler getirildiğine, efendime söyleyeyim filmin kalabalıklar içindeki yalnızların filmi olduğuna, dahası filmin adından da hareketle (Tanrı'nın Babillileri nasıl cezalandırdığını hepimiz biliyor muyuz?) modern insanın iletişimsizliğine bir ağıt olduğuna dair neler neler söylendi yazıldı, ne yorumlar getirildi Babel için. Fakat bana sorarsanız, ki bu yazıyı bu noktaya kadar okuduysanız sorduğunuzu varsayıyorum, eğer ki bu film bir politik sinema örneğiyse, hayatımda gördüğüm en kötü politik filmlerden biriydi. Kör gözüm parmağına Amerikan eleştirisi yapmakla siyasi film yapılamayacağını hala öğrenemeyenlere diyecek lafım yok, herkesin bildiği kendine tabii ki.
Az biraz okumuş yazmış mürekkep yalamış, sinefil yurdum entellektüelinin nezdinde şerbetli bir adam olan Inarritu'yu eleştirmek zinhar günah, bu filmi beğenmemek yontulmamış kalaslık olsa da açık, net, alenen ben bu filmi sevemedim. 2 saat 23 dakika boyunca (ki dikkatinizi çekerim az buz da değildir) darallardan darallara, depresyonlardan depresyonlara sürüklendim. Kötüyü göstermek başkadır, insanın içini karartmak başka. Bu film ikinci kategoriye giriyor, sıkıntıdan insanın uykusunu kaçırıp sabaha karşı blog başına oturtuyor. Sabrınız varsa, Inarritu'nun meraklısıysanız, ya da Fas'ın dağını, Tokyo'nun barını, Villa de Guadaloupe'un düğününü merak ettiyseniz izleyin. Yoksa onu boşverin, ben size daha iyi filmler tavsiye ederim.

3 yorum

Revolutionary Road


“Hiçbir şeyden konuşmasak olmaz mı? Yani her günü böyle geldiği gibi geçirsek, elimizden geleni yapsak ve kendimizi her zaman her şeyi konuşmak zorunda hissetmesek.” *

Ricahard Yates’in aynı adlı kitabından uyarlama Sam Mendes filmi. American Beauty’de ele aldığı meseleye geri dönüyor Mendes, ama bana kalırsa bu sefer insanın kendi cehennemi, aile ve toplum cehennemi üzerine daha dürüst bir film yapıyor.

Revolutionary Road; hayaller, korkular, umutsuzluk, toplumsal roller, cesaret ve pek çok şey üzerine derin ve karanlık bir film. Frank ve April Wheeler genç ve parlak bir çifttir. Beklenmedik bir hamilelik yüzünden evlenip kendilerine herkes gibi sıradan bir hayat kurmuşlardır. Frank, babasının yıllarca çalıştığı Knox Ofis Makineleri’nde gönülsüz de olsa çalışmak zorunda kalmış, April da kötü giden tiyatro kariyerini bırakmıştır. Herkes gibi yaşarlarken aslında farklı olduklarına inanmaya devam ederler. Ancak April bunun bir aldatmaca olduğunu anlar. Burada kalmaya devam ederlerse bu hayatı yaşayıp tükeneceklerinin farkına varır. Paris’e taşınmaya, orada kendisi çalışırken Frank’in hayatta ne yapmak istediğini bulması için düşünmesine onu ikna eder. Bu plan hayatlarını bir süre değiştirir. Gerçekten farklı olduklarını hissederler, bu hem birbirleriyle ilişkilerine hem de çevreleriyle ilişkilerine yansır. Frank, her sabah kendisine benzeyen herkesle birlikte bindiği trende ve iş yerinde diğerlerinden farklı görünür. Yürüyüşü değişmiştir ve daha şimdiden –koyu takım elbiseleri içindeki insanlar yanından hızla geçip giderken- durup gülümseyerek çevresine bakmayı öğrenmiştir. Ama yine beklenmedik şeyler olur. Frank terfi alır, April yeniden hamile kalır. Frank’in Paris hayaline inancı zaten baştan beri güçlü değilken zamanla iyice azalır. Ve o, umuda doğru yapılacak büyük yolculuk gerçekleşmez. Yaşadıkları beyaz ve “şirin” evi onlara satan emlakçı Helen Givings’in “akıl hastası” oğlu John tarafından asıl gerçek dile getiriline kadar kendilerini kandırmaya devam ederler. Onların bu gidişine sevinen ve umutsuzluk sözcüğünü dile getirme yürekliliklerinden ötürü onları tebrik eden John, durumun gerçekliğini ortaya döker. Frank belli ki kendine ayıracağı özgür zamandan korkmuş ve sanıldığı gibi ilginç ve zeki bir adam olmadığının ortaya çıkacağından endişelenmiş ve burda, herkesin onun hakkında öyle düşündüğü yerde yaşamayı, gerçeği değil, bu yanılsamayı seçmiştir. Güvenlik duygusundan ve paranın getireceği rahat hayattan vazgeçememiştir. Bu filmin en önemli sahnelerinden biridir, çünkü devamında Frank ve April’in yaşayacağı o büyük kavgayı, her şeyin çözüleceği anı getirir.

April, Frank’a oranla daha açık bir karakterdir. Frank her şeyi konuşalım deyip durmasına ve çok konuşmasına rağmen bu açıklığı bir türlü yakalayamaz. Çünkü aklı kendini ikna etmeye, karşısındaki kandırmaya hizmet eder sadece. Böylesinin daha iyi olacağına, beklenmedik hamileliğin burada kalma nedenleri olduğuna kendini ikna etmiştir. Her şeyin sorumluluğunu April’in hasta olmasına ve terapiye ihtiyacı olduğuna bile bağlayacak kadar ikiyüzlüdür. Ama April dürüstlük peşindedir, o, bu bebeğin ikisi tarafından da istenmediğinin gayet farkındadır. John’un dediği “iyi ki o çocuk ben değilim” sözü sadece bilinen bir gerçeği dile getirir. Filmde gerçeğin peşinde olan ve düşüncelerini açıkça ortaya koyan iki kişinin, John ve April’ın delilikle ilişkilendirilmesi tesadüf değildir elbette. Sistemin devamı için yalanlara ihtiyaç vardır ve gülümseyerek yalan söyleyemiyorsanız, üstelik hayal kurmaya devam ediyorsanız Frank ve diğerlerinin gözünde delisinizdir. Çünkü aslında bazı insanların sadece bir ev ve aile gibi basit hayalleri vardır; kendileri olmak ve istedikleri hayatı yaşamak için kendi içlerine doğru yapacakları yolculukları ise ancak deliler göze alır.

Kitaptan pek çok şeyi değişikliğe gidilmiş senaryoda, ama bu değişikliklerin hepsi de yerinde görünüyor, çünkü kitabın geneline hakim o kapkaranlık umutsuzluk korunmuş ve kabus gibi bir film çıkmış ortaya. Kitapta uzun uzun anlatılan herkesin aslında kendini kandırdığı düşüncesi ise Sam Mendes’in ve oyuncuların başarısı sayesinde ayrıntılara ihtiyaç duymaksızın ortaya dökülmüş. Kate Winslet ve Leonardo DiCaprio için söylenecek söz yok. (Kate Winslet’in nasl olup da buradaki oyunculuğu ile değil de The Reader ile Oscar adaylığı aldığını anlamak mümkün değil.) Kavga gecesinde iki oyuncunun da oyuncululukları zirveye çıkıyor ve sabah kahvaltı sırasında devam ediyor. “Yumurtan nasıl olsun” gibi bir cümlenin tüyler ürperten bir gücü olabileceğini Kate Winslet sayesinde anladım. Filmin finali de aynı buz gibi etkiyi yapıyor ve acaba evliliklerin ve daha genel anlamda toplumsal ilişkilerin yürümesinin tek yolu kendini kandırmak ve bazı şeyleri duymamak mı gibi korkunç bir soruyu düşündürerek de bitiyor film.

* Hayallerin Peşinde, Sayfa 272, Doğan Kitap.


2 yorum