Saklı Yüzler

Handan İpekçi’nin Babam Askerde, Büyük Adam Küçük Aşk filmlerinden sonraki filmi. Yine önemli bir konuya el atıyor yönetmen. Namus adına işlenen cinayetlere çeviriyor kamerasını aslında daha çok bu cinayetleri işleyen erkeklere, sanki merak ediyor vicdanları olup olmadığını..

Ailesinin evlenmesine izin vermediği adamdan hamile kalıyor Zühre (Şenay Aydın), küçük amcası Ali (İştar Gökseven) önce bebeği doğar doğmaz Zühre’nin on yedi yaşındaki kardeşi İsmail’e (Berk Hakman) boğduruyor, sonra ise Zühre’ye geliyor sıra. Baba ben yapacağım diyerek olaya el koyuyor, ama kızını öldürmemek için kendini vuruyor, sonra büyük amca Almanya’dan gelip götürmeye kalkıyor Zühre’yi, ancak Ali duruma müdahale edip abisini aşiretin namusunu temizlemesine engel olduğu için öldürüyor. Araya giren savcı Zühre’yi koruyor, yine de okula giderken vurulmasını engelleyemiyor, bundan sonra ise onun öldüğünü söyleyip Yasemin adıyla başka bir hayat kurmasını sağlıyor. Zühre, “Namus Cinayetleri” adlı bir belgesele konuşunca yaşadığı öğreniliyor ve bundan sonra bir yol filmi başlıyor, bir tarafta artık Yasemin olmuş Zühre’yi görmeye gelen kardeşi, yengesi, belgeselin yönetmeni (Cem Bender), diğer tarafta onu öldürmeye gelen Ali ve adamları..

Zühre, isteyerek sevdiği kişiyle birlikte olan ancak o korkup kaçtığı için artık onu istemeyen genç bir kadın, karşı çıkan, ses çıkaran ve kardeşini çok seven bir kadın, yeni bir hayata başladığı halde bir görev duygusuyla hayatını tehlikeye atma pahasına belgesele konuşan bir kadın, ama yeni evinin bahçesinde vurulmaktan kurtulamayan.. Zühre’nin hikayesi kadar etkileyici İsmail’in hikayesi de, kardeşinin bebeğini doğar doğmaz öldüren, büyük amcanın ölümünü de üstlenen İsmail, başını hiç kaldırmıyor yerden, sesi bile çıkmıyor neredeyse, kaybolmuş bir hayat yaşıyor o da, Zühre en azından adını değiştirip evlenip yeni bir hayat kuruyor, ama İsmail’in hiç şansı yok belli ki. “Aşiret namusu” denilen şey yüzünden, kendisinin koymadığı kuralların cezasını çekiyor. Ali ise Almanya’da köyden, kurallardan uzaktayken hala aşiret diye bir şeyin varlığını savunuyor, ve bu aşiret namusu denilen şey yüzünden gözü ölümden başka bir şeyi görmüyor, tek bir şey var aklında belgeselden yaşadığını öğrendiği Zühre’yi ne olursa nerede olursa olsun bulup aşiretin namusunu temizlemek, yeğenini öldürmeye susamış Ali’yi anlamak, bu gözü dönmüşlüğü anlamak çok zor. Filmdeki Yönetmen ise, bir sorumluluğu yerine getirip “Namus Cinayetleri” adlı bir belgesel yapıyor, ancak olayların peşini bırakmayıp herkesin yüzleşmelerini ve Ali’nin hapse girmesini sağlayarak belgeselini tamamlamak istiyor, yeni ölümlere neden olmak dışında ise bir şey başaramıyor.

Önemli bir filme imza atıyor Handan İpekçi, ancak film için seçtiği üslup tartışılır, ileri atlamalar, geri dönüşlerle ve film içindeki belgeselle bayağı karışık bir film çıkıyor ortaya, zaten konu nedeniyle fazlasıyla zorlayıcı olan bu senaryoyu daha sade bir şekilde aktarsa daha iyi sonuç alabilirdi sanki. Üstelik senaryodaki boşluklar ve bazı mantık yanlışları da filme gölge düşürüyor, daha iyisini yapabilecekken daha azıyla yetinilmiş gibi.. Ama ne olursa olsun önemli bir görevi yerine getiriyor yönetmen, namus adına işlenen cinayetleri perdeye taşırken iki tarafa da bakıyor, hem acı çeken, öldürülen, intihara zorlanan kadınlara hem de cinayetleri işleyen erkeklere… “Kadına yönelik şiddete karşı uluslar arası mücadele haftası”nda giriyor tam da gösterime bu film, ve yayımlanan rakamlara göre sadece geçen yıl 72 bin 643 kadının şiddete uğradığı bir ülkede yaşıyor Handan İpekçi ve vicdani bir sorumluluğu yerine getiriyor.

0 yorum

Irina Palm

Maggie (Marianne Faithfull), torununun hastalığı için gereken parayı bulmaya çalışır. Tedavi için Avustralya’ya gidilmesi gerekir ancak oğlunun elinden bir şey gelmez ve o torununu gerçekten çok sever. Kredi başvuruları reddedilir, iş başvuruları çok yaşlı olduğu için reddedilir, bir sex dükkanına hostes işi nedeniyle başvurmak ister. Ancak hostes’in etrafı düzenlemek, temizlik yapmak dışında anlamları olduğunu öğrenip ordan kaçar. Ellerinin çok güzel olduğunu erkeklere mastürbasyon yapabileceğini söyler ona Mikky, (Miki Manojlovic) bu onu daha fazla korkutur, gece ellerine bakarak uyur. Başka yolları da deneyip hiç çaresi kalmadığında bu işi kabul eder. Önceleri yapamayacağını düşünür, ancak niçin burada olduğunu kendine hatırlatıp katlanmaya devam eder. Odasını kişiselleştirmeye başlar, ünlü olup adı Irina Palm bile olur, artık müşterisi kapıda uzun kuyruklar oluşturur. Tedavi için gereken parayı Mikky’den borç alır ve bu borcu ödemek için de çok çalışır. Tabi ki oğlu bu durumu öğrenip ortalığı birbirine katana kadar.

Olay örgüsü çok klişe görünebilir. Ama yönetmen kağıt üstünde çok sıradan görünen bir senaryodan bambaşka bir film çıkarmış. Film gücünü özellikle Marianne Faithfull’un oyunculuğundan alıyor. Sam Garbarski sanki bu filmi onun için yapmış, minik minik adımları, bakışları ve soğukkanlı hareketleriyle, her an patlayabilirmiş gibi duran, bakan, konuşan ama hep ölçülü hareket eden bu büyükanne daha iyi canlandırılabilir miydi.. Bir değişim, patlama benzeri bir şey yaşıyor Maggie, Mikky’ye aşık da oluyor, ancak yine o her şeyi derinlerde yaşayan ve ölçülü hali bozulmuyor hiç. İkiyüzlü arkadaşlarına yaptığı işi, herhangi bir işmiş gibi anlattığı sahnede bile sakin sakin çayını içmeyi sürdürüyor. Onun bir büyükanneye dönüşmesini izlemek bile çok keyifli.

Bunun dışında yönetmen rahatlıkla bir komedi filmine dönüştürebilirmiş bu filmi, ya da buz gibi bir dram yapabilirmiş, ama iki kolay yolu da tercih etmemiş, insana yer yer sinirli kahkahalar attıran bir yerde bırakmış. Öte yandan çocuğunu yetiştirmek ve yaşamak için bu işi yapan ve Maggie’ye işi öğreten Luisa ve torununu yaşatmak için bu işe mecbur kalan Maggie arasında da gerçekçi bir ilişki kurmuş ve bu iki kadının hayatı ile de gerçekten sağlam bir bakış açısına sahip olduğunu göstermiş. Senaryosundaki klişelere ve hatta “bazı sinemaseverlerin” “aman bizim binbir gece gibi işte” yorumlarına rağmen yönetmen başka bir film yapmayı başarmış, tabi ki Marianne Faithfull’un büyük yardımıyla.

0 yorum

Elementarteilchen

Michel Houellebecq'in aynı adlı romanından sinemaya Alman yönetmen Oskar Roechler tarafından aktarılmış çarpıcı bir eser Temel Parçacıklar..

Tutkularının esiri bir erkek, tutkularını minimize eden bir başka erkek ve onların aşk kavramıyla olan kavgaları; bu iki erkeğin üvey kardeş olmaları ve annelerinin de aslında bir "kaybeden" olması, seks'e sofistike bir bakış atan filmin bendeki özetidir.. Freudyen açıklamalarım yok, bu sadece bireysel bir fikir yürütmedir.
2006 yapımı filmin oyuncu kadrosu bu sıradışılığın görsele yansıtılmasını gerçekçi kılacak ölçüde iyi: Moritz Bleibtreu, Run Lola Run ve Im Juli'dekinden farklı değil yine. Franka Potente ise çıldırtıcı güzelliği ile onun hakkında sinematografik bir eleştiri yapamıyor oluşumun nedeninini sunuyor beklendiği üzre. Eksper değilim, haddimi bilirim, neyse..
***
İnsan ırkından daha güçlü olan iki şey olabilir bence: Grip virüsü ve sevgisizlik.
113 dk boyunca gördüğünüz tüm o hırpanilik, tabu-tanımazlık, kopukluk da bu yüzden; bizi ilgilendiren o abstre lanet yüzünden: Sevgi yoksunluğu.
***
Çocuğuna uyku ilacı verebilen, öğrencisine penisini gösterebilen biri olarak Bruno, tüm bu karmaşanın merkezinde sevgisizlik olduğunun farkında mıydı değil miydi emin değilim ama;
biyolog kardeş Michael en azından daha munis, daha zararı kendine bir tip ve skandal bir hayatı olduğundan, heyecansız, hareketsiz, herkes gibi..
**
Tanıtmak şöyle dursun; mümkünse tek başınıza izleyin bu filmi. Başrol oyuncusuna En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü getirdiğini bilerek.. Afiyetle.

0 yorum

The Boondock Saints


Troy Duffy^nin yazıp yönettiği 1999 yapımı film..

Connor (Sean Patrick Flanery) ve Murphy ( Norman Reedus) MacManus kardeşler Boston şehrinde yaşayan iki İrlanda^lıdırlar. Anneleri tarafından iyi yetiştirilmelerine ve birçok dil bilmelerine rağmen bir et fabrikasında çalışmaktadırlar. Bir gece her zaman takıldıkları bara gelen Rus mafyası ile birbirlerine girerler ve onlara göre sadece eğlence olan bu kavga büyür ve Rus^ların ölümüyle sonuçlanır.. Öldürülen insanların mafyadan olması neticesinde federaller olaya el atar ve ajan Paul Smecker (Willem Dafoe) olayı incelemeye alır. Kısa süre ve ilginç teknikleri sayesinde ajan Paul olayı çözer ve MacManus kardeşler de merkeze gelirler. Paul Smecker, MacManus kardeşlerin olayı anlatmasından sonra nefsi müdafaa durumuna karar verir ve haklarında bir şikâyet olmadığından serbest olduklarını söyler. Bu sırada hikâye basına sızmıştır ve basın süper kahraman yaratma çabasına girişmiştir. MacManus kardeşler merkezde geçirdikleri bir gün sonrası sabah kalktıklarında yaptıklarının doğru olduğunu ve tanrının onlara bu izni verdiğini düşünürler, bundan sonraki hedefleri de “kötüleri öldürerek iyinin yeşermesini” sağlamaktır. İlk işleri de daha önce öldürdükleri maşaların sahipleri olan Rus mafyasını temizlemektir.. Bu düşünceyle MacManus kardeşler, aralarına İtalyan arkadaşları Rocco^yu da alarak Boston şehrinde büyük çapta bir temizlik başlatırlar. David Della Rocco mafyanın kuryesi olduğundan şehirdeki tüm pislik adamları, nerede oturduklarından neler yediklerine kadar tanır ve Rocco^nun anlattıklarıyla hedefler bir bir temizlenir.. Paul Smecker ise suçları işleyenleri bulur ancak yaptıklarının iyi olduğuna inanarak onlara yardım etmeye başlar. Araya İtalyan mafyası ve gereksiz bir baba hikâyesi de karışır ve olaylar yeni şeklini alır. Biz de sona doğru gideriz, etkileyici bir mahkeme sahnesi ile de film sonlanır.

Film, herkes kendi kanunu izlerse olacakları gösteriyor. Aynı zamanda basının kahraman yaratma sevdasından kanunsuzlukları hoşgörüyle yansıtmasını ve insanları etkilemesini iyi anlatıyor. Tabi bunu yaparken de gerçekten etkileyici bir hikâye yaratması tezat olabilir. Aequitas ve Veritas dövmeli iki kardeşin yanına gelmiş geçmiş en komik karakterlerden Rocco^yu koymak bu yapılanlar için özendirici olabilir. Bu noktada ben de çok düşündüm ve işin içinden çıkmakta zorlandım. Yönetmen gerçekten böyle hikâyelerin özendirici olduğunu mu anlatıyor yoksa "yapılanlar doğru olabilir mi?" sorusuna onun da mı cevabı yok, bilmiyorum.

Filmin ahlaki çarpıklığını ve kafa karıştırıcılığını bir yana bırakırsam, izlediğim en keyifli, komik ve hareketli yapımlardan birisi olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Özellikle Rocco karakterinin 8-10 kez fuck kullandığı sahne ile kedi sahnesi gerçekten çok fazla güldüğüm sahnelerdendi. Ayrıca Willem Dafoe da filmin içerisinde ayrı bir oyunculuk dersi veriyor, MacManus kardeşleri oynayan ikili Sean Patrick Flanery ve Norman Reedus da çok iyi performanslar sergilemişler. Soundtrack ise gerçekten kusursuz.. Kısacası Boondock Saints eğlenceli ve iyi bir film.. Ancak ahlaki açıdan büyük soru işaretleri barındırıyor..

“Birer çoban olacağız. Senin için Tanrım, senin için. Gücümüzü elinden alıyoruz. Ayaklarımız emirlerini rüzgâr gibi yerine getirsin. Akıtacağız sana doğru ruhlarla dolu olan nehirleri. In nomine Patris, Et Fili, Et Spiritus Sancti..”

1 yorum

Yumurta

Semih Kaplanoğlu’nun “Yumurta”, “Bal”, “Süt” adlarını taşıyan üçlemesinin ilk, kronolojik olarak da son filmi. Yusuf annesinin ölümü nedeniyle Tire’ye dönmek zorunda kalan, bir kitabıyla ödül almış şair ve bir sahaf sahibidir. Cenazeden sonra hemen geri dönmek ister, ancak annesinin adağı ve yapılması gereken birkaç şey onu geciktirir. Ama Yusuf artık buraya yabancıdır. Annesiyle yaşayan ve üniversiteye hazırlanan Ayla sayesinde geçmişinde biraz yolunu bulmaya çalışır, ancak geçmiş tamamen belirsizleşmiştir. Akrabalarından kimin ölüp kimin yaşadığını bilmez Yusuf, tanıdıklarını birbirine karıştırır. Geçmiş belirsizleşmiştir. Eski sevgilisi Gül “Sen Tire’den başka bir yerde yaşayamam” derdin dediğinde Yusuf önce, “Ben mi öyle derdim” der şaşırarak, sonra ise “Ben buradan nefret ederdim” diye ekler sertçe. Ama öyle midir acaba? Kimin anısı doğrudur?

Yusuf’a burası kuyuları da hatırlatır. Rüyasında bir kuyuya düştüğünü görür, sonra eve gelen elektrikçiye çocukken babanla kuyu açardık der. Kuyularla bir alıp veremediği vardır Yusuf’un belli ki, ama ne olduğunu pek anlamayız, geçmişi mi, Tire mi, yoksa şimdi yaşadığı yabancılaşmış hayat mıdır kuyu? Biraz belirsiz bu kuyunun bize anlattıkları, belki Yusuf’un çocukluğuna döndükçe anlam kazanacaktır. Annesinin ölümünden sonra bile ağlamayan, kendisiyle, geçmişiyle yüzleşmeyi beceremeyen Yusuf, hemen kaçıp gitmeye çalışır. Ancak annesinin adağı belli ki hemen gitmesini engellemekten daha fazla anlam ifade eder, çünkü onu hem geçmişine hem de Ayla’ya bağlar. Adağı kestikten sonra yine gitmeye kalkar Yusuf, ama gidemez. Hayatının içinde biraz sağa sola çarparak düşüp kalkarak ilerlerken, dönüş yolculuğunda bir tarlada köpekle baş başa -yüz yüze mi demeli?- geçirdiği bir gece sonrası ağlar ilk kez ve düştüğü yerden kalkıp geri döner. Ayla ile birlikte kahvaltı eder.

Semih Kaplanoğlu pek sevdiğim bir yönetmen değildi. “Herkes Kendi Evinde” ve “Meleğin Düşüşü” bana kalırsa doğal olmaya çalışan filmlerdi ve doğallığın altı bu kadar çizilince de samimiyetsiz filmler olmuşlardı. Karakterleri ise derinleşmeye çalıştıkça yüzeyselleşmişlerdi. Bu filmi ise gerçekten beğendim. Ama yine de filme gölge düşüren birkaç sahne var. Bir kadının hediye almak için sahafa geldiği ve şarap karşılığı yemek kitabı aldığı sahne Yusuf’un karakterinin altını fazlasıyla çizmek için çekilmiş bir sahne izlenimi yaratıyordu. Bir de Ayla’nın karanlıkta arkadaşıyla yaptığı üniversiteye hazırlık konuşması, çok amatörce ve filmin bütünlüğünü bozan bir sahneydi bana kalırsa.

Oyuncular ise gerçekten çok başarılılar. Özellikle Nejat İşler’in kendisinden çok şey kattığı hissediliyor Yusuf karakterine ve gerçekten çok uygun da düşmüş ekledikleri. Film hem olumlu eleştiriler, hem de bolca ödül aldı her gittiği festivalden.. Semih Kaplanoğlu’nun “Kasabası” diyerek sevenler oldu, tam da “Kasaba”ya benzemediği için sevenler de, eskimiş bir metaforu yerli yerinde kullandığı için sevenler de oldu, fazla metaforik olmasına rağmen sevenler de... Çok konuşulan bir film olmaya devam edecek sanırım Yumurta. Bense bu üçlemeden umutluyum. Mekan kullanımı ve güzel görüntüler bir yana böyle düşünmem için annenin yer aldığı açılış sekansı bile yeter.

1 yorum

Running With Scissors


Augusten Burroughs^un aynı adlı eserinden uyarlama 2006 yapımı Ryan Murphy filmi..

Film Augusten^in küçüklüğünden başlıyor, annesinin yaratıcı olduğunu ilk kez düşündüğü ana giderek Augusten^in ailesiz kalışının temellerini görüyoruz. Ailesinin bir şekilde dağılması, anne-baba ilişkisinin kötüye gidişi ve tüm bunların içine garip bir doktorun girişi gibi olaylar filmin merkezinde..

Augusten^in Finch denen sahtekâr doktorun evine düşmesiyle beraber hayatındaki sınırlar yerle bir oluyor. Augusten^i anne-babası tamamen boş veriyor ve kendi kendilerine yaratıp devasa boyuta getirdikleri sorunlar içerisinde kaybediyorlar, bu sırada Augusten de Finch^lerin arasında kontrolünü yitiriyor.. Finch^lerin evi adeta bir ucube evi, her şey son derece normal dışı ve her şey olağanmış gibi çatlak bir hava dolaşıyor içerde.. Film açısından her şey ikiye ayrılıyor bu noktada, bu eve geliş aşaması ve evden sonrası.. Zaten bu evin sonrası Augusten^in annesinin tamamen kaybedişi ve evden kurtulma çabası..

Augusten için bu sıradışı geçmişi yazmak eminim ki son derece rahatlatıcı olmuştur, özellikle de annesinin bu kadar yazmaya düşkün olması yüzünden ancak uyarlama izleyici için epey yorucu olmuş.. Filmin süresine dağılacak bir bağlayıcılığı yok.. Ayrıca ucube evinin de beklentilerimi karşılayamaması, karakterlerin üzerinde çok az durulması filmin diğer zayıf yönleri.. Arada sırada ciddi anlamda güldürmesi, bazen de parçalanmış düşleri hiç çekinmeden gösterebilmesi de olumlu yönleri, özellikle Neil karakterinin şiir okuduğu sahne benim açımdan filmin en güzel sahnelerinden birisiydi..

Bu garip hayatların ve absürt yaşamların bir noktada gerçek olduğunu düşünmek ve bunca hayatın bir evde toplanması ilgi çekici.. Eksik hayatlar mı toplanıp birbirini tamamlıyor, yoksa eksilenler yan yana gelerek daha büyük bir eksi mi oluşturuyor bilmiyorum.. Ancak anılardan da yola çıkarak böyle bir gariplik daha farklı anlatılabilirdi, aktarım şeklinden hoşlanmadım.. Filmin ortalarında şu eve Terry Gilliam bir el atsaydı çok daha farklı olurdu sanırım diye de düşünmedim değil..

2 yorum

Factotum


Factotum'un algılamamız gereken anlamı: ayakçı.. Yani her tür pis işi yapan insan evlâdı. Türk Milli Basketbol takımında Alper Yılmaz olmak gibi. Profili kafanızda canlandırdınız bile, güzel.

Gelelim bana plansekansta ilk kez yabancı bir filmin sunumunu yapma ilhamı veren esas Factotum'a."Charles Bukowski'nin 1975 yılında yazdığı aynı adlı romanından sinemaya aktarılan şiirsel bir film" gibi kült bir tanımlama yapmayacağım. Bent Hamer yönetmiş; Matt Dillon ve Lili Taylor tüm hücrelerine nüfuz eden bir gerçeklikle oynamışlar, bu kadar.

İyi bir yazar olmak için durmaksızın yazmak, at yarışlarına gitmek, sınırsız sorumluluğa sahipmiş gibi davranmak (neredeyse hiç davranmamak), devamlı viski, sigara tüketmek.. bir bohem kompozisyonu kısaca; süper egonun altından ezilen ilkel benlik. 94 dakika süren bir hayatı umursamama dersi ve öğretmenimiz Henry Chinaski!

Kadınlara asla sadık değil: Kadınlar ondan vazgeçemiyor.
Doğrulara asla sadık değil: Doğrular ona teğet geçiyor.

Chinaski'yi bana yakınsayan şey de buydu filmde.. Uslanmaz bir aylak ve onun evreninin dinamik taşları. Herkes geçicidir ve hiçbir şey için üzülmemek gerekir. Hiçkimse bir değerinin hayatının içinde değildir. Üzülmek, anlamsızdır; çünkü: ne senin bana ihtiyacın var ne de benim sana.

Farkındayım.. Asla ahlâki değil. Asla örnek alınası değil. Chinaski illegal ama mutlu.. sözlük anlamı pekala "pervasız" olabilir bu analojiyi esas alırsak; karışmayın adama, o böyle umutlu.

Not: Kristin Asbjørnsen, Slow Day ve I Wish To Weep ile Bukowski'ye saygı duruşu yapmış.

3 yorum

Gadjo Dilo


Tony Gatlif’in 1997 yapımı filmi. Bence yönetmenin hem en iyi filmi, hem de bir kültürü gerçekçi bir biçimde anlatabilen az sayıdaki filmlerden biri.

Stéphane (Romain Duris), Nora Luca adlı bir şarkıcının peşinden yollara düşer. Önce hiçbir şekilde iletişim kuramadığı insanların arasında zorlanır, sonra ise aradığından bile fazlasını bulur. Nora Luca’nın izini sürerken, dilini bilmediği, kendini anlatamadığı insanlar gibi yaşar, onların müziklerini kaydeder, onlardan birine aşık olur. Kendisine "çılgın yabancı" anlamına gelen “gadjo dilo” adı takılmasına rağmen Stéphane onlardan biri olur. Bütün bu yabancılaşma ve başka bir kültürü tanımaya çalışma sürecinde hiçbir şekilde turistik olmaz yönetmen, kolaya kaçmaz ve bize bu bağıra çağıra konuşan, şarkı söyleyip dans eden insanları içerden anlatmaya çalışır ve bunu başarır da.. Çok renkli olmasına rağmen çok hüzünlü bir hikaye anlatır..

Stéphane derlediği, kaydettiği hiçbir şeyi yanında götürmez, onların yaşam kaynağı olan müziği bir metaya dönüştürmez, bu belki de tamamen onlardan biri olduğunun işaretedir. Müzik canlıdır, yaşanır, saklanmaz… Bir şarkının peşinden çıktığı yolculuk, pek çok şarkıdan geçtikten sonra sonuçlanır.

Filmi yeniden izlemeyeli uzun bir süre oldu, hakkında bir yazı yazmadan önce tekrar izlemek isterdim, ancak İtalya’da Çingene karşıtlığının yükseldiği ve kamplarının yıkılıp sınır dışı edilmeye başlandıkları haberlerinin yayımlandığı bugün bir protesto olarak bu filmi anımsamak gerektiğini düşünüyorum. Çingenelerin "çalışmaktan hoşlanmayan, hırsız ve dilenci insanlar" oldukları önyargısının saçmalığını hatırlamak ve her türlü ötekileştirmeye karşı çıkmak için Gadjo Dilo’ya ve genel anlamda Tony Gatlif sinemasına bir kez daha bakmakta fayda var.



2 yorum

Auf der anderen Seite (Yaşamın Kıyısında)

Fatih Akın’ın ölümler sayesinde iç içe geçen hayatları anlattığı 2007 yapımı filmi. Artık bazılarımızın sinemada izlemekten bıktığı tesadüfler sayesinde birbirine teğet geçen ama aslında başka bir açıdan da çakışan hayatların hikayesi bu. Ancak bana kalırsa iyi anlatılırsa izlemesi hala keyifli hikayeler bunlar.

Fatih Akın’ın filmi üç bölümden oluşuyor; ilk bölüm "Yeter’in Ölümü". Bölümün başlığına koyduğu isimle yönetmen bu konuda sürpriz yapmayacağını, bunun bir ölüm hikayesi olduğunu belli ediyor. Yeter (Nursel Köse) Almanya’da fahişelik yapan bir Türk’tür. Onun yolu Ali Aksu (Tuncel Kurtiz) ile kesişir. Yeter, tutucu Türk çevrelerden gördüğü baskı yüzünden Ali’nin para karşılığı birlikte yaşama teklifini kabul eder. Ali, Alman Dili profesörü oğlu Nejat (Baki Davrak) ile birlikte yaşamaktadır. Yeter’in Ali ile kavgası sırasındaki sürpriz ölümü, Ali’nin cezaevi, Nejat’ın ise Yeter’in kızı Ayten’i bulmak için çıktığı Türkiye yolculuğunu başlatır.

İkinci bölüm "Lotte’nin Ölümü", bu bölümde de bir ölüm hayatları birbirine bağlar. Ayten (Nurgül Yeşilçay) politik nedenlerle Almanya’ya kaçmak zorunda kalır. Kendine yeni bir isim, sahte bir kimlik edinir. Yemek yiyecek parası yokken Lotte (Patrycia Ziolkowska) ile karşılaşır ve iki kadın Lotte’nin annesinin karşı çıkmasına rağmen birlikte yaşamaya başlarlar ve kısa sürede aşık olurlar. Ancak Ayten’in yakalanıp Türkiye’ye geri gönderilmesiyle Lotte’nin onun ardından yaptığı Türkiye yolculuğu başlar. İkinci yolculuk da aynı nedenle Ayten’i bulmak ve ona yardım etmek nedeniyle gerçekleşir. Ancak yine bir ölümle bu hikaye de sonlanır. Lotte’nin yine sürpriz bir şekilde gerçekleşen ölümü onun yolculuğunu noktalarken, Lotte’nin annesinin Türkiye yolculuğunu başlatır. Ölümlerin gerçekleşeceği bellidir, ancak ölüm şekilleri gerçekten sürprizdir. Ölümler beklenmedik anlarda ve tuhaf şekillerde olur. İlk ölümde bu pek göze batmazken bence bu bölümde Lotte’nin ölümü biraz sorunludur.

"Yaşamın Kıyısında" adlı son bölüm ise Nejat’ın babasını görmek üzere yaptığı Trabzon yolculuğu ile sonlanır. Başka bir şey anlatıyor gibi görünse de aslında bu filmiyle de çok kimlikli olmak, bir yere ait olamamak sorunlarını anlatıyor yönetmen, ve bu yüzden karakterleri yine hiç durmadan hareket ediyorlar ve aramaya devam ediyorlar.

Her anlamda Fatih Akın’ın olgunluk filmi olduğu belli bu filmin. Ancak ben kesinlikle Im Juli ve Duvara Karşı’nın enerjisini daha çok seviyorum. Üstelik Yeter’in Ölümü bölümüyle film gerçekten iyi başlıyor, ancak filmin devamı ilk bölümün vaat ettiklerini karşılamıyor. Tabi bunda Tuncel Kurtiz ve Nursel Köse’nin mükemmel oyunculuklarının da etkisi var. Filmin politik duruşu ve ikinci bölümü ise gerçekten fazlasıyla sıradan. Ancak Lotte’nin annesi Hanna Schygulla’nın oyunculuğu da o kadar sade ve doğal ki ikinci bölümün en güzel yanı da bu. Bir de genel anlamda Fatih Akın sinemasında müzik kullanımını sevmiyorum, ancak bu filmde iyice rahatsız oldum. Müzik kendini çok fazla dayatan bir unsura dönüşüyor filmlerinde. Çok sevdiği bir şeyi başkalarına sevdirmeye çalışan birinin ısrarı var yönetmende, böyle olunca da insan kendini sevmek zorunda hissediyor.

4 yorum