Half Nelson


Dan Dunne, siyahi öğrencilere öğretmenlik yapar. Müfredata uymadan dersler verir, bildiğini okur. Öğrencileri pek başarılı değildir, ancak onu severler. Bütün bunlara bakınca idealist öğretmen filmlerinden birini daha izleyeceğinizi sanabilirsiniz, ama hiç de öyle olmuyor. Hatta çok başka bir yöne doğru gidiyor hikaye. O idealist öğretmenlerle ilgili de pek çok klişeyi yıkıyor. İşini iyi yapıyor Dan de, ancak onun bir sorunu var. Hem de aslında öğrencilerini koruması gereken bir şeye bulaşmış durumda; uyuşturucu. Ve uyuşturucuyla tuvalette yakalanan da öğrencilerinden biri değil, kendisi oluyor.

Vazgeçmiş bir öğretmen nasıl olur? Bir keşten öğretmen olur mu? Bu soruları düşündüm film boyunca. Aklıma okuldayken bir arkadaşımın söylediği şey geldi Dan’e bakarken: “Bunca bıkkınlıktan sonra öğrencilere ne öğretebilirim ki?” Yorgun, bıkkın bir öğretmen bu da, Irak’la ilgili söylediklerinden de anlıyoruz ki ülkesine öfke dolu. Eski sevgilisine hala aşık, kedisi var ve yalnız. Geceleri takılıp sabahları kalkıp okula gidiyor ve çocuklara diyalektikle tarih öğretiyor. Ama okuldan sonra ortaya çıkan bir sorunu var. Aslında yalnız olduğu, kimselerle yakın olamadığı bu hayattan vazgeçtiği için mi uyuşturucu bağımlısı, yoksa bağımlı olduğu için mi vazgeçmiş bilmiyorum. Ama sanki hep biraz uzakmış Dan ve bu son kaçınılmaz olmuş, diye düşündüm onun dalgın bakışlarına bakıp..

Karakteri bir yana bırakırsak öğrencilere derste biraz da çaktırmadan Amerikan tarihinin karanlık yüzünü gösteriyor Dan “normal” bir müfredatla öğrenemeyecekleri. Öğrencilerinden bir tek Drey ile yakınlık kuruyor, öyle hepsini kurtarmaya çalıştığı falan yok diğer benzer filmlerin aksine. Onunla arasında gelişen dostluk, Drey’in onu tuvalette uyuşturucuyla yakalamasından sonra başlıyor. Drey bu dünyaya uzak değil, abisi satıcılıktan içeri girmiş ve abisinin patronuyla görüşüp satıcı olma yolunda ilerliyor. Ama uyuşturucudan uzak durması için o kadar iyi bir örnek var ki önünde; her gün derse girip ona bir şeyler öğretmeye çalışan öğretmeni gözünün önünde yok oluyor. Drey’i de bu dünyadan uzaklaştıran onu o halde görmek oluyor. Dan; “ben senin arkadaşın değilim” diyerek kızsa da Drey’e, aslında film boyunca bir tek onunla gerçekten konuşuyor. Bu dostluk başkaları tarafından “yanlış” görülse de filmin en doğru anlattığı şey oluyor. Bu yakınlık sonunda Dan’in sakallarını kesmesi, Drey’in o dünyadan uzak durmaya çalışmasıyla ikisinin hayatını düzene sokan bir şey gibi görünüyor, ama aslında öyle değil. Çünkü derste zıtlıklardan, değişimden bahsediyor olsalar da hayat ve insanlar öyle kolay değişmiyor.

Daha sonra Lars and The Real Girl’de izleyip çok seveceğimiz Ryan Gosling burda daha zayıf, çekici olması dışında Lars’ı aratmayacak bir iş çıkarıyor Dan rolünde de. Diğer oyuncular da iyi, ama zaten bu tek adam filmi ve o da dalıp ya da uçup gittiği sahnelerde çok başarılı. Onun soğuk hali, donuk bakışları Lars’a olduğu gibi Dan’e de çok uygun düşüyor. Araya ders olarak giren Amerikan tarihinden seçilen parçalar da çok iyi. Belki dersler daha iyi işlenebilirdi ya da tekrarlardan oluşuyor gibi eleştiriler getirilecektir filme, ama ben bu kadarını yeterli buldum, çünkü aslında tarih de insan hayatı da tekrarlardan oluşuyor.

1 yorum:

  1. oinone said,

    Amerika tarihi ve toplumunun acizligi bunun gibi temasinin derinliklerinde muhtesem anlatilmis filmlerde gizli kesinlikle. ama ryan gosling konusunda diyemeden gecemicem; lars and the real girl bir oyunculuk dehasindan cikmis ama half nelson bir dogaclama yeteneginin urunu gibi ve bakinca buralardan bir seyirci olarak ikincisini gercekci kilmak cok daha zor.

    on 20 Ağustos 2008 21:24