Pola X

Herman Melville‘in 1852 yılında yazmış olduğu Pierre ou Les Ambiguites’in başharflerine bakın ve sonuna bir X ekleyin. İşte Pola X’in ortaya çıkışı.

1999, Fransa-İsviçre-Almanya-Japonya yapımı olarak geçen Pola X’in X’i, bence yönetmen Leos Carax‘ın kendi soyadının sonundaki X’e bir gönderme. İzleyemediğim için hayıflandığım Les Amants du Pont-Neuf (Köprü Üstü Aşıkları)’un yönetmeni Carax, Aladin müstear adıyla yazdığı A la Lumière (Işıkta) isimli kitabıyla ortalığı kasıp kavuran burjuva yazar Pierre’in (Guillaume Depardieu) hayatına çevirmiş kamerasını.

Pierre, sevgilisi Lucie (Delphine Chuillot) ile evlilik planları yapmaktadır. Pierre’in ablası Marie (Catherine Deneuve)’de bunu desteklemekte hatta acele etmeleri gerektiğini düşünmektedir. Pierre ve Lucie’nin mutluluğu, aniden ortaya çıkan Pierre’in kuzeni Thiabult (Laurent Lucas) ile değişir. Bu sırada yeni romanı üzerinde uğraşan Pierre, Lucie’ye bir kadın yüzünden bahsetmiştir. Rüyalarına giren bu kadın yüzü, yakın zamanda Pierre’in gerçek hayatında da karşısına çıkar. Bu, ona ailesinin tek çocuk olmadığını söyleyen ve kızkardeşi olduğunu iddia eden Isabelle (Yekaterina Golubeva)’dir. Bu, tam da Pierre’in beklediği olaydır. Hayatından sıkılan ve ona esas mutluluğu vereceğine inandığı “gerçeğin arkasındaki yüz”ün gelmesi için bekleyen Pierre, Isabelle’den ve onun hikayesinden çabucak etkilenir ve Lucie de olmak üzre her şeyi geride bırakarak, Isabelle’le birlikte Paris’e gider. Isabelle, Pierre ve Isabelle’in yanındaki mülteci Petrutsa ve küçük kızı, Paris’e uyum sağlamak zorundadırlar. Kuzeni Thibault’tan yardım isteyen Pierre, onun umursamazlığı ve kendisini tanımazlıktan gelmesi üzerine bir otele yerleşmeleri gerektiğine karar verir ama orada çok kalmayacaklardır. Sokaktan geçen iyi giyimli bir adama çok pis koktuğunu söyleyen küçük kız adamın tokadıyla yere yığılır, başına taşa vurur ve ertesi gün ölür. Pierre, Isabelle ve Petrutsa daha sonra, “hard-rock” müzk yaparak rahatlayan, silahlı, garip bir örgüte sığınırlar ve orada yaşamaya başlarlar. Para sıkıntısı çeken ve bunu halletmeye çalışan Pİerre, tanıdığı bir yayımcı olan Margherite (Patachou)’den bir miktar avans ister ama ondan belki de tüm hayatını ve toy arzularını yerle bir edecek cümleler işitecektir: “-Dünyanın kötü gerçeklerini dünyanın yüzüne vurma ihtiyacı, neredeyse dünya kadar eskidir. Musil’in ne dediğini biliyorsun: ‘Bir devir, o devrin cefası çekilmeden değiştirilemez.’.” Elbette bu sözler Pierre için yeterli olmayacaktır.. Isabelle ve Pierre birbirlerine iyice alışmışlardır ve kendilerine yalan söylememeye karar verdikleri bir gece birlikte olurlar. Kısa süre sonra Pierre’in ablası Marie, Pierre’e diplomat babası Georges Valombreuse’den kalan motosikletle kaza geçirir ve ölür. Bu, uzun süredir birbirinden ayrı olan Pierre ve Lucie için dönüm noktasıdır. Lucie, fırsatını ve bir yolunu bularak, Pierre’e ulaşır ama Thibault ve Lucie’nin kardeşi bunu istememektedir. Bunu kısa süreliğine hallederler ve Pierre, Isabelle, Lucie; yani Bermuda Şeytan Üçgeni, o garip yerde beraber yaşamaya başlarlar. Pierre Lucie’ye ve hatta kimseye Isabelle ile birlikte olduğunu söylememiştir. Çünkü bu onları sırrıdır. Ancak Isabelle’e de gerçekleri tam olarak anlatmamış ve Lucie’nin onun kuzeni olduğu yalanını uydurmuştur.

Maddi durumu iyice zorlaşan Pierre, yine Margherite’dan yardım dilenir. Margherite, Pierre’in Aladin ismiyle yazan kişinin kendisi olduğunu canlı yayında açıklayarak gündem yaratabileceğini söyler ama bu gerçekten trajik bir deneme olur. Pierre canlı yayında tutulur kalır ve sahtekâr diye yaftalanır. Sinir boşalması yaşadığı o gece, önüne gelen tüm arabaların dikiz aynalarını kırar.. elbette yolda bir başka şoför tarafından tartaklanıp, topal kalıncaya kadar. Monsieur Roc takma adıyla yazdığı 3 bölümlük romanı da, bir başka yayımcı tarafından çalıntı olmakla itham edilince, artık Pierre için de yolun sonu görünmüş gibidir.

Pierre, Isabelle ve Lucie yürüyüşe çıktıkları bir gün, zaten ruh sağlığı pek de iyi olmayan Isabelle, bindikleri vapurdan kendini sulara bırakır. Gece hastanede onu Thibault ziyaret edecek ve Lucie ile Pierre arasındaki ilişkinin derinliğinden bahsederek Isabelle’i Pierre’e karşı kışkırtacaktır. Bir de not bıracaktır Pierre’e: “Orospun ve itlerin olmadan, yüzyüze konuşmaya gel!”.

Pierre, sığındıkları yerden aldığı iki silahla, Isabelle’in kal ısrarlarına rağmen ayrılır ve işlek bir caddeye bakan bir mağazanın önünde, Thibault’un ağzına iki adet namlu sokar. Ve ateşler. Olay yerine sonradan gelen Lucie ve Isabelle, Pierre’i polislerin yanında bulurlar.. bunlara daha fazla dayanamayan Isabelle, kendini yoldan geçen bir kamyonun önüne atar ve tüm hikaye sonlanır.

Gelelim benim diyeceklerime…

Pola X, üzerinde konuşulası bir film. Burjuva hayatını, hiç tanımadığı “hayâl” için terk edebilecek kadar yüce bir adam olan Pierre ile, onun mutluluğunu kıskanan kuzeni Thibault; her şeyiyle Pierre’e gelen Isabelle ile de, her şeye rağmen Pierre’den kopamayan Lucie’nin hastalıklı, karmaşık,’hard’ öyküsü. Toplumun en fazla fikir ayrılığına düştüğü konulardan biri olan ensest‘e kamerasını çeviren, cesur ve merak uyandıran bir yönetmenin elinden çıkmış 128 dk’lık bir macera. Diyebilirim ki bu film, siyahın tüm renklerin bir bileşimi olduğunu kanıtlayacak kadar renkli ama bir yandan da zifiri bir yapım. Filmde onlarca enfes fotoğraf, kare var. İnsanın topluma ve hatta kendine yabancılaşmasının pek de sürükleyici olmayan bir sunumu. Hele ki Issız Adam tartışmalarının ayyuka çıktığı şu dönemde, kendilerine bile ıssızlaşan 3 insanın hikayesi bana çok iyi geldi. Film boyunca belki de herkes ilerleme kaydederken, çöken bir Pierre görüyoruz. Saçı sakalı birbirine girmiş, topal kalmış, pejmürdelik konusunda dilencilerin bile sadaka verebileceği bir şekle girmiş Pierre bize, inandığı doğruların peşinden giden bir adam olarak gaz bile verebiliyor. Adorno’nun “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” sözü film ilerledikçe daha da yüksek sesle yankı buldu kulaklarımda. Tercihlerin yol ayrımı olduğunun ve yol ayrımlarının kesin ve geri dönüşsüz olması gerektiğinin bir kez daha farkına varırken, düşünür buldum kendimi. Scott Walker’ın müzikleriyle, tutarsız (belki de sapmalı) bir akışı olan bu filmi severek izledim.

Sanırım mütemadiyen kafamızdaki sorulardan kurtulma yollarını arıyoruz ve sorular arttıkça da karışıyor kafamız. Bir noktadan sonra çok fazla irdelemiyor ve işleme geçiriyoruz geçici taslaklarımızı. Çok seviyorsak ve bu sevgi hastalık derecesine geldiyse, artık sevdiklerimize ve kendimize de zarar vermeye başlıyoruz.

Evet, dünya güzel bir yer değil ve bazen hepimiz Pierre gibi, şu cümleyi kurabiliyoruz: “Bazen, neredeyse hayatımdan pişman oluyorum.”

İyi hayatlar.

0 yorum: