Marie Antoinette
1999 yılında yaptığı The Virgin Suicides ile kendini yönetmen olarak kabul ettiren Sofia Coppola’nın son filmi. Filmi sevenlerden daha çok eleştirenler oldu, hatta Cannes’da yuhalayanlar da.. Ben yönetmenin ilk filminden beri yapmak istediği şeyi burada da sürdürdüğünü düşünüyorum, bu nedenle de Lost in Translation’dan sonra başka türlü bir film yapmasını beklerdik diyenleri anlayamadım.
The Virgin Suicides’da aile baskısından sıkılan, çıkış yolu bulamayan, bunun yerine ufak tefek oyunlar icat edip bu durumdan kaçmaya çalışan kadınları anlatmıştı, Lost in Translation’da kendine yabancı bir hayatın içinde ne yapacağını bilemeyen bir kadını, iletişimsizliği, yalnızlığı çok da güzel anlatmıştı. Marie Antoinette’de ise baskıcı toplumsal kurallar karşısında bunalan, kendisinden beklenenleri veremeyen bir kadını anlatıyor. Onu tarihsel bir kişilik olarak değil de ne yapacağını bilemeyen sıkışmış bir kadın olarak ele alıyor, bu nedenle de tarihsel gerçeklikten ödün verme pahasına ayakkabılarının arasına bir çift mor converse sıkıştırıyor, döneme uygun olmayan müzikler kullanıyor, çünkü niyeti tarih dersi vermek değil. Ben böyle düşünerek izledim filmi ve sevdim.
The Virgin Suicides’ın en aykırı karakteri Lux’u canlandıran Kirsten Dunst’u bu rol için seçmesi ve onun bazı hareketleriyle Lux’a göndermeler yapması iki filmi de izleyenler için çok hoş bir sürpriz olmuş.
Dönemin aykırı Fransa kraliçesini belki sadece şaibeli “ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler” sözüyle tanıyanlar, onu parti düşkünü, pasta bağımlısı, şımarık bir kadın olarak hatırlamak isterlerdi, ancak onun bahçesinde doğayla ve kızıyla kurduğu başka bir hayatı daha varmış.. Kat kat tüllerin, pudraların ardına geçme çabasını göstermiş yönetmen, ve bence başarmış da; tarih dersi vermek isteseydi sanırım onu da hakkını vererek yapardı.
* Filmle ilgili daha fazla şey merak edenlere Altyazı dergisi'nin 63. sayısında yayımlanan "Marie Antoinette; Saraya sızmış bir punk" başlıklı Fırat Yücel yazısını okumalarını tavsiye ederim.
1 yorum:
-
ne cok yakistirdim o soundtracki bu filme. donem filmi havasini yer yer opera ve dans sahnelerinde korurken genel itibariyle adindan basariyla soz edilecek bir 'genclik' filmine imza atiyor coppola. lost in translation'in 'overrated' oldugunu dusunen biri olarak bu projeyi sofia icin mutevazi bir adim olarak nitelendiriyorum.