_kentaur_ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
_kentaur_ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Baisers volés


400 Blows'un alamet-i farikası Antoine Doinel, Baisers Volés filminde tekrar karşımıza çıkıyor. Antoine et Colette ile "20'li yaşların aşkını" yaşayan Antoine, bu filmle evlerimize takrar konuk oluyor.

Ordudan atılmasıyla, ki her ne kadar komutanı ordudan atılmanın iyi bir iş bulamayacağını üzülerek söylediği halde pek de üzülmemesiyle başlamakta filmimiz. İşi gücü olmayan genç bir adam olarak tanıdıklarının yanına gittiğinde, kızları Christine'e aşık olur. Ancak ordudan atılmanın hayaleti peşini bırakmaya pek de niyetli değildir; bir otelde gece bekçisi olarak çalışmaya başlar. Bir sabah, iki adamın odaların birinde kalan bir bayanın odasına girmek istemeleri ve olay çıkması nedeniyle de işinden olur. Bu arada Balzac okumayı da hiç bırakmamıştır;ilkokulda biraz fazla etkilenip yazdığı kompozisyon nedeniyle öğretmeninden azar yese de ya da Balzac için yaktığı mumu söndürmeyi unutması nedeniyle evi az daha yakıyor olsa da, tek başına kaldığı zamanların vazgeçilmez yazarıdır Balzac onun için.

İnsan hayatında rastlantıların büyük önemi var mıdır tartışılır, ya da rastlantı dediklerimiz ne denli "rastlantısal"dır, o da irdelenebilir, ancak Antoine'in işinden atılmasına sebep olan adamlardan birinin bir dedektiflik burosunda çalıştığı ortaya çıkınca, Antoine da kendini dedektif olarak bulur birden. Bu arada Christine'i görmek için sürekli evine gider ancak Christine annesine yalanlar söyletip evden Antoine görmeden kaçmaktadır. Sonunda bir gün Antoine ile çıkmayı kabul eder ve beraber bir sihirbazın gösterisini izlemeye başlarlar. Ancak Antoine'a iş daha önemli gelmiş olacak ki, bir olayın gizemini çozmek için Christine'i oracıkta bırakıverir. Ancak küçüklüğünden beri ne kadar dikkatsiz olduğunu bildiğimiz Antoine, her şeyi yüzüne gözüne bulaştırır ve işvereninden son bir şans daha ister.

Antoine'ın son işi, hayatına önemli izler bırakacak bir iş olacaktır. Bir ayakkabı dükkanında çalışmaya başlar; dükkanın sahibi, insanların neden kendisini sevmediklerini öğrenmek istemektedir, bunun için de Antoine'ın muhbirlik yapmasını istemektedir. Antoine, bu yeni işine biraz torpille de girse, zamanla orada çalışmaya alışır ancak bir problemi vardır; problem dükkan sahibinin güzel mi güzel karısıdır. Bu kadın karşısında Christine artık hayatındaki tek kadın olmayacaktır, kafası da karışır; hatta bu karışıklığı, hangi kadını seçmesi gerektiğini de aynanın karşısında yaptığı hangisinin ismini daha çok söyleyebileceğini bularak gidermeye çalışır. Ancak her iki kadından da ağır basar kendine sevgisi bir bakıma, aynanın karşısından sonunda elinde kalan tek isim kendisininki olur çünkü.

Bütün bunlar olurken dükkan sahibinin karısı da ona karşı boş değildir. Bu güzel kadın karşısında Antoine'ın dili tutulur ve yanlış bir şey söyler bir gün. Bu, Antoine için dayanılmaz bir hatadır, elde etmek istediği kadın karşısında rezil olmuştur. Ancak bu kadında ters bir etki yapar ve Antoine ile beraber olur. Tabii bu sırada dedektiflik bürosundan dedektifler kadını takip etmeye devam ederler ve onun Antoine'ın apartmanına girdiklerini saptarlar; tek bilmedikleri Antoine 'nın orada yaşıyor olduğudur. Antoine gerçeği diğerlerine anlatınca da, bu işinden de olur.

Bence bu noktada film, daha doğrusu Antoine bir yol ayrımına giriyor. Tehlikeli ve heyecanlı işiyle beraber yasak aşkını da kaybedince, belki istemli veya istemsiz, televizyon tamircisi yeni hayatıyla Christine'e geri dönüyor. Her dönem, Antoine'nın hayatında yerini yeni bir döneme, yeni bir kadına bırakıyor. Film boyunca gördüğümüz ve Christine'i sürekli takip eden esrarengiz adamın dediği gibi; Antoine belki de Christine'in hayatındaki geçici, ona gerçek aşkı veremeyecek insanlardan biri, Antoine'nın da Christine'e büyük bir aşkla bağlandığını sanmıyorum ancak Antoine için filmin bitimiyle, Christine ile birlikte yaşayacağı bir dönem başlıyor...

0 yorum

Let the right one in (Låt den rätte komma in)


İnsanların korku filmi izleme amacı nedir? Zaten ilerleyen dakikalarda olduruleceği aşikar guzel kızların küçük şortlarıyla bir oraya bir buraya koşturmaları mı, yerleşik hayatın durağanlığından açığa çıkan adrenalin isteği mi,yoksa gizemli ve doğa üstü şeylerin beraberinde getirdiği cazibe mi? Durumu biraz daha özelleştirelim. Bir vampir filminden beklenenler nelerdir? Bram Stoker's Dracula kılıklı karizmatik vampirler mi, yoksa Underworld konseptli savaşçı ama bir o kadar da duygusal olanlar mı aranır bu tür filmlerde? İnanıp inanmamak size bağlı olan birşeydir, bir filmden neler beklediğiniz de yine sizin deneyimlerinizeve önyargılarınıza bağlıdır; ancak Let the Right on in filminde beklediklerinizin - ya da deneyimlediklerinizin - hiçbirini göremeyeceksiniz. Bu film, sadık korku filmi izleyicilerine farklı bir tür sunuyor.

Beklentilerin çoğu mistik olaylar ya da vahşet üstüne yoğunlaşmışken, "kuzey ışıkları" temsilcisi İsveç'ten gelen bu film, bu beklentilerin hiçbirini size sunmuyor. İlk başta kotu olarak algılanabilir belki bu beklentilerin gerçekleşmemesi, ancak korku filmini korkunç yapan şeyin zaten izleyicinin karakerlerle empati kurarak onların yerine korkması/ yaşadıklarını onlarla beraber yaşaması düşünüldüğünde,kendinden bekleneni layıkıyla yerine getiriyor.

Filmin anakahramanı Oskar, 12 yaşında,okuldaki kabadayı çocuklarda surekli dayak yiyen birçocuk olarak karşımızaçıkıyor.Çok fazla arkadaşı yok, zaten okuldaki zamanının çoğunu diğer çocuklardan dayak yemekten kaçarak geçiriyor. Birgun, apartmanlarına yeni taşınan bir kız çocuğunu keşfediyor,Eli'yi. Ancak Eli'de de bir gariplik var sanki, o buz gibi soğukta hiç üşümüyor,çünkü üşümeyi unutmuş. Bazen olu gibi duruyor,güçsüz, yorgun... Ama ne zaman civarlarda biri oldurulse, sanki yendien doğmuş gibi neşeli...

Film, bu andan sonra kesilip, başlangıç kısmı örneğin bir aile dramını ya da isveçte çocukların yaşadığı zorlukları anlatan bir filmle bağlansa, hiç de aykırı durmayacak bir durağanlıkta. Eli'nin üşüyememesi, ya da Eli'nin "mucizevi" bir şekilde bacaklarını kırmadan bir oraya bir buraya atlayıp zıplaması gibi detaylar,bir şekilde kızın bünyesinin dayanıklı olduğuna falan bağlanabilirse sokaktaki iki çocuktan farkları kalmayacak. Her an bir aksiyon olmasını bekleyen izleyiciler için filmin bu kısmı koku filmi ozelliğini taşımıyor belki ama bence filmin gücü biraz da buradan geliyor. Çok küçük detaylarla hikayeyi kafamızda toparlıyoruz. Hiçbirşey gözümüze iğrençlikle ya da zbamm!! efektiyle sokulmuyor; zaten gerçek hayatta hiçbirşey de Hollywood efektleriyle yaşanmadığına gore,film gerçekçiliğini ve gerçek hayatta yaşanabilme olasılığını bu ozellikleriyle arttırıyor.

Film ilerledikçe Oskar'ın Eli'ye olan aşkı da artmaya başlıyor. Bence bu noktada filmin asıl konusu,küçük bir çocuğun bir vampire aşık olursa ne olabilecekleri oluyor.Film, bu nedenle de daha gerçekçi ve daha korkutucu bir hale bürünüyor. Sevdiğiniz insanın vampir olma olasılığı yeterince korkutucu.

Önemli karakterlerden biri de Eli'nin babası olduğunu tahmin ettiğimiz adam. Eli'nin öğünlerini elinden geldiğince karşılamaya çalışan, lakin bunda başarılı olamayınca da kendini sunmaktan çekinmeyen cefakar bir insan kendisi ki daha sonra arkadaşarımla yaptığım konuşmalarda bu adamın Eli'nin eski sevgilisi olabileceği düşüncesi geldi; filmi bir de bu açıdan izlemek, Oskar'ın sonunu tahmin etmek için faydalı bir yol oluyor.

Bir vampirle küçük bir çocuğun dayanışma sahnesi, filmin doruk noktası ve o kadar başarılı bir sahne ki, ne olduğunu anlayamadan ve mistikliğini/ doğaüstülüğünü gözümüze sokmadan izleyicilerin gözlerinin korku ve şaşkınlıkla büyümesine neden oluyor. Gerçek, aslında ciddi anlamda korkutucu bir gerçek, sakin sakin seyirciye anlatılıyor. Alışıldık korku filmlerinin tam tersi bir şekilde,bütün durağanlığıyla film bizleri korkutuyor.

Korku filmlerini,özellikle vampirli olanları çok seven bir insan olarak bu filmi, korku dalına getirdiği yeni bir anlatım tekniği açısından çok sevdim. Let the right one in'i izlemenizi kesinlikle öneririm, testere serisinin aksine çok daha az kanlı, ancak ondan çok daha korkutucu bir film gerçekliğe çok daha yakın olması sebebiyle....

3 yorum

Revolver


"The greatest enemy will hide in the last place you would ever look."



Snatch ile kalbimizde yer almayı becerebilmiş yönetmen Guy Ritchie'nin, 2005 yılında çektiği filmi. Hapishaneden yeni çıkmış bir adam (Jack), büyük mafya patronu Macha ve nereden çıktığı belli olmayan glof meraklısı Zach (the Sopranos 'dan çıkmış bi kılıkla tabii ki, mafya denince ilk akla gelenlerden) ve Avi'nin kesişen -ya da kesiştirilen- yolları üzerine kurulmuş film.


Nahiyesinde çokça mafya öğeleri barındıran filmimiz- ki aslında pe de meraklısı değilimdir bu filmlerin- Jack'ın Macha'dan alacağını istemesiyle başlıyor. Bir de nereden geldiği ilk başta belli olmayan kartvizitler var; daha sonra Jack'in hayatını kurtaracak ya da başka bir açıdan bakıldığında tamamiyle dibe batıracak olan kartvizitler.


Eğer 3 gün ömrünüzün kaldığını öğrenirseniz yapacağınız şeyler ne olurdu? Bu soru sorulduğunda aslında filmin ufacık bir falsosu var; çünkü çoğumuz zaten yüklü miktarda sahip olduğumuz parayla kendimize ufak bir cennet kurarız, 3 günü böyle kurtarırız ama Jack, Avi'nin teklifini biraz da peşinde Macha'nın adamları olamsı sebebiyle kabul ediyor ve Avi ve Zach için çalışmaya başlıyor.


Filmi diğer klasik mafya filmlerinden ayıran özelliği, Jack'in hapishane arkadaşları olan usta bir dolandırıcı ve satranç ustası olması. Oldukça tehlikeli olan bu karışımın ortakları, mükemmel bir formül yapıyorlar kendilerine; kesin bir dolandırıcık formülü ki bu formülü öğrenen Jack'da bunu kullanıp paraya para demiyor bir anlamda.


İşin içine kimsenin yüzünü göremediği ancak O'nun herşeyi gördüğü Mr. Gold girince de film, hafif bir Dövüş Kulübü havası alıyor ki açıkçası ben Gur Ritchie'den daha yaratıcı birşey beklerdim; Snatch filminin hastası olan bir insan olarak bu kadar kolay bir şekilde filmin bağlanması beni çok rahatsız etti açıkçası. Özellikle klostrofobik Jack'in asansorde alteregosu Mr. Gold ile olan muhabbeti ve gereksiz bir Fight Club göndermesi -oldukça aleni ve oldukça gereksiz kanımca- fazlasıyla uzundu; herkes kendi kendine kendisiyle konuşur, tamam, Mr Gold'u ancak bu şekilde seyircilere hissettirebilirde bu da tamam, ama bu kadar uzun, gürültülü ve dediğim gibi fazlasıyla Fight Club havası estiren bir monologa hiç mi hiç gerek yoktu. Keza Mazcha'nın kendi iç hesaplaşmaları da gereğinden uzun tutulmuş gibi geldi. Ancak Ray Liotta'nın hayat verdiği Macha karakterinin devamlı solaryumda olması ve , sanırsam, evin yaklaşık bütün odalarına solaryum cihazlarının yerleştirilmesi, özellikle her daim bronz gezen arkadaşlarımızın seveceği bir detay olmuş.


Filmin en hoş taraflarından birisi Avi ve Zach'in gerçek kimliklerinin ortaya çıkması. Jack ve Mr. Gold ile uğraşan bünyelerimz, filmin sonunda ipuçları tekrar gösterildiğinde nasıl oldu da düşünemedim şeklinde hayıflanıyor. Yoksa Zach gibi bir Sopranos karakterinin kitaplarla ne işi olsun?


Filmde herkes unutulsa bile unutulmayacak bir karakter var ki o da memur giyimli tetikçimiz. Görmediği insanları, örneğin bir üst kattaki adamı, kafasına ateş ederek öldürebilecek kadar isabetli atışlar yapan ve sonrasında da hiçbirşey olamamış gibi yoluna devam eden tetikçi Sorter,gerçekten çok başarılı, bir o kadar da vicdanlı bir karakter olmuş.


Biraz fazla eleştirdim galiba filmi ama bence bulunduğunda izlenebilecek bir film. Bir kaç sahne hariç temposuyla seyirciyi sarıyor, ayrıca içinde barındırdığı bilmeceleri "kimin kim olduğu yorumu" ile filmi izlerken film üstüne düşünmenizi sağlıyor. İzlemekten pişman değilim,bir daha olsa yine izlerim.

0 yorum

la jetée


bu film çocukluk dönemine ait bir görüntüden çok etkilenmiş bir adamın öyküsüdür



film deyince hepimizin aklına dönen film sargılarının oluşturduğu görüntüler düşer; maksimum stop motion la canlanan kahramanlar ya da .Peki ya görüntünün öncesi fotoğraflar? 1962 yapımı La Jetée, tam da bu fotoğraf karelerinin beyaz perdede değil de bizim zihnimizde filmleştiği yapıtlardan biri. Terry Gilliam'ın 12 Maymun'unu sevenlerin el rehberi, 12 maymun öncesi lucid dream denemesi.

Elimizde 28 dakikalık az zamanda çok şey anlatan bir düzine fotoğraf karesi mevcut. Hani eskiden fotoromanlar olurmuş ya- biz teknoloji nesli olduğumuzdan denk gelemedik onlara- işte o fotoromanların beyaz perdeye yansıyışı. Daha öncesi var mı bilmiyorum, yönetmen Chris Marker kime öykünmüş de böyle birşey yapmış ondan da haberdar değilim ama filmi izledikçe keşke bir 28 dakika daha olsa diyenlerdenim. Fotoğrafların hayat vermeyi başardığı atmosferle ekrana takılıp kalan gozlerimizle şu sayfalarını çevirdikçe hareketlenmeye başlayan çizimleri izliyor gibiyiz.

12 Maymun'u hali hazırda izlemiş insanlar olarak hemen konuyu anlıyoruz anlamasına da keşke izlemeseymişiz aslında Gilliam'ı; orjinali kesinlikle çok daha çarpıcı.

Bu kadar siyah beyaz fotoğraf karesinden yapılanmaya başlayan hikayemiz için de ufacık, tek bir sahnelik bir gerçeklik: Uyanmaya başlayan bir kadının gözünü açışı... Başka bir filmde olsa " Bu da böyle bir sahne herhalde, geçelim bakalım devamında ne olacak." diye düşünen zihnimiz bu filmde tam da bu karede takılıp kalıyor. Filmin kamerayla çekilen tek sahnesi olması dolayısıyla da olabilir belki bu ama filmi bitirdiğimizde fotoğraflarla kurulan bir dünya ve kadının gözünü ne kadar güzel açtığı kalıyor aklımızda. Mutlaka izleyin; hele ki 12 Maymun'u sevmişseniz La Jetée'yi kesinlikle kaçırmayın.


0 yorum

Conversations with other women


İzlemeye oldukça geç kaldığım filmlerden biri conversations with other women. Gerçi 2005 çıkışlı olmasına rağmen Türk izleyicisinin 2007 yılında izlediği filmde, özellikle Fight Club'tan seyrine alışık olduğumuz Helena Bonham Carter ve Thank you for Smoking ile aşina olduğumuz Aaron Eckhart kadın ve erkek ilişkilerini, geçmişin geçmişte mi kaldığını yoksa onu hep yanımızda mı taşıdığımız sorularını ele alıyor bir biçimde.

Bir insan birini ne kadar çok severse sevsin O'nunla beraber olabilir mi tüm hayatı boyunca? Ya da O'ndan ayrılsa bile O'nu unutması mümkün müdür? Peki ya bir gün karşılaştıklarında birbirini tanımazlıktan gelmek bütün herşeyin üstünü örtmeye yeter mi? Kadın ve erkek, iki farklı bakış açısından- iki farklı kamera gözünden birbirlerini tanımaya başlıyorlar yeniden.

İkisi de hayatlarını farklı bir yöne doğru götürmeye devam etseler de ( birinin doktor bir kocası varken diğerinin de genç güzel bir sevgili vardır) ve kameralar hiç kesişmese de bir şeklide birbirlerinin çekim alanına girmek o kadar kolay ki; eski defterleri açıp senede bir gün tadında yaşanan bir gece ne kadar etkileyecektir acaba hayatalarını? Kadın arkasını dönüp giderken, erkek, kadına methiyeler düzüp aşkına cevap mı arayacaktır, yoksa kadın herşeyi içine gömüp hiç gerçekleşmeyecek bir hayale, bir umuda arkasını dönüp gidecek midir?

Birbirini yeniden tanıma çabası ne kadar anlamlıdır ki karşındakinin herşeyini bildiğin zaman? Geçmişte yaşanan güzel zamanların hatırına "nostalji " dediğimiz o derin çukuru eşelemek günümüze ne kadar yarar sağlar ki? Ana rahmine dönüş istemiyle geçmişin karanlık taraflarına yolculuk keşke ya da bir daha olsa nidalarıyla geçirilen bir gece, birbirine kızgın ama bir taraflarıyla hala birbirlerini seven iki kişiye; kadın ve erkeğe nasıl bir yarar sağlayacaktır ki birbirlerini biraz daha acıtmaktan başka? ( en çok canını yaktıklarım en sevdiklerimizdir hesabı)

35 yaşında bir erkek ve 35 yaşında bir kadın onları takip eden 20'li yaşlarına dönebilir mi bir gece içinde?

3 yorum

4 LUNI, 3 SAPTAMANI, 2 ZILE (4 Ay, 3 Hafta, 2 Gun )


Hamileyim ben, ustelik de tam 4 ay, 3 hafta ve 2 gunluk. Yaşadığım yerde/ zamanda kürtaj yasak; ama ben hem oğrenciyim, hem de bu çocuğu istemiyorum... Ne yapmalıym?


En yakın arkadaşım hamile, ama yaşadığımız zamanda/ yerde kurtaj yasak. Ne yapmalıyız?


Eğer bu iki soru bizim de kafamızı meşgul etse, bizim de cevabımız muhtemelen Otilia ve Gabita'nın cevabıyla aynı olurdu; gizli bir şekilde, bir otel odasında kurtaj olmak/ olana yardım etmek. Ama herkese güvenebilmek ne kadar zordur ki tonlarca para verdiğin -tek kurtuluşun- doktor, parayla yetinmeyip bir de seninle zorla ilişkiye girseydi?Otilia, ya da sen, en yakın arkadaşın bu denli zor durumdayken kabul eder miydin bunu? Ya da sen Gabita olsan; kurtajın için en yakın arkadaşının dunyanın en iğrenç adamının altına yatmasını kabul eder miydin?


Filmden çıkınca aklıma ilk takılan sorular bunlar. Yonetmen Cristian Mungiu'nun Cannes Film Festivali'nden ödülle dönen filmi 4 ay, 3 hafta 2 gun, böyle bir atmosferle başlamakta. 1987'nin Romanyası'nda; yani bir otel odası tutmak için bile burokrasilerden ve asık suratlı çalışanlardan geçmek zorunda kalanların , birbirinden başka güvenebilecekleri kimseleri olmayan Otilia ve Gabita'nın hikayesi bu.


Otilia ve Gabita'nın arkadaşlığı mutualist olmaktan daha çok dominant- resesif karakterlerin buluşması gibi birşey kanımca: Otel odasını ayarlayan, kürtaj için sevgilisinden para alan, kaçak malları temin eden, bir anlamda ilişkiyi yönettiği gibi ilişkinin sorumluluklarını taşıyan Otilia ve Otilia'ya bağlı, onsuz birşey yapamayan hatta eline yüzüne bulaştıran Gabita... İkinci soru da bu aslında aklımdaki; ben hangi taraftayım arkadaşlarımla, hangisi olmayı seçerdim; seçerdik?


Yaklaşık 2 saat boyunca gerginlikten sinema koltuğuna yapıştıran bir film bu beni. Çünkü yönetmen kamerasını hayatın içine kurmuş, ekranda gördüşümüz odada biz de varız sanki, sadece hiç konuşmuyoruz, sadece izliyoruz.


Konunun kurtaj, hele hele de illegal bir kürtaj olduğu filmde, birinin pis işleri de yapması gerek tabii:Otilia. Erkek arkadaşının annesinin doğumgunune yetişedurmaya çabalasın, Gabita O'nu içinden attı bile; birinin delillleri yok etmesi gerek. Otilia kendisini bekleyen görevinden habersiz, sevgilisinin evindeyken belki de olayın başından beri kafasını kurcalayan sorusunu yoneltmekte seviglisine: Ben hamile kalsam ne yapardın? 87 Romanyası'nda yaşasak, biz de sorardık herhalde önce kendimize, sonra da sevgilimize: Hamileyim, ne yapacağım/yapacaksın/ yapacağız? Bu kadar kısa bir soru bile bir izleyici olarak beni oldukça tedirgin etti; yönetmen bu küçük cümleyle kendi başımıza düşünmeye itti bizi; ne yapmak gerekirdi?


Gelelim yine otel odasına, filmin insanı en çok vuran yerine.... Yerde ölü duran küçük bir cenin, insan gözlerini üzerinden alamaz ama sırf istenmediği için Otilia'nın da onu atmaktan başka bir çaresi yok, hem de şehrin en ücra köşesine. Çantasını boşaltıp içine koyduğu küçük şeyle beraber gündüz bile yürümenin tehlikeli olduğu yerlere yolculuk, dakikaların saatler gibi geldiği arama ve sonunda baca borusu kıvamında bir deliğe atılan çanta; içindekilerle birlikte...Sorunun bittiği nokta an gibi sanki, bir daha konuşulmayacak bir konu olarak çope giden bir çanta, Otilia ve Gabita'nın tekrar biraraya geldiği sahnede de bize dönen Otilia'nın bakışları....


Benim anlatma kabiliyetimin çok üstünde filmin bize yaşattıkları ve gösterdikleri aslında, herhangi bir hata yaptıysam affola.... Bu filmi yazmayı bir sorumluluk olarak hissettim çünkü kendimde, bir şekilde bu filmi bulabilirseniz izlemenizi öneririm...

1 yorum

OFFSCREEN




"Fuck Boe!!!!"


İzleyenler bilir, Danimarka'dan ithal Reconstruction, biraz garip bir aşk hikayesini anlatmaktaydı. Filmin yönetmeni Christoffer Boe, 26. İstanbul Uluslararası Film Festivali ile karşımıza çıkan filmi Offscreen ile yine soru işaretlerinde bırakmakta bizi.


Filmin içinde bir film daha izliyoruz aslında; Nicolas Bro isimli ünlü bir oyuncunun yaklaşık bir yıl süresince hayatını çekmesi ve oluşacak donelerle de yeni bir film yapmaya girişmesi anlatılmakta. Fikir bizzat Christoffer Boe tarafından verilmekte filmde. İlk dakikalarda Nicolas'ın karısı ile arasındaki problemleri izliyoruz, tabii ki el kamerasından; ayrılışlarını, ve Nicolas'ın elindeki kamerayı hiç bırakmayışını. Bir süre sonra da Nicolas'ın olayı abartışını, gerçek film çekiminde bile elinde küçük bir dijital kamerayla olayları kaydedişini ve kovulmasını izliyoruz; sanki tüm bu olaylardan sonra kasetleri bulmuşuz da evimizde seyrediyoruz Nicolas'ın hayatını.

Bir yerden sonra işler sarpa sarıyor tabii, iş yok, kadın evi terk etmiş, karısı yerine oynattığı oyuncu düşüncesi de saçma olmuş, o da bırakılmış... Gerçek O'nu kim gerçekten oymuş gibi oynayabilir ki zaten; bu derece gerçek, bu derece hayatı yansıtan bir çekimde gerçek olmayanlar eğreti durur...


Sadece sen ve kameran var artık, sana senden daha yakın belki kameran, hatta olayı daha da büyüterek evinin her tarafını kamerayla donatmışsın Big Brother misali. Tek farkla; izleyen de izlenen de sensin burada. Ve sonra zincirin bir gün yavaş yavaş gevşemeye başlar, üstelik kamerandan senin gözünle yansımayan görüntüler de görürsün; karının sen uyurken kaydettiği kasedi. Derken, film kopar...


Etrafındaki herkes karındır sanki; herhangi bir kadını karınmış gibi evine götürür, sonra da öldürürsün; onun kanıyla sıvarsın her tarafını ki aslında karın olmayan karınla daha da bütünleşebilesin; ekmek şarap hikayesi gibi, belki de olabilecek en eski kökenlerine dönerek en eski kurban verme ritüllerini gerçekleştirmen gibi birşey. Ve sonra, film gerçekten kopar; biz izleyiciler de çektiğin bu son kasedin son görüntüsünü izlerken senin yerinde biz olsak ne kadar leri gidebileceğimizi sorarız kendimize...

0 yorum

The Return (Vozvrashcheniye )




Bu film de neymiş böyle diyerek kiraladığım fakat izlememin üstünden yaklaşık iki yıl geçmesine rağmen hala hakkında oturup düşündüğüm bir film The Return.Babaları kendilerini uzun zaman önce terk etmiş iki kardeşin dünyası...Ne olduğunu anlayamadan babayla çıkılan bir yolculuk ve sonrasında gelişen olaylar..




Babanın dönüşünü kabul etmek mi etmemek mi acaba önemli olan? Ne olursa olsun diyip çıkılan yolculuğun keyfine varmak mı?Küçük kardeş için herşey oldukça iyi; baba dönmüş, beraber vakit geçirmekteler ve herşey araba penceresinden çıkarılmış çöp poşetinin ruzgarda dalgalanması kadar hoş..Ama büyük kardeş için herşey daha zor; ne de olsa terketmiş bir baba figürü var ortada, üstelik dediğim dedik, otoriter bir baba. Ama sonra kardeşler rolleri değiştirmekte; bu sefer kızgın olan ve kabullenemeyen küçük çocuk ve babsıyla geçirdiği vaktin keyfini çıkaran küçük kardeş.



Çıkılan gizemli yolculuk, gidilen garip bir ada, sonrasında gelişen olaylar ki anlatmaya dilim varmıyor açıkçası; buradan okumakla anlaşılmayacak şeyler onlar. Film o kadar düzgün ki, o kadar gerçekçi ki sanki ben çıkmışım babamla yolculuğa, ben yaşamışım sanki şimdi bile hatırladığımda tüylerimi diken diken eden o ani şok sahnesini, babanın bakışını ; kanım donmakta. Herhangi bir Hollywood sahnesi olsa izlediğimiz, ardından bizi ünlü bir bestecini eseri güzel bir dram müziği sarmalar; ama hangimizin gerçek hayatta böylesine bir olayla karşılaştığında kafamızda müzik çalmaya başlar ki? Bu filmin özelliği de bu bence, herhangi başka bir filme benzemeyişi ve bizi etkilemesinin nedeni de bu....


Herhangi yanlış birşey dediysem affola; çünkü bu filmi anlatmak çok zor ama kendisini herkesle paylaşma güdüsü beni bu yazıyı yazmaya itti. Bir kere izleyin bu filmi, daha sonra ne demek istediğimi anlayacaksınız, bakmadım ama belki de imdb'nin en iyi filimler listesinde yoktur; belki de o listede olanların bir kısmı ünlü oyuncularıyla, güzel müzikleriyle ya da efektleriyle ön plana çıkmıştır ama The Return kesinlikle öyle bir film değil....


p.s.: Yönetmen Andrei Zvyagintsev'in yeni filmi The Banishment ( sürgün) bu sene Filmekimi'nde gösterilecek, gitmemezlik etmeyin...

1 yorum

Şantör (Quand j'étais chanteur )







si nuestro amor es invencible
y ante los hombres imposible
no tengo otra solución
morir de amor....

hepimiz şu piyanist şantörleri biliriz; hani düğünlerde çıkarlar, birkaç şarkı söyleyip insanları - özellikle orta yaşlı olarak lanse edilebilecek insanlar- dans ettirirler, mutlu ederler belki. İşte şantör filmi de biraz bu hikayeyi anlatmakta Gerard Depardieu ve Cecile de France ile. Çaylarda, orta yaşlı insanların birileriyle tanışmak için geldikleri gece kulüplerinde şarkı söyleyen Alain ( Gerard Depardieu), aslında kendine şarkı söylemekte film boyunca; sahneden insanların birbirleriyle tanıştıklarını, birbirlerinden ayrıldıklarını görmekte şarkı söylerken de . Biz de film boyunca ,en azından şarkıları bilmeyenler ya da fransızca konuşamayanlar olarak, şarkıları söylemesek de, izleyici olarak Alain'in Marion (Cecile de France) ile tanışmasını, birbirlerinden ayrılışlarını Alain edasıyla izliyoruz, uzaktan, karışmadan.


Gerard Depardieu'nun Cecile de France yanında ne kadar şişman ya da yaşlı olduğunu kafamıza takmadan ilerliyoruz, ne de olsa bir şantör kendisi, fazlasıyla eski moda belki.Filmin başında Alain'in yaşadığı hayalkırıklığı biraz acıtsa da canımızı, bir nevi kozların paylaşıldığı ev gezdirme sahnelerinde birbirleriyle çok da alakalı olmayan iki insanın birbirlerine nasıl yaklaştıklarını, içlerini nasıl döktüklerini, peşinden koşulanın da aslında peşinden koşmaya çalıştığı ama başaramadığını -bu kendi çocuğu da olsa, bir anne için en kötü olan herhalde, kendi çocuğu tarafından kabullenilmemek.- biz de sahneden izliyoruz sanki, birazdan şampanyalar içilecek, ah, kadın adamın şampanya teklifini kabul etmedi gibilerinden...


Ve filmin en sevdiğim kısmı; Alain ve Marion'un birbirlerine gerçek anlamda yakınlaştıkları belki de tek sahne; havadaki tango kokusu, çalan Morir de Amor, insanın içine işleyen sesleriyle Compay Segundo ve Charles Aznavour... Burda tamam, bu sefer olacak derken yine terkedip giden bir kadın, biraz korkak ya da ...


Filmde alışılmışın aksine Alain ve Marion, bir giydiklerini tekrar tekrar giymekteler ki bence bu filme gerçekçilik katmış; hangimiz bir sefer kullandığımız giysileri bir daha giymemezlik ediyoruz ki? Bunu biraz farkettikten sonra da sahneden inip şarkımızı söylerken, onların yanıbaşlarında yürümeye devam ediyoruz işte, sonu tabii ki her Fransız filmi gibi tam bi "the end" tadı vermese de keyifle izlenebilenlerden...

1 yorum

Je m'appelle Elisabeth


Yirmi altıncı uluslararası İstanbul film festivalinde gösterime giren bir Fransız filmi je m'appelle Elisabeth. Koskocaman bir dünyada, herşey ne kadar da düzgünken değişen dengeler nedeniyle yalnız başına, mutsuz, kırgın Elisabeth...Kimse ona kendi ismiyle de hitap etmiyor ki, Betty diye çağırılmakta. Küçük diye herşey de anlatılmamış hem, büyükannesi dedesinin ölümünden sonra bileklerini keserek intihar etmiş, annesi evi terketmiş, en iyi arkadaşı olan ablası da annesi gibi bir bakıma;büyük olduğu için daha farklı bir yaşam, başka arkadaşlar istemiş, birkaç gün de olsa yok. Bir de Fındık var, köpeği, aslında O'nun köpeği bile değil, eğer babası izin verirse hayvan barınağından kurtulacak, bir de ölümden. Heşey o kadar ters ki, Elisabeth de bir o kadar küçük. Sonra birden birşey oluyor, Yvon'u buluyor Betty; Babasının müdürü olduğu akıl hastahanesinden kaçan hasta...10 yaşındaki bir kızın arkadaşı, bir anlamda kaçış kapısı oluyor Yvon, değer verilecek bir hediye belki de hayatın verdiği Betty'e. Ama bu da yetmiyor, ve bir gün Betty hem Yvon'un, hem de büyükannesinin yaptığı şeyi yapıyor; çünkü hayat çok ağır, ve bu küçük kız hayatın yükünü kaldıramıyor.


Bazen işte tamam bitti dediğimizde nereden geldiğini bilmediğimiz bir şekilde yeniden tutunuruz ya birşeylere, Yvon da onun gibi birşey oluyor Betty için, Yvon bunu fark etmese de . Öyle ki, artık çok korkulan kendiliğinden karanlık bir eve ya da üst kattaki odaya açılan esrarengiz kapılar ya da perili ev bile tanıdık bir yüz oluyor; başka kaçış kapıları. Siz dostluk mu dersiniz, ya da başka birşey mi bilmiyorum ama hayata göğüs germeye çalışan küçücük bir kızın imdadına bu bilinmeyen sıfatı yüklenmiş Yvon giriyor işte, iyi ki...


Şunun gibi birşey aslında bu film: Dışarının karanlık ve korkunç olduğu ama sizin altına sığınabildiğiniz iskambil kağıdından yapılma evinizin birden yıkıldığı sırada, bir bakmışsınız biri kartları tekrar yerine koymaya başlamış.Son kartı yerine koyduğunda, üstelik yıkılma tehlikesine rağmen, yine güvende oluyorsunuz; üstelik sizin adınız artık Betty değil, Elisabeth; çünkü artık hiçbir şey eskisi gibi değil...

2 yorum

Noi Albinoi


Dagur Kari'yi bilmezdim bir zamanlar ama birgün bir filme denk geldim;tutunamayanlar... Tekrar tekrar izlediğimde bile beni ağlatan ender filmlerden oldu kendisi, hani şu kurcalamadığın sürece etkisi geçecek olanlardan belki ama insan hastalıklı bir şekilde "bir kere daha..." diye düşünür ya, "bir kere daha batayım." düşüncesiyle izlenenlerden, her seferinde başka bir tat yakalamayı başarabildiklerimizden...


Ama sonra, insanların buzdan hayallere de sahip olduklarını keşfettim; o kuru soğukta adidas ayakkabı giydiklerini, ince bir gömlekle dışarı çıktıklarını, bembeyaz görüntülere alışmış gözlerimizin birdenbire devriliveren içi kan dolu bir kazanı görünce şaşkınlıkla açılıverdiğini, herşeyin inadına durağan ve sakin olduğu bir yerde bile birşeyler yapmak isteyen insanların olduğunu, ellerinden hiç birşey gelmese de, okuldan da atılsalar belki yine de avukat olup Hawaii'de yaşamak isteyebileceklerini farkettim....


Herşey o kadar kırılgan ki hem, kim ne kadar sert, acımasız gözükürse gözüksün, üstüne biraz sıcak su döktün mü çözülüverir buzu, soğukluğu(belki kırılganlığı da artar ama bunu ilk başta fark etmeyiz)...Bunun ihtimali bile ümitlendirir insanı, bu ihtimal bile allahın cezası gibi gözüken bir yerden kaçabilmenin olasılığını körükler; elinden silahın alınmış olsun, artık bir hiç ol; eğer beren varsa, yanında götürebileceğin bir sevdicek belki de, daha doğrusu onun belki de seninle şu küçük, soğuk kasabayı terkedebileceği ihtimali, işte bu varolan kırılganlık sayesinde yaşadığını hissedersin....Ama dedim ya herşey bir ihtimaller zinciri, herşey kırılgan; birdenbire sen kendi karanlığında gömülmişken herşey bitiverir, bütün ihtimaller söner çünkü sen buzdan hayaller kurmuşsundur, çünkü güvendiğin herşey aslında incecik bir buzun üstünde yürüyen kocaman bi yaratıktır ; birden buz kırılır, sen de bu kırık buz tabakasının üstünde yaşamaya devam eder, belki de tekrar kırılgan hayaller kurmaya devam edersin; bizim ağzımıza da yine bilindik bir tuz tadı gelir....

3 yorum

Week End


Fransız Yeni Dalga akımının temsilcilerinden ve saygıdeğer Truffaut'un Cinémathèque Française arkadaşlarından Jean-Luc Godard imzalı 1967 yapımı biraz "garip" olarak lanse edilebilecek bir filmle karşı karşıyayız. Gerçekçiliğine güvendiğim bu akımın öncüsü bir yönetmenin filmi olması sebebiyle "Tamam o zaman, rahat rahat izlerim; Lynch gibi olmasa gerek." diye başladığım Week End filminde garip bir şekilde aşırı bir Lych havası sezinledim ilk olarak... Güzel çiftimiz Rolan ve Corrine, ailelerini ziyaret etmek amacıyla bir yolculuğa başlamakta ama bu bizim alışkın olduğumuz yolculuklardan değil pek; daha doğrusu şu "modern" kisvesi altında tanımlanan insanların bir açıdan aslında ne yapmak ve ne söylemek istediklerini avcı-toplayıcı atalarımız tadında yaşamaları, yolculuğun başlıca özelliklerinden biri...Yolda sürekli gorülen kazalar, cesetler, ulaşılmak istenen yere varıldığında yaşanan gariplikler ve sonunda ulaşılan bir yamyam kampı. Filmimiz genel olarak bunlar üstunden gelişmekte; ama filmimizin asıl amacı burjuva insanlarını ve kültürünü yermek...


Sayın Godard, burjuvaziyi yermek için çok güzel iki sahne kullanmış bence. Sahnelerin ilki süregelen sınıf kavramıyla ilgili: Zengin olanlar, hak onlarda olmasa bile daha alt kesimden insanların haklarını sonunda ölüm tehlikesi olsa bile almaktan çekinmezler.Üstüne üstlük de utanmadan "Ben senden zenginim, sen bu hakkı hak etmiyorsun; senin ölmen gerekirdi çünkü sen fakirsin." diyebilecek kadar da şımarıklar.Ünlü traktör sahnesi....


Diğer sahne de tüketim çılgınlığına taş atmış: Kaza yapan bir çift, karşı arabadan sarkan cesetler ama bunun karşılığında düşünülecek en son şey için hoyratça bağıran bir kadın: "İmdat, Hermes çantam arabada kaldı!!!!!" Bir anlamda da haklı aslında, hiçbir zaman gerçekten çok ihtiyacımız olmayacak şeyleri almak, onlara sahip olmak için kendimizden geçercesine çalışıyoruz,hayatımızı yaşamaya vakit bulamadan 100 tane özelliğinin en fazla 7 tanesini kullandığımız elektronik aletler, hiçbir zaman 200km hızla gidemeyeceğimiz spor otomobiller almaya çalışıyoruz...Corrine bizim kendimize itiraf edemediğimiz, sanki gereklilik gibi gördüğümüz bu tüketim çılgınlığımızın -yaşadığımz tüketim çılgınlığında sayılı büyük ülkelere nal toplatmaktayız bu arada- bir sancısını yaşıyor sadece....


Filmin sonlarına doğru zaten sersemlemiş olan bünyemiz, karşılıklı okunan bir manifestoyla darbe yemeye devam ediyor; beyaz ve siyah olarak ayrılmaya zorlanmış insan ırkının ateşkesi niteliğnde bu manifesto. Beyaz anlatıcımızın sesinde siyah bir adam, siyah arkadaşımız konuşurken beyazın gorüntüsü, bir de beraber yenilen bir yemek...Arkada ablak ablak bakan Roland ve Corrine de oldukça hoş bir detaydı kanımca....


Ve filmin sonunda da, yamyam olmaya karar vermiş birkaç kişilik bir grup tarafından alıkonan Corrine ve sunulan kocası Roland'ı afiyetle yiyişi yırtıcı hayvanlar misali;dün en sevdiğin, bugün tabağında yemek.....


Uzun lafın kısası, Godard'ın bu etkileyici filmini birkaç kez izlemek gerek aslında; dur ben de Hermes çantamı alıp geleyim de beraber izleriz.....


p.s.: Bu arada kendisi en tehlikeli 25 film arasındaymış; görmek istemediklerimizi gösterdiğinden olsa gerek...


0 yorum