Grace is Gone
"Lonesome Jim" filminin senaristi James C. Strouse’ın yönetmen olarak ilk filmi. İstanbul Film Festivali’nde “Amerikan Bağımsızları” bölümünde gösterildi. Ancak konusunu ele alış şeklini pek bağımsız bulmayanlar da oldu.
Amerikan Bağımsızları özellikle takip ettiğim bir bölüm oldu festivalde, ancak - sürekli söylediğimiz gibi- bağımsızlar artık bildiğimiz gibi değil. Bu ayrı ve upuzun başka bir yazının konusu. Gelelim bu filme;
Stanley iki kız babası ve asker eşidir. Gözlerindeki problem nedeniyle çok sevdiği ordudan ayrılmak zorunda kalmış, şimdi karısının görevden dönmesini kızlarıyla birlikte evde beklemektedir. Disiplinli ve ilgili bir babadır. Karısının dönmesini beklerken ölüm haberi gelir. Ancak bunu kızlarına söyleyemez ve onlara bir yolculuk önerir. Küçük kız Dawn’ın gitmek istediği yere, “Büyülü Bahçeler”e doğru yola çıkarlar. Abla Heidi ise durumdan şüphelenir. Hem fazlasıyla mantıklı bir çocuk olduğu için hem de babasının işe gitmeyen ve eğlenmeye çalışan hallerine alışkın olmadığı için. Bu yolculuk sırasında Stanley onlara ölüm haberini nasıl vereceğini düşünüp durur, ara sıra telefon açıp karısının telesekreterdeki sesinden bile yardım ister.
Filmin savaşla ilgili düşüncesine gelince; Stanley bir vatansever olduğunu, Irak’ta yaptıkları şeyin doğru olduğunu ve bunun bir görev olduğunu düşünmektedir. Ona muhalif olarak gösterilen amca John ise işsiz ve hala ne yapmak istediğini bilmeyen, oy bile kullanmayan biridir. Açıkçası muhalif sesi böyle göstermek ve onun karşısında Stanley’i daha güçlü çizmek filmin düşüncesine dair soru işaretleri bırakıyor. Öte yandan büyük kızın televizyondan savaşla ilgili haberleri takip etme çabasının engellenmesi, hatta bu konuyla ilgili düşünmesinin bile yasaklanması bu vatansever tavrın nasıl baskıcı olduğunu da gösteriyor. Aslında güya vatan uğruna orada boşu boşuna ölen bir askerin ailesinin nasıl parçalandığını göstermek de savaş karşıtı bir tavır sayılabilir, ama pek sert ve keskin bir eleştiri sayılamaz. Keşke amca karakterini bu kadar aciz çizmeseydi yönetmen de ne düşündüğünden biraz olsun emin olabilseydik.
John Cusack iki çocuk babası, biraz kilolu ve gözlükle haliyle de muhteşem, iki çocuk da çok iyi oynuyorlar, ama özellikle Heidi rolünde Shélan O'Keefe çok iyi. Filmin sonunda ağlamak mümkün, ama “bana ne Irak’ta ölen bir askerden ona üzülecek değilim ya” diyenler oldu, olacaktır da. Tabi yönetmen Amerikalı ve vatan tehlikede masalına inanıp orda boşu boşuna ölen askerlerine de üzülüyor olabilir. Ancak filmi düşüncesini net bir şekilde ortaya koymuyor.
Die Welle
Dennis Gansel’in yönettiği gerçek bir olaydan esinlenen aynı adlı romandan uyarlama 2008 yapımı Alman filmi.
Rainer Wenger (Jürgen Vogel) adlı bir öğretmen okulda anarşizm dersi vermek ister, ancak bu "tehlikeli" konuyu çok fazla istediği için okul yönetimi dersi ona vermeyip totalitarizmi uygun görürler. Derslerin başında çocuklar ortak bir düşüncenin etrafında toplanamayacak kadar inançsız görünmektedirler, yeni bir nazi hareketinin Almanya’dan doğmayacağına da kesinlikle inanırlar. Ancak Wenger bunun nasıl mümkün olabileceğini onlara ispatlar, kısa sürede bu inançsız gruptan “dalga” adlı faşist bir hareket oluşur ve işler kontrolden çıkar.
Gerçek bir olaya dayandığını bilmek filmi izlerken tüylerimizin ürpermesine neden oluyor. Bir şeylere inanma ihtiyacının ve ait olma hissinin nerelere varabileceğini açıkça görüyoruz film boyunca. Yeni bir faşist örgütlenmenin çıkmayacağına kesinlikle inandıkları bir ülkeden ortak bir selamlaşma, üniforma, logo altında birleşilince farkında bile olmadan faşizm doğuyor ve hemen kendinden olmayanı dışarıda bırakma, yargılama, şiddet başlıyor. Adım adım sürüklendikleri şeyi açıkça biri göstermediğinde tehlikesini bile göremiyor, içinde oldukları şeyin farkına bile varmıyorlar. Muhalif davrananları korkutma yoluna gidiyor, hiçbir farklılığa tahammül edemiyorlar. Başlangıçta totaliter bir yönetimin ne olduğunu bile pek bilmiyorlar, aslında içinde oldukları süre boyunca da hala biliyor sayılmazlar. Çünkü bir şeyin altında birleşmek her şeyden önemli hale geliyor, hiçbir şeyi sorgulamak gerekmiyor, üstelerindeki beyaz gömlek kendilerinden olduğunu gösterdiği sürece birbirlerinin yanlarında oluyorlar ne yaparlarsa yapsınlar. Sadece çocuklar değil Wenger de kısa zamanda faşist bir lider olmanın tuzaklarına düşüyor, bu deneyi gidebileceği yere kadar götürmek istiyor, ancak artık kontrolden çıktığını kabul etmek zorunda kalıyor. Durdurmak için çok geç kalsa da..
Filmin temposu çok hızlı. Kamera çoğu zaman hızıyla baş döndürüyor. Olay örgüsü de çok hızlı gelişiyor, her şey hemen olup bitiyor sanki. Bu hız konu için uygun olsa da karakterlerle ilgili bilgi verirken klişelere başvurmasına neden oluyor sanki yönetmenin. Çünkü bunun için ayrıca zamanı kalmıyor hiç. Bu nedenle bazen kişilerin ağzından açıklamalar duymak zorunda kalıyoruz. Finali de biraz olmamış hissi bırakıyor. Film sadece sonda yavaşlıyor, her şeyi idrak etme anı olduğu için anlaşılabilir böyle olması, ama sanki biraz etkileyici olsun diye çekilmiş gibi duruyor.
İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma’da Jüri Özel Ödülü alan film yanılmıyorsam kısa bir süre sonra gösterime girecek. Mutlaka izlenmeli.
The Bank Job
2008 yapımı Roger Donaldson filmi..
Ön tanımlı olarak başrolünde Jason Statham'ın yer aldığı her türlü aksiyon filmine sempati duyar ve severim.. Filmi izledikten sonra da pek objektif olamam ve güzel olarak kabul ederim..
Oceans serisinden bildiğimiz "hırsızlık aksiyonu" olayının biraz daha gelişmişi var bu filmde.. Martine Love (Saffron Burrows) yeni bağlantısı sayesinde bir iş alır.. Ulusal Güvenlik bir bankanın soyulmasını ve özel kasalardan birisinde bulunan kraliyet ailesine ait fotoğrafların alınmasını ister.. Martine eskiden tanıdığı ve sevdiği Terry ile bu işe girer, kısa zamanda takım kurulur ve soygun planlanır.. Soygun arada yaşanana aksaklıklara rağmen planlandığı gibi yapılsa da elde ettikleri belgelerin ucu çok fazla kötü adama dokunduğundan işler karışır..
Beklediğimden daha iyi bulduğum bir film oldu The Bank Job.. Olayları birbirine bağlayışı ve konuyu işleme şekli açısından gayet başarılı, aynı zamanda bir aksiyon filminin tüm heyecanını yaşatıyor, kısa zamanda başlayıp bitiyor..
Terry rolüyle aksanına hasta olduğum Jason Statham yine muhteşem iş çıkartmış, mümkünse kendisi hep böyle rollerde oynasın, fantastik sinemadan uzak dursun.. Biz onu bu İngiliz filmlerinde bir şeyler planlayan adam haliyle seviyoruz.. The History Boys'dan sonra çok farklı gelse de Stephen Campbell Moore adamı da iyi bir oyunculuk sergilemiş.. Filmin senaryosu da etkileyici olmuş, gerçek hayat hikayesinden senaryo uyarlamak zor iştir, nereye nasıl dokunmanız gerektiğini -hele böyle bir olayda- bilemezsiniz, ama iyi kotarmışlar..
Kısaca hızlı geçmesi gereken zamanlarınız için, üzerine düşünülmeyecek, keyifle izlenip tüketilecek güzel bir aksiyon filmi yaratılmış.. Bu tarz filmler için bir haftasonu bile yapabilirim..
Smiley Face
Ev arkadaşının "özel" keklerini yiyen ve zaten güzel olan kafasını iyice uçuran karakterimizin maceralarını izlediğimiz ilginç bir yapım.. Pek bir şey anlatma derdi olmayan ancak konusunu işlerken epey güldüren basit filmlere temiz bir örnek gibi.. Başroldeki Anna Faris, oynadığı Jane F. karakterinin gerektirdiklerini çok iyi aktarmış, yüzündeki ifadeden her şeyin kontrolden çıktığını kolayca anlayabiliyoruz.. Aslında bu oyunculuk filmi tahammül sınırları içerisine çekiyor, yoksa günlük maceralar ve araya iliştirilmiş gibi duran komünist manifesto sosu filmin referanslarını arttırmaktan başka bir şey yapmıyor.. Zaten film yarattığı atmosfer içerisinde hiçbir şeyi eleştirecek ciddiyete ulaşamıyor..
Boş zamanda izlenebilecek ve eğlence için tüketilebilecek filmden birisi olmuş Smiley Face, sanki kafası iyi olan Pee Wee maceraları gibi bir şey.. Sonunda kamu hizmeti ve yoldan çıkmanın bedelinin gösterilmesini pek gerekli bulmadım, bir çeşit zorlama mesaj gibi duruyor kafası güzel/ yolu topluma göre ters insanlara..
Pek fazla bir şey yazamıyorum filmle ilgili, yazma denemlerimin birçoğu da başarısız oldu.(düşünün en başarılı hali bu) Pek anlatılabilecek ve düşündürdükleri aktarılabilecek bir film değil, zaten ne karakteri ne izleyicisi bir şey düşünüyor, sürüklenip gidiyoruz sadece zaman geçiyor..
27. Uluslararası İstanbul Film Festivali #2
İstanbul Film Festivali sona erdi, ödüller sahiplerini buldu. Bakalım Yumurta'nın Altın Lalesi de tartışılacak mı? Tatil Kitabı'nı izleyemedim, ancak merakım iyice arttı. Ödüller;
“Sinema Onur Ödülü”; Alexander Sokurov
Uluslararası Yarışma:
Altın Lale Ödülü; “Yumurta” (Semih Kaplanoğlu)
Jüri Özel Ödülü; “Tehlikeli Oyun / Die Welle” (Dennis Gansel, Almanya)
Ulusal Yarışma:
En İyi Türk Filmi; “Tatil Kitabı” (Seyfi Teoman).
En İyi Yönetmen; “Nokta” ile Derviş Zaim.
En İyi Kadın Oyuncu; “Gitmek” filmindeki rolü ile Ayça Damgacı.
En İyi Erkek Oyuncu; “Ara” filmindeki rolü ile Serhat Tutumluer.
Jüri Özel Ödülü; “Ara”.
Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği FIPRESCI Ödülleri:
Uluslararası Yarışma; "Ben X" (Nic Balthazar, Belçika).
Ulusal Yarışma; “Tatil Kitabı” (Seyfi Teoman).
Sinemada İnsan Hakları yarışmasındaki Avrupa Konseyi Sinema Ödülü (FACE):
“Kör Dağ / Mang Shan” (Li Yang, Çin)
Radikal Gazetesi Halk Ödülü:
Uluslararası Yarışma; “Yumurta” (Semih Kaplanoğlu)
Ulusal Yarışma; "Ulak" (Çağan Irmak).
kaynak; iksv.org
Mýrin
27. Uluslararası İstanbul Film Festivali “Uluslararası Yarışma” bölümünde yer alan İzlanda tarihinin en yüksek hasılatlı filmi. Festivalde Börn (Çocuklar), Foreldrar (Ebeveynler) ikilemesiyle birlikte üç İzlanda filmi var ve hepsi de burda ayrıca incelenmeyi hak ediyor.
Film, İzlanda’da oldukça ünlü olan bir kitap serisinden uyarlanmış. Bir cinayet hikayesi bu, ancak bildiğimiz tüm suç filmlerinden ayrılan bir tarafı var filmin. Bu fark da dedektif karakterini canlandıran Ingvar Eggert Sigurðsson’ın belirttiği gibi “İzlanda yapımı bir suç filmi” olması. Çünkü bildiğimiz neredeyse hiçbir klişe yok filmde. Bütün deliller incelenip adım adım sona yaklaşılmıyor. Hatta deliller göz önünde durduğu halde kimse görmüyor, katil gelip dedektifleri buluyor..
Konuyu tam olarak nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum. Bir yanda genetik bir hastalık sonucu kızını kaybetmiş ve bu hastalığı takıntı haline getirip araştırma yapan bir adam. Öte yanda bir cinayetle uğraşan ve kızıyla sorunları olan bir dedektif . İki olayı birbirine bağlayan bir tecavüzün yarattığı soru işaretleri.. Dedektif olayı çözmeye, adam kızının ölümü ve kendisi hakkındaki gerçeklere ulaşmaya çalışırken de İzlanda ile ilgili bir sürü şey öğreniyoruz. Ülkede herkesin genetik bilgilerinin saklandığı bir merkez olduğunu, polisin silah kullanmak yerine olaya müdahale etmek için cama vurduğunu, morgdan ceset çalınabildiğini…
Bildiğimiz dedektif filmlerine kesinlikle hiç benzemiyor bu film, ama yine Sigurðsson’ın söylediği “İzlanda’da suç oranı çok düşük” bilgisi aklımızda oluyor film boyunca. Suça hazırlıksız bir toplumun filmini izlediğimizi biliyoruz. Bu nedenle her şey gerçekçi görünüyor, morgdan ceset çalınmasını da, genetik merkezinin sistemlerine girilmesini de, cinayetin olduğu evin kapısındaki kanın araştırılmamasını da anlayabiliyoruz böyle olunca. Her şeyin saat gibi işlediği ve adım adım sonuca giden filmlerden bıktıysanız bu film tam size göre. Gerçekçi, kusurlu, soğuk ve tuhaf bir suç filmi.
The Saint Of Fort Washington
Bazı filmler, sanki insanı zorla ağlamaya itmek için yer yer ajitatif öğelerle bezenmiş izlenimi uyandırır ya, bu film onlardan değil. Henüz sağ yanağımdaki gözyaşı kurumadan, tam bir "sinemadan çıkmış insan" gibi yazmam gerekirse şunu diyeyim: "Gerçek" bir film.
Beyoğlu Sineması
"Beyoğlu Sineması Kapanmasın!" demek için bile sanırım geç kaldık. Yaklaşık 20 yıldır farklı filmlere gösterim şansı veren, kaçırdığımız filmleri yakalamamızı sağlayan Beyoğlu Sineması, temmuz ayı itibariyle daha fazla dayanamayıp kapanıyor. Benim için çok önemli bir yeri var bu salonun, çok üzgünüm. Umarım hala birşeyler değişebilir.
Sinemanın ortaklarından Temel Kerimoğlu ve Baha Serter'in konuyla ilgili yayınladıkları metin;*
"Birkaç yıldır kendi kendini idare eden Beyoğlu Sineması'nı, artık sabit giderlerini ödeyemez hale geldiği için, -eğer bir çıkış yolu bulamazsak- bu yazı çıkaramayacağından, 2008 Temmuz'unda kapatma kararı aldık. 10 Aralık 1989 tarihinde Halep pasajındaki dükkânları kiralayıp, yıkıp, sinema yapmamız, gazetelerde, "Yıllardır sinemalar kapatılıp pasajlar yapıldı. Şimdi pasajı sinema yapıyorlar!" şeklinde haber oldu. Gerçekten Beyoğlu Sineması'nı yoktan yapmıştık, yaratmıştık. Çok gururlanmıştık.
Beyoğlu Sineması'nda 19 yıl boyunca, Güney Amerika'dan Avustralya'ya, İran'dan Kanada'ya kadar çeşitli ülkelerin sinemalarından örneklerle program yapmaya gayret ettik. Bu yüzden, sinemayı yaptığımız yıldan beri İstanbul Film Festivali'nin aralıksız gösteri yaptığı salonlardan, Eurimages'ın Türkiye'de desteklediği ilk sinemalardan biri olduk.
Küreselleşen dünyanın ekonomik yapısından, serbest ekonominin kurallarından haberdarız. Dolayısıyla, sinemanın Türkiye'nin sosyal dünyasındaki yerinden, İstanbul'daki sinema seyircisinin yaşam tarzından, hayat ritmindeki değişimden, bakkalların-kasapların akibetinden, korsan CD satışlarından, sinema kelimesi yerine "hom teatır" demenin sosyal bir farklılık yarattığını düşünenlerden, uzun uzun sözetmek mümkün. Örneğin "Sürgün" filmini TV'den seyretmekle sinema salonu perdesinde seyretmek arasındaki farkın estetik dünyamız üzerindeki etkileri üzerine de yazabiliriz. Ama bunları tekrar dile getirmek, ne üzüntümüzü azaltır, ne de bildiğiniz şeyleri tekrarlamak, Beyoğlu Sineması'nın bugünkü durumunu değiştirir.
Üzüntümüz kadar güçlü olan korkumuzdan sözetmek isteriz.
Beyoğlu Sineması ilk olacak. Sırada Emek var Alkazar var, Yeşilçam Sineması var. Anadolu sinemalarının hali, başka bir konu. Görünen o ki, Hollywood filmlerini eksiksiz izleyebileceğiz. Kimilerini de ABD'lilerle aynı anda. Ama sadece onları izleyebileceğiz. Mihalkov'un 12'si sadece festivalde gösterilebilecek. Gus Van Sant'ın "Paranoid Park"ın seansları iptal olacak. "Sürgün"ü, koskoca İstanbul'da iki haftada 600 kişi izlemeyecek. En sonunda, bu filmler ithal edilmeyecek. Yapılan Türk filmleri de, gösterime girebilmek için, "iş yapan" örnekler gibi olacak. Bu tek renklilik, kabul edilebilir değil. Ama direnme gücümüz kalmadı."
* akbanksanat.com
The King
Pastör David Sandow (William Hurt), papazlığa başlamadan, kendi tabiriyle "tanrı ile tanışmadan" önce bir hata yapmıştır.. Bir süre para yedirerek beraber olduğu Yolanda ismindeki bir kadından bir çocuğu olmuş ve o çocuk yıllar sonra babasını, onu kabul etmesi için ziyarete gelmiştir.. Bu, Elvis'tir. 3 yıl boyunca bağlı olduğu deniz kuvvetlerinden terhis olan Elvis (Gael García Bernal), oturmuş bir aile düzeni olan babasının hayatını yerle bir edecektir ama henüz o bile bunun farkında değildir. Üvey kardeşi olduğunu bildiği Malerie (Pell James) ile aşk yaşamaya başlayan, bir pizzacıda kendisine iş bulan, kısacası iyiden iyiye, ait olmadığı bir ailenin ve yerleşim yerinin düzenine ayak uydurmaya ve onlara alışmaya başlayan Elvis için işler, ilahiyat fakültesini kazanan, üvey kardeşi Paul (Paul Dano)'u bir sinir anında bıçaklaması ve onun hayatına son vermesi ile birlikte karışmaya başlayacaktır. David'in eşi Twyla (Laura Harring), eşinin gayrımeşru bir çocuğu olduğundan haberdardır ve bir gün bu gerçekle yüzleşeceklerinin de farkındadır ancak elinden de bir şey gelmemektedir.. Elvis, pişmanlığının verdiği acıyla Malerie'ye, abisini öldürdüğünü itiraf eder. Hâlâ tam olarak sona gelinmiş sayılmaz.. taa ki, babası onun öz oğlu olduğunu herkese itiraf edene kadar..
Y Tu Mamá También
Öncelikle belirtmeliyim ki filmi Gael Garcia Bernal için seyrettim. Her filmde apayrı bir kişiliğe bürünen, bende ayrı bir yeri olan bu enfes adam için geçtim filmin karşısına. Yönetmen Alfonso Cuarón, 2001 yılında izleyiciyle buluşturduğu bu tam olarak "yol hikayesi" denilemeyecek filmi için bir İspanyol küfrünü isim olarak seçmiş. Filmdeki çeşitli diyaloglarda da duyabiliyoruz bunu.