Burn After Reading


Coen’lerin birçok sinema eleştirmeni ve izleyicisine göre tepe noktaları olan No Country For Old Men’den sonraki ilk filmleri. Aslında bu yüzden de birçok haksız eleştiriye uğruyor ve gereksiz kıyaslamalar içinde yer alıyor. Coen’lerin diğer filmlerinde olduğu gibi bu filmi de dayanamadım ve vizyona girmeden izledim, ancak vizyona girdiği ilk gün çok sevdiğim Emek Sineması’nda yeniden izleme şansı buldum.

Film aslında yok yere meydana gelen olaylar serisi, hatta talihsiz serüvenler dizisi de diyebilirim. Başta Frances McDormand, George Clooney, John Malkovich ve Brad Pitt olmak üzere çok önemli bir oyuncu kadrosu var. Ethan-Joel ikilisi senaryoyu yazarken oyuncuları düşünmüşler ve karakterleri ona göre oluşturmuşlar. Bu durumda Brad Pitt’in saf karakteri ile John Malkovich’in gergin karakterlerini ve gerçek hayatta nasıl insanlar olduklarını düşünmeden edemiyorum.

Yaklaşık elli yıldır bıkmadan usanmadan izlediğimiz, zaman zaman kendimizi kaptırıp üzerinde düşündüğümüz komplo teorileri ve ajan filmlerinin güzel bir parodisini yapmış Coen’ler. (Konu hakkında yazacağım bir paragraf ya da birkaç cümle bile filmden alacağınız keyfi düşürebilir, bu yüzden gerek duymadığım bu bölümü geçiyorum.) Olayın tamamen absürt olması, karakterlerin normal vatandaşlar olması ve olayların bir türlü hiçbir yere bağlanmayışı ile çok başarılı bir film olmuş Burn After Reading. Tek talihsizliği sanırım No Country For Old Men sonrasına denk gelmesi, herkes daha “ağır” bir film bekliyordu. Aslında No Country For Old Men Coen’lerin şimdiye kadar sinema adına öğrendikleri ve tecrübe ettiklerini birleştirdikleri baş yapıtlarıyken, Burn After Reading hiçbir şey bilmedikleri dönemde sinemadan aldıkları tadı yansıttıkları daha “özel” filmleri diyebilirim. Sadece adı bile aslında filmi diğerlerinden uzak tutmamız gerektiğini anlatıyor.

Sinema adına ülkemizdeki en seviyeli ve güzel yayın olan Altyazı’nın Aralık sayısında Fırat Yücel Burn After Reading’i ve dahil olduğu türün diğer örneklerine kıyasla neden güzel olduğunu açıklayan güzel bir yazı yazmış. Keyifli zaman geçirmek için filmi izlemenizi, daha iyi anlamak için de yazıyı okumanızı tavsiye ederek yazımı sonlandırıyorum.

1 yorum

Ensemble, c’est tout


Başrollerini Audrey Tautou ve Guillaume Canet'in paylaştığı Anna Gavalda romanından uyarlama Claude Berri filmi. Romanı okumadığım için uyarlamanın başarılı olup olmadığını söyleyemeyeceğim, ancak kitaptan bağımsız bir film olarak değerlendirdiğimde pek başarılı bulmadığımı söyleyebilirim.

Audrey'in oynadığı Camille karakteri ailesinden kopup bağımsızlık yemini etmiş genç bir ressam. Bir binanın çatı katında pek kötü koşullar altında yaşıyor ve temizlikçilik yapıyor, yeteneklerini kullanmayı ve daha iyi bir iş yapamayı reddediyor. Bu noktada filmin cevaplaması gereken önemli sorulardan birisi "bu kız neden ailesinden kopmaya çalışıyor" cevapsız kalıyor. Birkaç kez annesini görüyoruz, varlıklı olduğu kesin ve kızını küçümsüyor ama nedenlerini bilmiyoruz. Bu konuda Türk Sineması yönetmene yardımcı olabilirdi ama eksik kalmış sanırım. Camille apartmanın giriş katındaki Philibert (Laurent Stocker) ile karşılaşıyor, önce bir merhaba, ardından gelen yemek davetiyle arkadaşlık gelişiyor. Philibert, Franck (Guillaume Canet) ile beraber kalıyor. Aslında epey farklı tipler, Philibert daha sakin mizaçlı, insanlara güvenen, önceliği hayatın akışı yerine sessizce durmasında olan birisi. Franck ise agresif ve hareketten yana, kadınlarla ilişkilerinde de Philibert'e göre daha agresif ve her şeyin sonucunu çabucak görmek istiyor. Hasta bir büyükannesi var, aşçılıktan kalan zamanlarda onu görüyor.

Karakterlerin bir araya gelmesi pek zor olmuyor, çatı katı soğuduğunda üşüyen ve hasta olan Camille'i Philibert eve getiriyor, birkaç gün hasta yatan Camille kalktığında da evi benimsiyor ve oraya yerleşiyor. Buralar tam anlamıyla damdan düşer gibi olduğundan olayın sanırım Fransız rahatlığıyla bir ilgisi var diyerek geçiyorum, zira bu kadar basit biçimde başkasının evine yerleşen bir insanın varlığına inanamıyorum. Ayrıca o insan ailesinden uzak, temizlikçilik yapan ve çatı katında yaşayacak gurura sahip bir karakterdeyse bu aşamayı sadece karakterleri bir araya getirmek için alel acele gerçekleştirmek komik duruyor. Philibert yeni birisiyle tanışıyor, tiyatroya merak salıyor ve değişmeye başlıyor. Franck önceleri Camille ile epeyce çatışıyor, yavaş yavaş da beklediğimiz şekilde bir aşka yelken açıyor. Tüm klişeleri selamlayan, varlığı başından belli ve hoş durmayan bir aşk filmin sonuna kadar pazarlanıyor. Özellikle "aşık olmayacağız" kısmında yüzüme bir gülümseme yerleşti, ancak pek olumlu olduğunu söyleyemeyeceğim.

Filmi sevenler genelde karakterlerin birbirleriyle ilişkilerini oluşma aşamasında kimliklerini kaybetmediklerini söylüyorlar. Philibert, Franck ve Camille'i kendi hayatlarında izleme şansını pek elde edemiyoruz oysa ki, birkaç kez restorana, iki kez temizlik firmasına bir kez de tiyatroya gitmekle olmuyor. Kartpostal satıcısı bir tarihçi olan Philibert'i daha çok merak ediyorum, ya da Franck'in geçmişinden sadece bir yatak sahnesinde bahsetmesini istemiyorum. Daha fazla detay, daha çok süre gerektiriyor ama yönetmen sanırım hızı seviyor!

Fransız filmleri dendiğinde aklına ilk olarak Jeux D'enfants ve Amelie getiren bir neslin temsilcisiyim. O filmlerin yarattığı atmosferi, anlatımlarını ve müziklerini benimsedim. Hep soğuk ve itici bulduğum Fransızları o filmlerle sıcak denizlere çektim. O iki filmin başrol oyuncusunu alarak bir film yapıyorsanız benim neslimin sinemaseverine daha iyi cevap vermelisiniz, çünkü ucuzlatılmış ve hızlandırılmış filmleri kabul etmemiz zor. Bu filmi de kabul etmedim, izlerken çok sıkıldım ve geçen zamanıma bolca yandım. Ayrıca olayların ışık hızıyla gerçekleşmesi ve ana karakterin çatıdan gelmesinden dolayı filmin Türkçe ismini "Damdan Düşer Gibi" olarak belirledim, her şeyiyle uyduğunu düşünüyorum. Yönetmenin de daha başından oyuncu tercihleri ile kolaya kaçtığını düşünüyorum, birçok saf ve en ince duyguların insanı daha Audrey Tautou ve Guillaume Canet'yi gördüğünde yüzüne gülümsemeyi yerleştiriyor. Özetleyeyim ki sonuç olsun;

Uyarlamaların büyük bir çoğunluğu koskoca bir kitabı film süresine yaymakta sorun yaşarlar, bu da doğal olarak kitabı okuyanları rahatsız eder. Ancak Ensemble C'est Tout kitabı okumayanların bile yeterince boşluk bulmasını sağlayacak kadar özensiz olmuş, sevmedim, sevemedim.

1 yorum

Sonbahar


“Sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına…”

19 Aralık 2000 tarihini, Hayata Dönüş adlı korkunç operasyonu hatırlatması açısından çok önemli bir film bu. Yusuf on yıl kaldığı hapishaneden bu kıyımın yarattığı ruhsal yaraları ve açlık grevinin bedenindeki fiziksel sonuçlarıyla Karadeniz’deki köyüne dönüyor. Durmadan öksürüyor, ciğerleri iflas etmiş, suskun, ölümü bekliyor.

Eğer Hayata Dönüş operasyonunu, F tipi cezaevlerini bilmiyorsak bu filmden çok şey öğrenmemiz mümkün değil. Sadece bilenlerin anlayabileceği bir acıyı hissettiriyor film. Bu nedenle önümdeki sırada oturan teyze, ağlayan arkadaşına “film sadece bu, gerçek değil, hadi yeter” diyebiliyor. Ona dönüp gerçek bu demek istiyor, herkesin izlediği o korkunç kıyımın görüntüleri bir filmden değildi demek istiyorum, F tipi cezaevlerini, ölüm oruçlarını anlatmak istiyorum, ama keşke ben değil de Özcan Alper anlatsaydı bunu, hissettirmekten fazlasını yapsaydı diye düşündüm önce. Kullanılan birkaç arşiv görüntüsü dışında keşke Yusuf’un yaşadıklarına dair de görüntüler olsaydı. Yusuf’un anlatmasını beklemiyorum, o her şeyi belki içinde yaşayıp susmuş, ama hiç olmazsa rüyaları daha öfkeli olsaydı, daha fazla şey söyleseydi. Yusuf bir kez bağırdığında ve o sesler yankılanıp çoğaldığında sevindim, bu kadar suskunluk izlerken öldürecekti beni. Ama yönetmen anlatmak için böyle sessiz ve içsel bir yolu tercih etmiş diyerek kabul ettim sonra filmi, keşke insanlar anlamak için daha fazla çaba gösterebilselerdi.

Yusuf öyle kocaman dalgaların önünde gözünü bile kırpmadan duran bir adam olmuş. Gürcü kızı Eka da başka bir hayattan aynı dalgaların kıyısına gelmiş. Ülkesindeki çocuğuna bakabilmek için burda fahişelik yapmak zorunda kalmış. İkisinin hikayesi birleşiyor, daha iyi birleşebilirmiş gibi gelse de ikisinin masada karşılaşan bakışları bile birleştirmeye yetiyordu sanki hikayelerini. Sonra Mikail var, Yusuf’un çocukluk arkadaşı, hep eskileri andıkları, aşkların, hayallerin değiştiğini, gitmenin, kalmanın hapishanesini pek konuşmadan paylaştıkları Mikail.

Çektiği acıları gözlerinde taşıyan insanlara bakmak zordur; içlerindeki çok önemli bir şey alınıp da yaşamaya bırakılmış insanlara, acılarını toparlayıp baba evine dönenlerin yüzlerine bakmak zordur, anne “on yıl çay içmedim, yemek yemedim” derken onun yüzüne bakmak zordur… Onur Saylak gerçekten çok başarılı bir oyunculukla Yusuf’un acılarını, suskunluğunu, annesiyle bu konuşamama üzerine kurulu ilişkisini çok iyi aktarıyor -oyunculuk demeye bile dilim varmıyor, film boyunca Yusuf oymuş gibi geldi bana.

Görüntüler de çok güzel, Karadeniz’de geçen bir filmde, sanırım rol çaldığı için mecburen bir karakter oluyor doğa. Sessiz ormanlar, hırçın dalgalar, karla kaplı yaylalar hep bir ruh haline denk düşüyor. Bu yüzden çok güzel görüntüler var filmde.

Uzun süredir bu kadar etkilendiğim bir film izlememiştim. Bu bağıra bağıra anlatmayı değil sessizce hissettirmeyi seçen bir film. Senaryoda gördüğü bazı eksiklikleri bile unutuyor insan Yusuf kendini karlara attığında ya da tulum çalarken. Özellikle tulum çalarken..

0 yorum

Suspiria

“Bu filmin son 12 dakikasından daha korkunç bir şey varsa o da ilk 92 dakikasıdır.”

İzleyici beklentisini en tepeye çıkaran bir sloganı var Suspiria’nın. 1977 yılında Dario Argento tarafından yazılıp yönetilen bir renk şöleni.. Kırmızı, yeşil ve mavinin korkutuculuğu ile daha ilk sahnesinden itibaren izleyicinin tüm dikkatini ve ilgisini üzerine çekmeyi başaran ender kaliteli korku filmlerinden. Benim “bir grup gencin tek tek öldürülmeyi beklediği filmler” olarak nitelediğim teen-slasher’ların gudikliğinden oldukça farklı, oldukça başarılı, oldukça korkunç bir korku filmi.

Suzy Bannion (Jessica Harper) isimli bir genç kızın bale okumak için Amerika’dan Almanya’ya gelir. Bu garip bale okulu öğrencilerinden 2 tanesinin yine garip ve iğrenç şekillerde öldürülmeleri sonucu Suzy, olayı araştırmaya karar verir. Doktor Frank Mandel (Udo Kier)’den bu enteresanlıklara bir anlam verebilmek için yardım ister ve sonunda bale okulunu yapan kişinin “Black Queen” ismiyle bilinen bir cadı olduğunu öğrenir. Okul yöneticisinin, öğretmenlerinin, çalışanlarının garip tavırları ve elindeki tek reel bulgu olan “Gizli! İris!” sözleri, onu sırra ve sona doğru sürükleyecek, fiştekleyecektir..

-Bir filmin konusunu anlatmak onu izlemekten zor oluyormuş, bunu anladım.-

Goblins grubunun o insanı çıldırtabilecek müziklerini de yadsımadan şöyle demek lazım belki de: Ses ve görüntü kullanımında ustalığın sonuna dek hissedilebileceği bir film Suspiria. Hem buradaki “Katil kim, ne oluyor yahu?” endişesi, fazla tanıdık geldi bana. Sanki hani bu bir öncü film olmuş John Carpenter, Wes Craven gibi abilerime. Var yani sanki öyle bir şey?

Gelelim filmin, bana göre olmamışlarına:

Bir kere diyaloglar çok basit. Koca koca insanlar çocuklar gibi konuşuyorlar. Lakin Baba Argento bize şunu söylüyor: “Oğlum bu senaryoyu 12 yaşındaki çocuklar oynasın diye yazdı lakin ben bu filmi bu şekilde oynattıramazdım. Senaryoyu da değiştirmeyince böyle bir absürdite oldu. Pardon.” Peki baba, büyüksün. Ancak o cadı ikonografisi? Yani milenyum insanı pek tırsmıyor bu tip hadiselerden. Ne bileyim Bush var, Gomeda varken..

Şakası bir yana, 30 yıl önce böyle bir film çekebilmek bir kere cesaret ve sermaye istiyormuş. O gözümüze batan renk olayı var ya, işte ona “Technicolor” deniyormuş ve bir hayli pahalıymış. Masraftan kaçınılmamış. Gitmişler gişe kaygısı olmadan yapmışlar filmi. Yalnız öncesinde Goblins grubundan soundtrack için parça istemiş Argento amca. Sizsiz olmaz demiş. Önce müzik olayını halletmiş, sonra üzerine görüntüyü koymuş. Başlı başına bir korku unsuru olmaya yeten elleriyle filmin ilk birkaç dakikasında güzelim bir kızın kafasına camlara vuran da bizzat o’ymuş. Sonra o delik deşik edilen göğüskafesi ve hala çarpmakta olan kalbi delme deliliği? Hah onu da Dario abi yapmış. Erinmemiş.

Ben iflah olmaz bir korku izleyicisi olarak çok sevdim filmi. Oradan buradan araştırdım ve gördüm ki daha birsürü güzel detay var filme değer vermem için bende baskı kuran. Mesela senaryosu sıradan görünen bir film için önyargı besleyemem artık. Çünkü Dario Argento filmlerinde bu hep varmış: Giallo denirmiş adına. ‘Sarı’ manasındaymış. “Bak bu filmin konusu sıradan ama izlediğinde öyle olmadığını anlayacaksın küçüğüm” gibi bir mizahi yanı varmış yani işin. Öğrenmenin sonu yok.

Psikolojik şiddet’i, baskı’yı odağa alan ve saçmalamayan her filmi seven benden de bu beklenirdi zaten. Hepinize korkusuz bir hayat diliyorum.

1 yorum

Pola X

Herman Melville‘in 1852 yılında yazmış olduğu Pierre ou Les Ambiguites’in başharflerine bakın ve sonuna bir X ekleyin. İşte Pola X’in ortaya çıkışı.

1999, Fransa-İsviçre-Almanya-Japonya yapımı olarak geçen Pola X’in X’i, bence yönetmen Leos Carax‘ın kendi soyadının sonundaki X’e bir gönderme. İzleyemediğim için hayıflandığım Les Amants du Pont-Neuf (Köprü Üstü Aşıkları)’un yönetmeni Carax, Aladin müstear adıyla yazdığı A la Lumière (Işıkta) isimli kitabıyla ortalığı kasıp kavuran burjuva yazar Pierre’in (Guillaume Depardieu) hayatına çevirmiş kamerasını.

Pierre, sevgilisi Lucie (Delphine Chuillot) ile evlilik planları yapmaktadır. Pierre’in ablası Marie (Catherine Deneuve)’de bunu desteklemekte hatta acele etmeleri gerektiğini düşünmektedir. Pierre ve Lucie’nin mutluluğu, aniden ortaya çıkan Pierre’in kuzeni Thiabult (Laurent Lucas) ile değişir. Bu sırada yeni romanı üzerinde uğraşan Pierre, Lucie’ye bir kadın yüzünden bahsetmiştir. Rüyalarına giren bu kadın yüzü, yakın zamanda Pierre’in gerçek hayatında da karşısına çıkar. Bu, ona ailesinin tek çocuk olmadığını söyleyen ve kızkardeşi olduğunu iddia eden Isabelle (Yekaterina Golubeva)’dir. Bu, tam da Pierre’in beklediği olaydır. Hayatından sıkılan ve ona esas mutluluğu vereceğine inandığı “gerçeğin arkasındaki yüz”ün gelmesi için bekleyen Pierre, Isabelle’den ve onun hikayesinden çabucak etkilenir ve Lucie de olmak üzre her şeyi geride bırakarak, Isabelle’le birlikte Paris’e gider. Isabelle, Pierre ve Isabelle’in yanındaki mülteci Petrutsa ve küçük kızı, Paris’e uyum sağlamak zorundadırlar. Kuzeni Thibault’tan yardım isteyen Pierre, onun umursamazlığı ve kendisini tanımazlıktan gelmesi üzerine bir otele yerleşmeleri gerektiğine karar verir ama orada çok kalmayacaklardır. Sokaktan geçen iyi giyimli bir adama çok pis koktuğunu söyleyen küçük kız adamın tokadıyla yere yığılır, başına taşa vurur ve ertesi gün ölür. Pierre, Isabelle ve Petrutsa daha sonra, “hard-rock” müzk yaparak rahatlayan, silahlı, garip bir örgüte sığınırlar ve orada yaşamaya başlarlar. Para sıkıntısı çeken ve bunu halletmeye çalışan Pİerre, tanıdığı bir yayımcı olan Margherite (Patachou)’den bir miktar avans ister ama ondan belki de tüm hayatını ve toy arzularını yerle bir edecek cümleler işitecektir: “-Dünyanın kötü gerçeklerini dünyanın yüzüne vurma ihtiyacı, neredeyse dünya kadar eskidir. Musil’in ne dediğini biliyorsun: ‘Bir devir, o devrin cefası çekilmeden değiştirilemez.’.” Elbette bu sözler Pierre için yeterli olmayacaktır.. Isabelle ve Pierre birbirlerine iyice alışmışlardır ve kendilerine yalan söylememeye karar verdikleri bir gece birlikte olurlar. Kısa süre sonra Pierre’in ablası Marie, Pierre’e diplomat babası Georges Valombreuse’den kalan motosikletle kaza geçirir ve ölür. Bu, uzun süredir birbirinden ayrı olan Pierre ve Lucie için dönüm noktasıdır. Lucie, fırsatını ve bir yolunu bularak, Pierre’e ulaşır ama Thibault ve Lucie’nin kardeşi bunu istememektedir. Bunu kısa süreliğine hallederler ve Pierre, Isabelle, Lucie; yani Bermuda Şeytan Üçgeni, o garip yerde beraber yaşamaya başlarlar. Pierre Lucie’ye ve hatta kimseye Isabelle ile birlikte olduğunu söylememiştir. Çünkü bu onları sırrıdır. Ancak Isabelle’e de gerçekleri tam olarak anlatmamış ve Lucie’nin onun kuzeni olduğu yalanını uydurmuştur.

Maddi durumu iyice zorlaşan Pierre, yine Margherite’dan yardım dilenir. Margherite, Pierre’in Aladin ismiyle yazan kişinin kendisi olduğunu canlı yayında açıklayarak gündem yaratabileceğini söyler ama bu gerçekten trajik bir deneme olur. Pierre canlı yayında tutulur kalır ve sahtekâr diye yaftalanır. Sinir boşalması yaşadığı o gece, önüne gelen tüm arabaların dikiz aynalarını kırar.. elbette yolda bir başka şoför tarafından tartaklanıp, topal kalıncaya kadar. Monsieur Roc takma adıyla yazdığı 3 bölümlük romanı da, bir başka yayımcı tarafından çalıntı olmakla itham edilince, artık Pierre için de yolun sonu görünmüş gibidir.

Pierre, Isabelle ve Lucie yürüyüşe çıktıkları bir gün, zaten ruh sağlığı pek de iyi olmayan Isabelle, bindikleri vapurdan kendini sulara bırakır. Gece hastanede onu Thibault ziyaret edecek ve Lucie ile Pierre arasındaki ilişkinin derinliğinden bahsederek Isabelle’i Pierre’e karşı kışkırtacaktır. Bir de not bıracaktır Pierre’e: “Orospun ve itlerin olmadan, yüzyüze konuşmaya gel!”.

Pierre, sığındıkları yerden aldığı iki silahla, Isabelle’in kal ısrarlarına rağmen ayrılır ve işlek bir caddeye bakan bir mağazanın önünde, Thibault’un ağzına iki adet namlu sokar. Ve ateşler. Olay yerine sonradan gelen Lucie ve Isabelle, Pierre’i polislerin yanında bulurlar.. bunlara daha fazla dayanamayan Isabelle, kendini yoldan geçen bir kamyonun önüne atar ve tüm hikaye sonlanır.

Gelelim benim diyeceklerime…

Pola X, üzerinde konuşulası bir film. Burjuva hayatını, hiç tanımadığı “hayâl” için terk edebilecek kadar yüce bir adam olan Pierre ile, onun mutluluğunu kıskanan kuzeni Thibault; her şeyiyle Pierre’e gelen Isabelle ile de, her şeye rağmen Pierre’den kopamayan Lucie’nin hastalıklı, karmaşık,’hard’ öyküsü. Toplumun en fazla fikir ayrılığına düştüğü konulardan biri olan ensest‘e kamerasını çeviren, cesur ve merak uyandıran bir yönetmenin elinden çıkmış 128 dk’lık bir macera. Diyebilirim ki bu film, siyahın tüm renklerin bir bileşimi olduğunu kanıtlayacak kadar renkli ama bir yandan da zifiri bir yapım. Filmde onlarca enfes fotoğraf, kare var. İnsanın topluma ve hatta kendine yabancılaşmasının pek de sürükleyici olmayan bir sunumu. Hele ki Issız Adam tartışmalarının ayyuka çıktığı şu dönemde, kendilerine bile ıssızlaşan 3 insanın hikayesi bana çok iyi geldi. Film boyunca belki de herkes ilerleme kaydederken, çöken bir Pierre görüyoruz. Saçı sakalı birbirine girmiş, topal kalmış, pejmürdelik konusunda dilencilerin bile sadaka verebileceği bir şekle girmiş Pierre bize, inandığı doğruların peşinden giden bir adam olarak gaz bile verebiliyor. Adorno’nun “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” sözü film ilerledikçe daha da yüksek sesle yankı buldu kulaklarımda. Tercihlerin yol ayrımı olduğunun ve yol ayrımlarının kesin ve geri dönüşsüz olması gerektiğinin bir kez daha farkına varırken, düşünür buldum kendimi. Scott Walker’ın müzikleriyle, tutarsız (belki de sapmalı) bir akışı olan bu filmi severek izledim.

Sanırım mütemadiyen kafamızdaki sorulardan kurtulma yollarını arıyoruz ve sorular arttıkça da karışıyor kafamız. Bir noktadan sonra çok fazla irdelemiyor ve işleme geçiriyoruz geçici taslaklarımızı. Çok seviyorsak ve bu sevgi hastalık derecesine geldiyse, artık sevdiklerimize ve kendimize de zarar vermeye başlıyoruz.

Evet, dünya güzel bir yer değil ve bazen hepimiz Pierre gibi, şu cümleyi kurabiliyoruz: “Bazen, neredeyse hayatımdan pişman oluyorum.”

İyi hayatlar.

0 yorum

Polis

Yalnızca geçtiğimiz ay dahi 9 kez izlediğim Onur Ünlü filmi, çok seviyorum..

Mesleğinde ulaşabileceği en üst mertebeye ulaşmış bir polis olan Musa Rami (Haluk Bilginer)’nin absürdlüklerle dolu hayatından bir kesit.. Şiirsel, komik, öykünmeci ve farklı. İddiam şu ki, Türk Sineması’nın kültlerinden biri olacak. Neyse..

Musa Rami bilinçli, zaman zaman sabit fikirli ama iyi bir polistir. Uzun zamandır peşinde olduğu bir mafya babasının en küçük oğlunu öldürmüş ve başına büyük bir iş açmıştır. Polis merkezinden de çeşitli ultimatomlar almakta ama bildiğini okumakta, yani “boğa sürüsüne kanlı pelerin sarkıtmakta”dır. Bu sırada bitirme tezi için kendisiyle irtibata geçen Funda (Özgü Namal)’ya da aşık olmuş ve iyiden iyiye karmaşık hissetmeye başlamıştır. Tam bu sıralarda, ağzından ve burnundan kan gelmeye başladığını fark eder ve doktora gider. En fazla 2 ay ömrü kaldığını, beyninde kocaman bir tümör olduğunu öğrendiğinde yıkılır. Üstüne üstlük psikolojisi çok da iyi olmayan kızı Sevgi, intihar mı cinayet mi belli olmayan bir şekilde ölünce, Musa Rami, olayı İzmitliler’in yaptığını düşünür; “annen iyi olacak” diye söz verdiği torunu Ece’ye karşı mahcup düştüğü için de kendisini affetmez. Bir polis emeklisi olan Hayri (Settar Tanrıöğen)’den illegal yollarla silah temin ederek intikamını almayı koyar aklına. Başarısız bir girişim sonucunda masum birini yaralar ve birsürü insanın yaralanmasına sebep olur. Üzerine dinamit sarıp, canlı bomba olarak Tayfun İzmitli’yi öldürmeye gider ancak yakalanır. Önüne bir aile fotoğrafı konur ve sadece tek kişinin hayatını kurtarabilme şansı olduğu, bir kişiyi seçmesi gerektiği söylenir. Musa Rami, bu ândan sonra hayatında bir şeylerin hiç de iyi gitmeyeceğini ve çok da fazla şansı olmadığını buram buram hissetmeye başlar…

Ben çok sevdim Polis’i. Taxi Driver’ın “You talkin’ to me?!”sine yapılan göndermesinden, final sahnesinde Musa Rami’nin adeta bir Kadir İnanır’a dönüşmesine kadar çok sevdim. Musa Rami’nin kendisinden yaşça çok küçük bir üniversite öğrencisine duyduğu aşk yüzünden çocuklaşmasını, yalan söylemesini, Kazakistan’lı satranç oyuncusunu “o kıza finalde yenileceksin” mesajını verirkenki agresif halini, kendisi gibi Funda’ya aşık olan Komser Yılmaz (Ragıp Savaş)’a “onu tavlayamazsın” derkenki alaycılığını…

Polis, kasıtlı olarak absürd bir yapım. (Onur Ünlü’nün vaktinde Murat Menteş’in kendisiyle yaptığı bir söyleşide not aldığı “Öldürmek kesin konuşmaktır”ı filmde Musa Rami’nin mottosudur. Girit Paradoksu’na inanan ve kurşunun namludan çıktıktan sonra gittiği yolu sürekli ikiye bölmesinden ötürü aslında bir insanı teorik olarak kurşunla öldürmenin mümkün olamayacağına inanan komik bir adam Musa Rami. Fizikle bunun değillenmiş olması, bu mantığın çürütülmüş olması onun için herhangi bir şey ifade etmiyor. Ona göre “hayatta hiçbir şey göründüğü gibi değil.”.) Çocuklarını, torunlarını birer ikişer kaybetse de, tutunmaya çalışan bir âşığın hayatı, girdabı. Tekvin Sûresi’yle intihardan cayan bir adamın. Kesin konuşan bir adamın. Kocamış ama cesur bir kavalyenin: Funda’nın Sensiz Saadet Neymiş’inde dudakları ve gözleri ve yüzü ve saçları ve boynu santim santim titreyen birinin yani.

Demem o; Haluk Bilginer gibi biri kalkıp Musa Rami oluyorsa bunda bir iş var. Sevgiden bahsedildiğinde eli silahına giden bir polisin hayatından bir kuple. İzlemeyenlere tavsiyem, bir şişe rose şarap ve önyargısızlık. Çünkü Türk Sineması’nı ittire ittire de olsa ilerletecek işler yapacağını nezdimde kanıtlamış şair eskisi bir yönetmen ile karşı karşıyayız. Ve onun şiddeti vallahi dertten.

0 yorum

Güneşin Oğlu

Onur Ünlü’nün Polis’ini önce pek sevmemiştim. Çünkü onun “Ah Muhsin Ünlü” kimliğiyle yazdığı şiirlerinden haberim yoktu. Önce filmin bu tuhaflığını yadırgayıp sonra tam da onu sevdim. Üstelik Özgü Namal fobimin de çok yoğun olduğu bir döneme gelmişti film.

Güneşin Oğlu’nu ise hemen çok sevdim. Yönetmeni de röportajlarında soruyu soranı her an kalkıp ya öpecekmiş ya da dövecekmiş gibi verdiği cevaplarından daha bir sevdim. Son olarak büyük bir laf ederek “Sinemamızın Onur Ünlü’ye ihtiyacı var” dedim. Çünkü tahammül edilemez Recep İvedik, Osmanlı Cumhuriyeti gibi filmlerin çekildiği bir sinema ortamında en son ne zaman içinde gerçekten zeka olan bir filmi izleyip güldüm hatırlamıyorum.

Filmin sloganı yönetmeni tarafından da ısrarla belirtildiği gibi “fantastik mavra” (mavra: gevezelik, palavra). Bu da olay örgüsünü biraz anlatılamaz kılıyor. Kısaca güneş tutulması sırasında doğan çocuklar yıllar sonra başka bir tutulma sırasında kontrolden çıkıyor ve bedenden bedene yolculuk etmeye başlıyorlar. Bedenler de ayrı bir alem tabi ki. Bu kısır döngü ise insan yine kendisine kaçar denklemiyle çözülüyor (kimin kime kaçtığı, kimde saklandığının cevabı filme kalsın). Filme gülerken bir yandan da nasıl bağlayacak acaba diye endişelendim, tabi dağınık da kalabilirdi, ama şu her şey kendi içinde tutarlı olsun dikeniyle zehirlenmiş aklım kıpırdandı durdu. Neyse ki güzel bağlanıyor, felsefi göndermeleri ve Polis’e göndermeleriyle de pek güzel tamamlanıyordu film.

“Sekiz günde yazılıp on günde çekilen film hangisidir?” diye de bir soru kattı sinema tarihimize bu film. Filmle ilgili en çok konuşulan şeylerden biri de buydu. İzlerken bu halinin, hızının filmin ruhuna uygun düştüğünü düşündüm, ama bazen keşke burayı ağırdan alsaydı daha iyi çekebilirdi de dedim. Biraz aceleyle anlatmıştı belki, ama özgün hikayesi ve oyunculuklarıyla o kadar farklı bir film ki bu, belki tam da böyle kalmalıydı. Filmi izlerken de aklıma gelmiş miydi bilmiyorum; yoksa Burak ve Fırat ile dün gece yaptığımız muhteşem sohbetten sonra mı böyle düşündüm, emin değilim. Ama Onur Ünlü’nün filmin bir köşesinde durduğunu ve her şeyi gülümseyerek izlediğini düşündüm şimdi.

0 yorum