Sonbahar


“Sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına…”

19 Aralık 2000 tarihini, Hayata Dönüş adlı korkunç operasyonu hatırlatması açısından çok önemli bir film bu. Yusuf on yıl kaldığı hapishaneden bu kıyımın yarattığı ruhsal yaraları ve açlık grevinin bedenindeki fiziksel sonuçlarıyla Karadeniz’deki köyüne dönüyor. Durmadan öksürüyor, ciğerleri iflas etmiş, suskun, ölümü bekliyor.

Eğer Hayata Dönüş operasyonunu, F tipi cezaevlerini bilmiyorsak bu filmden çok şey öğrenmemiz mümkün değil. Sadece bilenlerin anlayabileceği bir acıyı hissettiriyor film. Bu nedenle önümdeki sırada oturan teyze, ağlayan arkadaşına “film sadece bu, gerçek değil, hadi yeter” diyebiliyor. Ona dönüp gerçek bu demek istiyor, herkesin izlediği o korkunç kıyımın görüntüleri bir filmden değildi demek istiyorum, F tipi cezaevlerini, ölüm oruçlarını anlatmak istiyorum, ama keşke ben değil de Özcan Alper anlatsaydı bunu, hissettirmekten fazlasını yapsaydı diye düşündüm önce. Kullanılan birkaç arşiv görüntüsü dışında keşke Yusuf’un yaşadıklarına dair de görüntüler olsaydı. Yusuf’un anlatmasını beklemiyorum, o her şeyi belki içinde yaşayıp susmuş, ama hiç olmazsa rüyaları daha öfkeli olsaydı, daha fazla şey söyleseydi. Yusuf bir kez bağırdığında ve o sesler yankılanıp çoğaldığında sevindim, bu kadar suskunluk izlerken öldürecekti beni. Ama yönetmen anlatmak için böyle sessiz ve içsel bir yolu tercih etmiş diyerek kabul ettim sonra filmi, keşke insanlar anlamak için daha fazla çaba gösterebilselerdi.

Yusuf öyle kocaman dalgaların önünde gözünü bile kırpmadan duran bir adam olmuş. Gürcü kızı Eka da başka bir hayattan aynı dalgaların kıyısına gelmiş. Ülkesindeki çocuğuna bakabilmek için burda fahişelik yapmak zorunda kalmış. İkisinin hikayesi birleşiyor, daha iyi birleşebilirmiş gibi gelse de ikisinin masada karşılaşan bakışları bile birleştirmeye yetiyordu sanki hikayelerini. Sonra Mikail var, Yusuf’un çocukluk arkadaşı, hep eskileri andıkları, aşkların, hayallerin değiştiğini, gitmenin, kalmanın hapishanesini pek konuşmadan paylaştıkları Mikail.

Çektiği acıları gözlerinde taşıyan insanlara bakmak zordur; içlerindeki çok önemli bir şey alınıp da yaşamaya bırakılmış insanlara, acılarını toparlayıp baba evine dönenlerin yüzlerine bakmak zordur, anne “on yıl çay içmedim, yemek yemedim” derken onun yüzüne bakmak zordur… Onur Saylak gerçekten çok başarılı bir oyunculukla Yusuf’un acılarını, suskunluğunu, annesiyle bu konuşamama üzerine kurulu ilişkisini çok iyi aktarıyor -oyunculuk demeye bile dilim varmıyor, film boyunca Yusuf oymuş gibi geldi bana.

Görüntüler de çok güzel, Karadeniz’de geçen bir filmde, sanırım rol çaldığı için mecburen bir karakter oluyor doğa. Sessiz ormanlar, hırçın dalgalar, karla kaplı yaylalar hep bir ruh haline denk düşüyor. Bu yüzden çok güzel görüntüler var filmde.

Uzun süredir bu kadar etkilendiğim bir film izlememiştim. Bu bağıra bağıra anlatmayı değil sessizce hissettirmeyi seçen bir film. Senaryoda gördüğü bazı eksiklikleri bile unutuyor insan Yusuf kendini karlara attığında ya da tulum çalarken. Özellikle tulum çalarken..

0 yorum: