1995 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1995 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Lumière et Compagnie


Lumière’den 100 yıl sonra tanınmış 40 yönetmen bir araya gelir ve onun kamerasıyla filmler çekerler. Uyulması gereken bazı kurallar vardır; filmler 52 saniye olacak, tekrar çekim yapılmayacak ve üç plan kullanılacak.

Bu tür ısmarlama işlerde pek parlak sonuçlar çıkmaz çoğu zaman. En son "Paris Je T’aime"de bildiğimiz ve sevdiğimiz yönetmenler yaratıcılıktan uzak filmleriyle bizi şaşırttılar. Ama işin içinde Lumière ve sinema olunca ister istemez beklentilerimiz başka oluyor. Ancak sonuçlar yine çok iyi değil. Abbas Kiarostami ve David Lynch’in filmleri (ki Lynch'in nasıl üç planda çektiğini anlamak için tekrar tekrar izlemek gerekiyor) hariç çok sevdiğim film olmadı. Ama çok da önemli değil bu, çünkü bu kısa filmlerden daha ilginç olan yönetmenlerin “Neden Lumière’in kamerasıyla film çekmeyi kabul ettiniz?”, “Neden film çekiyorsunuz?” ve “Sinema ölümlü müdür?” sorularına verdikleri cevaplardı. Özellikle Haneke “Bir kırkayağa neden yürüdüğünü ya da tökezlediğini asla sormayın” diyerek farkını ortaya koyuyordu yine, Lynch ise “Film çekmeyi seviyorum çünkü bir başka dünyaya geçmeyi, orada kaybolmayı seviyorum. Filmler, bence, düş kurmanızı sağlayan büyülü araçlar, size karanlıkta düş kurduruyorlar” diye cevap veriyordu neden film çekiyorsunuz sorusuna. Benim favori cevabım da çok sevdiğim bir yönetmen olan Wim Wenders’ten geliyordu; “Yapacak başka bir şey yok”.

Gerçekten farklı bir sinema deneyimi sunuyor bu belgesel, hem bu filmlerin çekimlerini izlemek hem de birbirinden ünlü yönetmenin Lumière kardeşlerin kamerasından baktığını görmek gerçekten güzel bir deneyim.

Ayrıca güzel de bir soru düşürdü aklıma bu film; “Hangi film karesi birdenbire aklınıza gelir?”… İzledikten sonra onlarca film karesi geçti gözümün önünden, bu da filmin yaşattığı ayrı bir deneyim oldu.

Projeye katılan yönetmenler; Merzak Allouache, Theo Angelopoulos, Vicente Aranda, Gabriel Axel, Bigas Luna, John Boorman, Youssef Chahine, Alain Corneau, Costa Gavras, Raymond Depardon, Jaco van Dormael, Francis Girod, Peter Greenaway, Lasse Hallström, Michael Haneke, Hugh Hudson, James Ivory, Gaston Kabore, Abbas Kiarostami, Cedric Klapisch, Andrei Konchalovsky, Spike Lee, Claude Lelouch, David Lynch, Ismail Merchant, Claude Miller, Sarah Moon, Idrissa Ouedraogo, Arthur Penn, Lucian Pintilie, Jacques Rivette, Helma Sanders Brahms, Jerry Schatzberg, Nadine Trintignant, Fernando Trueba, Liv Ullmann, Regis Wargnier, Wim Wenders, Yoshishige Yoshida, Yimou Zhang.

0 yorum

Sen de Gitme


Tunç Başaran'ın çok ama çok ödüllü ve aslında daha da fazlasını hak eden 1995 yapımı güzel filmi. Ayla Kutlu'nun Sen de Gitme Triyandifilis romanından uyarlama bir güzellik. 1997 Antalya Altın Portakal, aynı yıl Adana Altın Koza, Ankara film festivali, Alexandria film festivali, İstanbul film Festivali... En iyi film, en iyi kadın oyuncu, en iyi yönetmen ödülleri... Aslında şaşırmamak lazım. Bu film kitapken de ödüllüydü aslında. Sait Faik ödülünü almıştı Ayla Kutlu bu kitabıyla. Bir üzerine Tunç Başaran'ın kaliteli yönetimiyle Işık Yenersu ve Olivia Bonamy'nin eksiksiz oyunculukları eklenince ortaya bu çıkıyor.

1930'ların sonunda Antakya'nın anavatana ilhakı, hemen peşinden patlak veren İkinci Dünya Savaşı, Maruniler, Ermeniler, Müslüman Türkler ve daha bir sürü etnik grup arasında yaşayan bir Rum ailenin kızı Triandifilis. İlhak olduğunda 15 yaşında. Çok güzel dünya güzeli bir kız. Bakanın gözünü alamadığı cinsten. Ama kendi ne kadar büyüse de aklı büyümüyor, zekası hep 10 yaşında bir kız çocuğu kadar. Hayatta en sevdiği, ve belki de onu en çok seven insan dadısı Sultan. Sultan sanki Triandifilisle birlikte nefes alıyor. Bu koşullarda Triandifilis önce şehirdeki bir Fransız askeri olan Pierre'e aşık oluyor, sonra ailesi Suriye'ye kaçıyor, Triandifilis'i bir adamla evlendiriyorlar güya. Ama adam onu satıyor, oradan oraya bir sürü kötü şey yaşıyor Triandifilis. Sonra bir fırsatını bulup kaçıyor, kaçıyor, kaçıyor. Taa ki Sultan'ı tekrar bulana kadar kaçmaya devam ediyor. Zaten bozuk olan akli dengesi iyice bozulsa da hayat yine galip geliyor. Triandifilis Pierre'i unutup Rıfat'a aşık oluyor, evleniyorlar. Ama Rıfat askere gitmek zorunda kalıyor. Kore Savaşı'nda cepheye gönderilip şehit düşüyor. Sultan da hastalanıp ölünce film de bitince akılda en son yoldan geçen askerlerin omzuna dokunup yüzlerine bakan çok güzel bir genç kadın kalıyor.

İlkokul fişi gibi üçer kelimelik özne-tümleç-yüklem dizilerinden ibaret bu spoiler-sinopsis arası özet aslında filmi anlatmaya yetmiyor. Çünkü aslında film kocaman bir ağaç gibi. Üzerinden sarkan her bir meyvenin tadı birbirinden çok farklı olduğundan hepsinden bir ısırık gerekiyor. En önce film bir dönem filmi olarak çok başarılı. Belki vardır minik kusurları, ama bütün içinde o kadar erimiş ki insan fark etmiyor. Film 1939'da ya da 1944'te çekilse yine aynı görünürmüş gibi geliyor. Tunç Başaran'a gidiyor ilk alkış...

Kim daha iyi oynuyor? Aslında film biraz ünlüler geçidi tadında. O yüzden kıyas zor gibi. Yukarıdaki isimlerin yanında Meriç Başaran, Fikret Hakan, Cezmi Baskın, Ruhi Sarı (ki ilk sinema filmidir). Bir iki akıl almazlık dışında bütün oyunculuklar çok başarılı. O akıl almazlık da şu: Annesi-babası (Meriç Başaran ve Fikret Hakan) mükemmel Türkçe konuşurken Triandifilis (Olivia Bonamy) neden kırık dökük bir Türkçe'yle konuşmaktadır? Bu arada bilmediğiniz bir dilde film çekmenin hele ki bir çocuk zekasındaki yetişkini canlandırmanın zorluk derecesi benim tahayyülümü aşıyor. O yüzden Olivia Bonamy'e ekstra alkışlar gidiyor.

Filmin müziklerinde alttan alttan gizli gizli "Sen de başını alıp gitme" mi çalıyor, yoksa bana mı öyle geliyor? Yok yok hakikaten çalıyor. Aaa o zaman bir blok alkış da müziklere gidiyor.

Herkesin bazı zaafları var sinema konusunda. İzlerken ağlamadan duramadığı filmler var. Bu da onlardan bir tanesi. Zorlama değil kesinlikle, hüzün olsun diye hüzünlü değil. ama hüzünlü işte. Sepya bir fotoğrafta rahmetli anneannenizin ve dedenizin düğün fotoğrafına bakmak gibi. İçten gelen bir hüzün. Yıllar evvel, daha küçücük bir kız çocuğuyken izleyenlerin bile içine işleyen bir hüzün. Ne zaman yayınlansa insanı kendine işkence pahasına tekrar izlettiren bir hüzün. İzleyin siz de bu filmi. Acır belki içiniz ama mutlu olursunuz hiç değilse 107 dakikalığına.

5 yorum

Before Sunrise



Şehrin ışıkları sizin, sizin aşkınız şehrin üzerinde. Adım attığınız her sokakta, kapısından içeri girdiğiniz her yerde kendinize ait bir şeyler bırakıyorsunuz. Yere göğe ruhunuzdan ve aşkınızdan parçalar döke döke öylesine salınıyorsunuz sıkıcı Viyana sokaklarında. Viyana'yı gururlandırıyorsunuz, böylesine bir aşk görmemiş şehir tarihinde. Sonra siz gidiyorsunuz, geride bıraktığınız her yer ruhsuz, aşksız, bitkin ve renksiz kalıyor, ağlıyor adeta.

Richard Linklater'ın Philadelphia sokaklarında Amy ile tanışıp dolaşmasından sonra çekmeye karar verdiği filmin benim için çok önemli bir yerde durduğunu söylemem lazım. 3-4 sene kadar oluyor, bir yaz akşamı saat 22 civarı televizyonu açtıktan sonra tren sesini duymamla televizyona odaklanmam bir olmuştu. Trende yabancı biriyle tanışıp, yabancı bir şehirde aşk yaşamak her zaman rastgeldiğimiz bir şey değildi ama film çok bizdendi. Bu muhteşem filmden o zamana kadar haberimin olmaması, ismini bile bilmiyor olmam ayrıca filmi izlemeden geçirdiğim onca sene aklıma geldikçe kötü oluyordum. Neyse ki şoku çabuk atlattım ve uzun zaman geçmeden filmi tekrar izleme fırsatı buldum. Sonra bir daha izledim, bir daha.. Olanlar hala rüya gibi geliyordu. Bana yapmak istediğim tek şeyin, interrailin umudunu veren bir rüya.

Richard Linklater filmde belden aşağıya çok yönlü çalışıyor. Yaptığı düpediz saygısızlık. Hem Viyana'ya hem Julie Delpy'ye hem Trenlere hem Ethan Hawke'ın tavırlarına hem de aşk'a aşık ediyor sizi. Diyalog dahisi Linklater yine çok şey anlatarak aslında tek bir şey anlatıyor, anlattığı malum. Zaten ilk bir kaç izleyişten sonra diyalogları hatırlamanız imkansız olacak. Filmin bir güzel yanı da bu aslında, sırf o diyalogları hatırlamak için bir süre sonra tekrar izlemek istiyorsunuz. 3-4 ay kafi. Ne kadar diyaloglara odaklanarak izleseniz de diyaloglardan ziyade sahneler kalıyor aklınızda. Tramway, isimsiz ölüler mezarlığı, falcı, nehirdeki evsiz şair, dolap sahneleri, müzik odası sahnesi.. ah o kısacık müzik odası sahnesi yok mu. Onlar gözlerini birbirinden kaçırırlar, ben mahvolurum o 1.5 dakikada. Nasıl gerçek bir sahnedir o ? Utangaçlık, güvensizlik, korku, aşk hepsi aynı sahnede. İşin ilginci filmin en güzel sahnesi ve diyalog yok. Sadece müzik var.

Kısaca, en sevdiğim film. Sinemasal, teknik, anlatım, biçim vs. olarak daha iyileri yapılmış mıdır ? Bilmem. Ruh olarak daha iyisi yapılmamıştır bana göre. Bir film geleceğimi çizeceksek o bu olacaktır. Lakin, O güzel kızı tavlayan Jesse benim süper kahramanımdır, idolümdür. O avrupalı, cazibeli, bilgili Celine ulaşılamayacak aşkımdır. Viyana en az bir günümü geçirmem gereken, sokaklarında yürürken sebepsizce ağlamam gereken, hayal dünyamın başkentidir. Tren ile avrupayı dolaşmak umudumdur ve hayatımdaki yegane amacımdır.

Aşk ? Bilmiyorum. Ama Ethan Hawke'a "Bu filmin çekimleri sırasında Julie'ye gerçekten aşık olmadın mı ?" diye sormak isterdim.

12 yorum