Vargtimmen


"Sinemasal dilimin gelişmesinde ve kaybolduğumda kendimi bulmamda bana yardımcı olmuş çok sevdiğim Ingmar Bergman'ın anısına yazılmıştır."


Hayatı her yönüyle paylaşmayı anlatır bu film bize. Filmin sonunda Alma-Liv Ulmann: “Acaba onu daha az sevseydim, umursamasaydım, onu daha iyi koruyabilir miydim?” der. Bütün güzelliğiyle...

Vargtimmen, Bergman’ın izlediğim en iyi filmidir. Ayrıca Bergman ile ilk kez karşılaştığım filmdir. İlk izlediğim filmi olmasından dolayı mıdır? Yoksa Liv Ulmann’ın muhteşem güzelliğinden midir? Bilinmez ki benim için hala bir sorudur; bu filmi çok severim. Film ressam olan Johann-Max Von Sydow’un, insanlardan uzaklaşıp sakince çalışması için eşi Alma ile geldikleri adadaki evlerinde geçer. Johann bir takım halüsinasyonlar görmektedir. Bu halüsinasyonlarını çizdiği resimlerde de anlatmaktadır. Johann’ı çok seven Alma da bir süre sonra Johann’ın gördüğü halüsinasyonları görmeye başlar.

Kurtların Saati; uykuların en derin olduğu, kabusların en korkunç, birçok çocuğun doğup, birçok insanın öldüğü saattir. Kısa bir zaman dilimidir bu; ancak en derin korkularımızın da yaşandığı bir andır. Filmi izledikten sonra filmden çıkarılan bir takım ana sorular şunlar: bir insanla uzun süre beraber olduğumuzda bir noktada onun gibi konuşmaya, hayata onun gibi bakmaya mı başlıyoruz? Onun korkularını mı ediniyoruz? Onu ne kadar çok seversek, o kadar değişiyor muyuz? Peki bu sevdiğimiz kişiye daha mı çok yardımcı oluyor? Yani onu daha çok sevip, onun korkularını edindiğimizde ona yardımcı olabiliyor muyuz? Yoksa bir noktada gerçek sevgi, sevdiğin kişiyi sevmemek mi? Onu görmezden gelmek mi? Yoksa değer verdiğimiz kişiyi sevdikçe ona zarar mı veriyoruz? Ondan uzaklaşıyor muyuz? Büyük sevgilerde iki ruh bir olup, bir yanımız kayıp mı oluyor?

Bunları film boyunca ve film bittikten sonra düşünüyoruz. Kendimizce cevaplar üretiyoruz. Başka açılardan da soruyoruz kendimize yoksa elimizden birşey gelmiyor mu diye kaderciliğe bağlıyoruz. Sonra Alma’nın yazının başındaki sözünü hatırlıyoruz. İşte o, bize birçok şeyin cevabını veriyor o zaman anlıyoruz.

Alma’nın olağanüstü masumane güzelliği filmin en büyük artısı. Bir başka güzel bu filmde Liv Ulmann. Sanırım bu güzelliği çekimler sırasında hamile olmasından kaynaklanıyor. Anne olmanın verdiği huzur, sakinlik yüzünden okunuyor bu fimde. Filmin konsepti ile de çok uygun bu huzuru. Bu anlattığım şeyler, kendisinin kanımca sinema tarihindeki en güzel kadın ve en güzel kadın oyuncu performansı göstermesini sağlamıştır.

"Ruhun şad olsun usta.."


1 yorum

Oasis



Yaşadığımız bireye dönük toplumda, iyiyi iyi yapan kötüyü ise kötü yapan nedir? Daha açık tabirle iyi neden iyi kötü ise neden kötü bunu yer yer düşünmeden edemiyor insan. Hiç bir zamanda net bir cevabı olmuyor bunun. Ne zaman kafada bir şeyler netleşse yaşanılan başka bir olay her şeyi tekrar altüst ediyor. Düşünceler tekrar değişiyor.

Oasis'i seyrederken tekrar bu düşünceler kafamda canlandı. İnsanın kusurlunun karşısında kusursuz olmanın verdiği iç huzur ile karışık yoğun utanç duygusunu yaşadım bu filmi izlerken. Neyi savunacağımı neyin tarafında olacağımı bilemedim. Tek bildiğim az önce de bahsettiğim gibi içimde bir utanma duygusu olduğuydu. Chang-dong Lee'nin yönettiği filmde Kyung-gu Sol ve So-ri Moon insan üstü bir performans sergiliyorlar. İki özürlü insanın birbirlerini bulup, hayatta varolma çabası anlatan film; Kimi zaman o kadar samimi ve şiirsel bir hale geliyorki, karakterlerin o durumda yaşadığı mutluluğu siz kusursuz halinizle kıskanmaya başlıyorsunuz. Özellikle genç kızın bedenen normal dönüştüğü sahneler, filmin adı olan "Vaha" yada birebir denk düşüyor. Adeta vaha'yı andıran duygu yoğunluğunun tavana vurduğu sahneler bunlar.

Film bittikten sonra tekrar dönüp soruyorsun kendine; Anormal olan kim? Onlarmı yoksa onların bu mutlu hallerini garipseyen bizlermi...

2 yorum

Idiocrasy

Yönetmen: Mike Judge

Oyuncular: Luke Wilson, Maya Rudolph ,Dax Shepard

(2006)

Geleceğe dair bilim kurgu filmlerde bilim ve teknoloji hayalimizin uçlarındadır hep.. Peki ya insanoğlunun zeki bireyleri gittikçe daha az ürerlerken zihinsel kapasiteleri daha düşük olanları hızla çoğalmaya devam ederse nasıl bir gelecek manzarası ortaya çıkar? Mike Judge bu soruya iyi karikatürize edilmiş bir yanıt veriyor..

Film ; 2005^te iki ayrı zeka düzeyinden çiftlerin karşılaştırılmasıyla başlıyor.. Çiftlerimizden biri oldukça yüksek IQ^ya sahip olmalarına rağmen yıllarca üresek mi üremesek mi kaygılarıyla boğuşarak 50 yıl sonra tek bireye düşerken ; IQ düzeyi düşük olan çiftimiz kah kendi isteğiyle kah doğum kontrol yöntemi kullanmayı unutarak çoğaldıkça çoğalıyor .. 50 yıl sonrası soyağacı çınar büyüklüğüne ulaşıyor..

Tehlikenin farkına varan -çoğunluğun ise ne iş çevirdiklerinden çoğu kez habersiz olduğu- amerikan ordusu insan dondurma projesiyle harekete geçiyor.. sadece ve sadece ortalama zekaya sahip olduğu için ordu içinden seçilen Joe ve özel sektörden seçilen Rita bir yıl sonra uyandırılmak üzere dondurma kabinlerinde derin bir uykuya yatırılıyorlar.. Ancak işler umulduğu gibi gitmiyor ve daha bir yıl dolmadan proje ekibinin dağıtılmasıyla Joe ve Rita^da bulundukları kabinde unutulmaya mahkum kalıyorlar.. Ta ki 2505^teki büyük çöp yıkımına dek.. bıraktıkları yere 500 yıl sonra düşen iki insanın gözünde gelecekteki dünya hiç de umdukları gibi değil.. filmi en gerçekçi hale getiren idiokrasinin tüm toplum yaşamına yansımalarına ayrıntılarda da uyulmuş olması.. Joe konuşulan dili anlıyor ama o konuşmaya başladığında herkes ona gay muamelesi yapıyor.. tüketme nesneleri tümüyle 5 yaş zekasına hitap ediyor.. ve insanlık kendi temel ihtiyaçlarını karşılamaktan bile aciz haldeyken Joe birden kahraman gibi ortaya çıkmış oluyor.. Rita mı.. O Joe^dan daha akıllı:)

Kahramanlarımızın; insanın kendini dünyanın en zeki insanı olarak bulmasını yadırgarlarken aralarında geçen konuşmada “Einstein da acaba kendini böyle mi hissediyordu ve o bombayı neden yaptığını şimdi anlıyorum” demeleri ise filmde kendimize minik bir bakış atmamıza neden olan tek sahne belki de..

Sıcak bir gün için keyifli bir film..

2 yorum

Sen de Gitme


Tunç Başaran'ın çok ama çok ödüllü ve aslında daha da fazlasını hak eden 1995 yapımı güzel filmi. Ayla Kutlu'nun Sen de Gitme Triyandifilis romanından uyarlama bir güzellik. 1997 Antalya Altın Portakal, aynı yıl Adana Altın Koza, Ankara film festivali, Alexandria film festivali, İstanbul film Festivali... En iyi film, en iyi kadın oyuncu, en iyi yönetmen ödülleri... Aslında şaşırmamak lazım. Bu film kitapken de ödüllüydü aslında. Sait Faik ödülünü almıştı Ayla Kutlu bu kitabıyla. Bir üzerine Tunç Başaran'ın kaliteli yönetimiyle Işık Yenersu ve Olivia Bonamy'nin eksiksiz oyunculukları eklenince ortaya bu çıkıyor.

1930'ların sonunda Antakya'nın anavatana ilhakı, hemen peşinden patlak veren İkinci Dünya Savaşı, Maruniler, Ermeniler, Müslüman Türkler ve daha bir sürü etnik grup arasında yaşayan bir Rum ailenin kızı Triandifilis. İlhak olduğunda 15 yaşında. Çok güzel dünya güzeli bir kız. Bakanın gözünü alamadığı cinsten. Ama kendi ne kadar büyüse de aklı büyümüyor, zekası hep 10 yaşında bir kız çocuğu kadar. Hayatta en sevdiği, ve belki de onu en çok seven insan dadısı Sultan. Sultan sanki Triandifilisle birlikte nefes alıyor. Bu koşullarda Triandifilis önce şehirdeki bir Fransız askeri olan Pierre'e aşık oluyor, sonra ailesi Suriye'ye kaçıyor, Triandifilis'i bir adamla evlendiriyorlar güya. Ama adam onu satıyor, oradan oraya bir sürü kötü şey yaşıyor Triandifilis. Sonra bir fırsatını bulup kaçıyor, kaçıyor, kaçıyor. Taa ki Sultan'ı tekrar bulana kadar kaçmaya devam ediyor. Zaten bozuk olan akli dengesi iyice bozulsa da hayat yine galip geliyor. Triandifilis Pierre'i unutup Rıfat'a aşık oluyor, evleniyorlar. Ama Rıfat askere gitmek zorunda kalıyor. Kore Savaşı'nda cepheye gönderilip şehit düşüyor. Sultan da hastalanıp ölünce film de bitince akılda en son yoldan geçen askerlerin omzuna dokunup yüzlerine bakan çok güzel bir genç kadın kalıyor.

İlkokul fişi gibi üçer kelimelik özne-tümleç-yüklem dizilerinden ibaret bu spoiler-sinopsis arası özet aslında filmi anlatmaya yetmiyor. Çünkü aslında film kocaman bir ağaç gibi. Üzerinden sarkan her bir meyvenin tadı birbirinden çok farklı olduğundan hepsinden bir ısırık gerekiyor. En önce film bir dönem filmi olarak çok başarılı. Belki vardır minik kusurları, ama bütün içinde o kadar erimiş ki insan fark etmiyor. Film 1939'da ya da 1944'te çekilse yine aynı görünürmüş gibi geliyor. Tunç Başaran'a gidiyor ilk alkış...

Kim daha iyi oynuyor? Aslında film biraz ünlüler geçidi tadında. O yüzden kıyas zor gibi. Yukarıdaki isimlerin yanında Meriç Başaran, Fikret Hakan, Cezmi Baskın, Ruhi Sarı (ki ilk sinema filmidir). Bir iki akıl almazlık dışında bütün oyunculuklar çok başarılı. O akıl almazlık da şu: Annesi-babası (Meriç Başaran ve Fikret Hakan) mükemmel Türkçe konuşurken Triandifilis (Olivia Bonamy) neden kırık dökük bir Türkçe'yle konuşmaktadır? Bu arada bilmediğiniz bir dilde film çekmenin hele ki bir çocuk zekasındaki yetişkini canlandırmanın zorluk derecesi benim tahayyülümü aşıyor. O yüzden Olivia Bonamy'e ekstra alkışlar gidiyor.

Filmin müziklerinde alttan alttan gizli gizli "Sen de başını alıp gitme" mi çalıyor, yoksa bana mı öyle geliyor? Yok yok hakikaten çalıyor. Aaa o zaman bir blok alkış da müziklere gidiyor.

Herkesin bazı zaafları var sinema konusunda. İzlerken ağlamadan duramadığı filmler var. Bu da onlardan bir tanesi. Zorlama değil kesinlikle, hüzün olsun diye hüzünlü değil. ama hüzünlü işte. Sepya bir fotoğrafta rahmetli anneannenizin ve dedenizin düğün fotoğrafına bakmak gibi. İçten gelen bir hüzün. Yıllar evvel, daha küçücük bir kız çocuğuyken izleyenlerin bile içine işleyen bir hüzün. Ne zaman yayınlansa insanı kendine işkence pahasına tekrar izlettiren bir hüzün. İzleyin siz de bu filmi. Acır belki içiniz ama mutlu olursunuz hiç değilse 107 dakikalığına.

5 yorum

Death of a President


George W. Bush suikastını anlatan, Gabriel Range imzalı kurmaca belgesel.

Öncelikle filmin adını duyar duymaz aklıma J.F Kennedy geldi ve “ABD başkanı-suikast” ikilisini yan yana görüp bir de Bush adının eklendiğini görünce şaşırdım. JFK^siz bir başkanın ölümü yeterince heyecan vericiydi.

Chicago Ekonomi Kulübü toplantısına katılacak olan G.W. Bush^un Chicago seyahati ve yapılan protestolarla başlıyor film, ulusal güvenlikten yerel polislere kadar herkesi tek tek dinliyoruz, aynı zamanda Bush^un özel sekreterinden o anki durumunu, yaptığı konuşmaları ve halini hatırını öğreniyoruz. Film, gerçekçiliği öylesine iyi sağlıyor ki sanki gerçekten Bush^a suikast yapılmış gibi düşünüyorsunuz.

Filmin suikast öncesi ve sonrası şeklinde iki ayrı incelemesi olabilir, suikasttan önce başkanın korunması ve protestocuların durumunu izlerken, suikast sonrası koskocaman bir ülkenin ne kadar sığ bir politikası olduğunu, isimlerin değişmesinin önemli olmadığını, Bush ya da bir başkası fark etmeksizin, şeytan denenin bu çok uluslu ülkenin tepesinde durduğunu anlıyoruz.

Halkın ve yönetimin Müslümanlara bakışını da gayet objektif biçimde sunan film, ABD^de 11 Eylül sonrası yaşamaya çalışan her Müslüman^ın hükümetin düşüncesine göre aslında terörist olduğunu söylüyor. Geçmişinde bir leke ya da hatalı bir davranışın varsa, yanlış bir tatil yaptıysan mesela, başkanı öldürmekle bile suçlanabilirsin. Çarpık politika ve kızgın insanlar sayesinde bir tüfekle dünyayı değiştirebilirsin. Bu yüzden filmin özellikle iki kez vurguladığı “elin tetikteyken neleri değiştireceğini bir kez daha düşünmelisin” düşüncesine şapka çıkarıyorum. Bu film, G.W Bush^u en azından ABD halkından gelecek bir suikasta karşı korumaya almıştır, bunu başarmak da başarıdır.

Filmin çözümlendiği noktada anladığımız, savaşın aslında dev ordularla, milyar dolarlık silahlarla yapılmadığı. Savaş, kişisel bir olaydır, bir baba-oğul meselesidir ve topraklarından ölüme yollanan herkese karşı ayrı ayrı sorumludur savaş suçluları. Protesto grubundan yakalanan insanın söylediği “eğer Bush bir savaş suçlusu olarak yargılansaydı, yüz bin insanın ölümünden sorumlu olacaktı ve eğer ölüm cezasına inanıyorsanız, o en önemli adaylardan biri olacaktır.” Sözleri aslında terörist diye ölüm sırasını bekleyen insanların yanındaki bir eksikliğe parmak basıyor.

Irak^ta ABD için savaşan askerlerden birisini dinlediğimizde, “Irak^tan döndüğümüzde halkın bizi kahraman mı yoksa Bush^a hizmet eden salaklar olarak mı karşılayacağını bilmiyorduk, ama kahraman olarak karşılanmadık. Onlara göre Bush^un salaklarıydık biz” sözlerini yutuyoruz, kendinden büyük güçler tarafından ezilmiş her hayata saygı duymak zorunda olduğumuzu da hatırlıyoruz belki, sadece hatalarının farkında olmaları gerekir.

Bush bir isimdir, değişecektir ancak Başkan sıfatı bakidir, önemli olan o sıfata layık görülen kimselerin bir şeyleri değiştirebilecek kadar büyük olup olmadığıdır. ABD kurulduğu yıllardan bu yana ölüm politikasını benimsemiş, çıkarlarına uygun hareket ettiği sürece insan hayatını hiçe saymakta sorun görmemiş bir politikayı sürdürmektedir. Bush, pisliğin güncel adıdır ve bu filmde o ismin silinmesinin bile ne kadar tehlikeli olduğunu görüyoruz.

3 yorum

Deja Vu


2006 yapımı Tony Scott filmi.

Film, Mardi Gras sırasında bir feribota yapılan bombalı saldırı ile açılıyor ve ondan sonrası da olay yerine gelen, güneş gözlüklerini çıkartıp arabadan inişiyle tipik bir ajan olan Denzel Washington pozları ile gelişiyor.

Bu kez Denzel ağabeymiz öyle üst düzey bir konumda değil, FBI için çalışmıyor. Sadece Yakıt-atık vs.. şeylerle ilgilenen bir büronun ajanı (ATF). Olayı çözme aşamalarındaki muhteşem sezileri, her şeyi eliyle koymuş gibi bulma yetenekleri sayesinde FBI tarafından hemen seviliyor, sayılıyor ve davaya atanıyor. Bu kol kanat germe meselelerinin yanında bir de ortağının olayda hayatını kaybetmesi ve nerden geldiği anlaşılamayan bir kadın cesedine Denzel^in özel ilgisi sayesinde olay tamamen adamımızın kontrolüne geçiyor.

Bu, her şeyi anlamış, hayatı çözmüş, diliyle yakıtları anlayan, bir bakışıyla olay yeri incelemesini bitiren, kamera kayıtlarını incelerken “bir dakika orda dur, bu ne” diye soran amerikan ajanlarından gına geldi. Filmde konu ne olursa olsun, bu tipik ajan davranışları sayesinde ben uzaklaşıyorum, bir türlü içine giremiyorum filmin ve neticede sevmiyorum.

Takıntılı Denzel^in, 40 yıllık FBI ajanıymışçasına FBI^ın zaman makinesi tadında bir şeyler (pamuk prenses) keşfini bile sadece olayı aydınlatmak için kullanacak çapta algılaması, buna verdiği gayet doğal tepkisi, “hadi şu notu odama gönderelim” doğallığı insanı şaşırtıyor. Hatta bu takıntılı adamı gözü yaşlı izleyen FBI ajanlarının, sonuna kadar destek veren duygusallıkları ve birkaç eyaletin elektriğini kullanan bir cihazın içine Denzel^i koyacak kadar ileriye gitmeleri ile de güldürüyor.

“Neticede hiçbir şey bir kez yaşanmıyor, her olay değiştirilebilir ve tüm sonuçlar aslında müdahale edilmemiş ham verilerdir” gibi bir şey çıkıyor ortaya, uzunluğu ve klişelerin hepsine saygı duruşu yapmak isteyen tavrıyla film benden kocaman bir kırık not alıyor. Denzel Washington ise artık olaya sonradan gelen ajan rollerinden sıyrılmalı, aldığı bedavadan Oscar^ın hakkını verecek rollere soyunmalı. Yaz ayları diye olmadık yerden aksiyon yaratalım günleri neticesinde izledim, kamerayı beğendim. Gerisi sıcağı unutma çabasıydı..

1 yorum

Tonari No Totoro












Hayao Miyazaki’nin 1988 yapımı animasyon filmi. İzlediklerim içinde yönetmenin en sevdiğim filmi oldu Komşum Totoro. Keşke çocukluğumda izleyebilseydim diye hayıflandım filmi izlerken. Çünkü bu filmi çocukken izlemiş biri sanırım çok farklı bir çocuk ve bambaşka bir yetişkin olurdu. Tabi filmden etkilenebilmeniz için öncelikle bazı şeylere inanmanız gerekiyor; mesela baykuş ayı ve daha pek çok hayvan karışımı bir yaratık olan ve yüzünü herkese göstermeyen ancak bir ağaca gidip de "onu görmek istiyorum lütfen" derseniz görebileceğiniz Totoro’nun varlığına, içine gömülüp rahat koltuklarına oturacağınız kediotobüs’e, Totoro’nun göğsüne atlayıp onunla rüzgar olup uçabileceğinize ve gülerek, kocaman kahkahalar atarak korktuğunuz yaratıkları kaçırabileceğinize.. Son olarak da masallara inanmayı sürdüren iflah olmaz bir yetişkin olmalısınız.. Eğer tamam diyorsanız devam edelim..

Satsuki ve Mei anneleri hastanede olan ve babaları ile birlikte ormanın içindeki bir evde yaşayan iki çocuktur. Sürekli hoplayıp zıplayarak çocukluklarının tüm heyecanı ile doğanın güzelliğini keşfederler, biz de onlar sayesinde Miyazaki’nin hayal gücünün güzelliğini.. Kesinlikle karakterlerine ruh veriyor Miyazaki, çünkü Mei benim şu ana kadar sinemada izlediğim en canlı çocuk karakter. Filmi izlerken bir an bile onların gerçek olmadıklarını düşünmedim. Miyazaki’nin bütün çocuk karakterleri gibiler; hayal güçleri geniş, bitmeyen heyecanları, enerjileri var ve tabi ki sorumluluk duyguları gelişmiş, fedakar ve çalışkanlar, gerçeklerle baş etmeyi biliyorlar.

Filmden sonra tekrar çocuk olup bu filmi bir kez de o zaman izleyip tekrar büyümek istedim, ve Mei ve Satsuki ile birlikte bağırmak;

“- Rüya gibiydi

- Ama rüya değildi

- Rüya gibiydi

- Ama rüya değildi…”


* Miyazaki filmleri gösterimi Beyoğlu Alkazar Sineması’nda 2 Ağustos’a kadar devam ediyor.

2 yorum

What’s Eating Gilbert Grape





















“Zırhı parlamayan şövalye”

Lasse Hallstrom’un yönettiği 1993 yapımı film. İlk kez yıllar önce televizyonda izlemiş, bir türlü Gilbert Grape’in hayatını unutamamıştım, boğazıma düğümlenip kalmıştı, tekrar izledim, tekrar tekrar da izlemek istiyorum..

Gilbert (Johnny Depp), özürlü erkek kardeşi Arnie (Leonardo DiCaprio), kocasının kendisini asmasından sonra sürekli yemek yiyerek evden çıkamayacak kadar şişman hale gelmiş annesi (Darlene Cates) ve iki kız kardeşi ile birlikte küçük bir kasabada yaşar. Kasabaya yeni açılan Foodland’e dayanmaya çalışan küçük bir markette çalışır, evli ve iki çocuklu bir kadınla ilişkisi vardır. Gilbert’ın hayatı her gün aynıdır. Sadece Arnie’nin ara sıra kuleye çıkması onun hayatına ve kasabaya -artık alışılmış- bir hareket getirir. Gilbert’ın günleri, doktorların on yaşına kadar yaşayacağını söyledikleri ancak 18 yaşına basmak üzere olan Arnie ile ilgilenmekle geçer, akşamları onu yıkayıp yatırmak da onun görevidir. Kendi hayatı için düşünecek hiç zamanı yoktur. Etrafındaki herkes de ondan sadece sorumluluklarını yerine getirmesini bekler. Ailenin tek amacı ve en büyük hazırlığı Arnie’nin on sekizinci yaş günü partisidir, çünkü annenin en büyük isteği onun on sekiz yaşına girdiğini görmektir.

Arnie’nin en büyük eğlencesi kasabadan hep aynı zamanda geçip giden kampçıları izlemektir. Bir gün o kampçılardan biri araçları bozulduğu için bir süre kasabada kalır. Böylece Gilbert ilk kez kendisine “Ne istiyorsun” diye soran Becky ile tanışır (Juliette Lewis). “İyi bir adam olmak istiyorum” diye cevap verir Gilbert ona. Aslında iyi bir adam olduğunun bile farkında değildir. Ara sıra kardeşinin ölmesini istediği, annesini görmek isteyen çocuklara onu pencereden gösterdiği için kendisini kötü biri sanmaktadır. Aslında sadece her şeye sessizce katlanan Gilbert’ın attığı küçük çığlıklardır onlar. İzlerken Gilbert yerine biz bağırmak isteriz, onun yerine biz çığlık atmak, yeter demek isteriz, ama o sessizdir hep. Çünkü o bilmese de biz onun annesini ne kadar çok sevdiğini biliriz, farklı nedenlerle annesi gibi o da eve "bağlı"dır, sorumluluk duygusu onun asla uzaklaşmasına izin vermez. Arizona Dream’in Grace’ine benzetmek mümkün onu, ancak Grace bu duruma isyan ediyordu, Gilbert ise sessizce katlanır.

Becky sayesinde bir hayatı olduğunun farkına varır Gilbert ve nereye isterse gidebileceğini anlar. Sürekli "gitmem gerekli" diyerek evine dönen Gilbert, en sonunda gerçekten gider, böylece rahatlarız biraz. Annesinin ona dediği gibi “zırhı parlamayan şövalye” en büyük ödülü hak eder çünkü; kendi hayatını..

Filmdeki tüm oyuncular çok başarılı, ancak Leonardo DiCaprio kesinlikle kariyerinin en iyi oyunculuğunu çıkarıyor. Johnny Depp ise bildiğimiz gibi hep. İçinde olduğu her şeyin parlamasını sağlıyor yine. Ondan başka kimse böyle bir Gilbert olamazdı.

5 yorum

Marie Antoinette




















1999 yılında yaptığı The Virgin Suicides ile kendini yönetmen olarak kabul ettiren Sofia Coppola’nın son filmi. Filmi sevenlerden daha çok eleştirenler oldu, hatta Cannes’da yuhalayanlar da.. Ben yönetmenin ilk filminden beri yapmak istediği şeyi burada da sürdürdüğünü düşünüyorum, bu nedenle de Lost in Translation’dan sonra başka türlü bir film yapmasını beklerdik diyenleri anlayamadım.

The Virgin Suicides’da aile baskısından sıkılan, çıkış yolu bulamayan, bunun yerine ufak tefek oyunlar icat edip bu durumdan kaçmaya çalışan kadınları anlatmıştı, Lost in Translation’da kendine yabancı bir hayatın içinde ne yapacağını bilemeyen bir kadını, iletişimsizliği, yalnızlığı çok da güzel anlatmıştı. Marie Antoinette’de ise baskıcı toplumsal kurallar karşısında bunalan, kendisinden beklenenleri veremeyen bir kadını anlatıyor. Onu tarihsel bir kişilik olarak değil de ne yapacağını bilemeyen sıkışmış bir kadın olarak ele alıyor, bu nedenle de tarihsel gerçeklikten ödün verme pahasına ayakkabılarının arasına bir çift mor converse sıkıştırıyor, döneme uygun olmayan müzikler kullanıyor, çünkü niyeti tarih dersi vermek değil. Ben böyle düşünerek izledim filmi ve sevdim.

The Virgin Suicides’ın en aykırı karakteri Lux’u canlandıran Kirsten Dunst’u bu rol için seçmesi ve onun bazı hareketleriyle Lux’a göndermeler yapması iki filmi de izleyenler için çok hoş bir sürpriz olmuş.

Dönemin aykırı Fransa kraliçesini belki sadece şaibeli “ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler” sözüyle tanıyanlar, onu parti düşkünü, pasta bağımlısı, şımarık bir kadın olarak hatırlamak isterlerdi, ancak onun bahçesinde doğayla ve kızıyla kurduğu başka bir hayatı daha varmış.. Kat kat tüllerin, pudraların ardına geçme çabasını göstermiş yönetmen, ve bence başarmış da; tarih dersi vermek isteseydi sanırım onu da hakkını vererek yapardı.

* Filmle ilgili daha fazla şey merak edenlere Altyazı dergisi'nin 63. sayısında yayımlanan "Marie Antoinette; Saraya sızmış bir punk" başlıklı Fırat Yücel yazısını okumalarını tavsiye ederim.

1 yorum

Korkuyorum Anne


Neriman Teyze. köpekler bizi içimizde kemik olduğu için mi ısırır?
Hayır evladım, içimizde kalp olmadığı için ısırır...

"Hayata dair, hayatın içinden, samimi, sımsıcacık bir film Korkuyorum Anne." Eğer ki NTV'nin Gece/Gündüz'ü için metin yazarlığı yapıyor olsaydım böyle tanımlardım bu filmi. Gerçekten de her gün karşılaşabileceğimiz, hatta sıradan diyelim daha düz olsun, insanları barındıran bir film. Hatta bir dönem fena halde yaygın olan apartman dizilerinin bir örneği gibi. Dört hanelik bir apartmanda konu komşu neredeyse hep birlikte yaşadıkları hayatlarına yaklaşık iki saat boyunca bizi de davet ediyorlar. Bu arada en baştan belirtmek gerekiyor: film IMDB'de İnsan Nedir ki? adıyla yer alıyor, hatta dünya arenasında bu adıyla biliniyor.

Kısaca anlatmak gerekirse annesini çok küçükken kaybetmiş, sağlık memuru babası Rasih Bey tarafından doktor olması isteğiyle büyütülmüş ama yine aynı babası tarafından bir baltaya sap olamamışlıkla tanımlanan, idareten taksicilik yapan Ali Aktar bir hastane odasında ayıldığında hafızası kısmen kaybolmuştur. İlerleyen günlerde herkesi her şeyi hatırlar da bir tek babasını hatırlamaz. Bir de hafızasını kaybettiği gün yaşananları. Kendini inandırmaya çok hazır olduğu şeylere inanır bu hatırlamadığı zamanlarda. O arada belki de kendini de yeniden tanır apartman komşularının sayesinde. Ha apartman komşularının her biri ayrı bir hikayedir zaten; bir yandan okuruken bir yandan yazılan.

Filmde kimler yok ki? Ali Düşenkalkar, Köksal Engür, Işıl Yücesoy, Şenay Gürler, Arzu Bazman... Hepsi Reha Erdem'in bu bol ödüllü, ve hakkını vermek gerekirse ödüllerini hak etmeyi başarmış, 2004 yapımı filminde bir araya gelmişler amaaa... filmin en baş rolünü miniminnacık bir oğlancık oynayıvermiş. Afişe adı konmayarak kendisine büyük ayıp edilen Ozan Uygun Çetin karakteriyle filmi başından sonuna kadar sürükleyen tek oyuncu belki de. "Bu yaştaki çocuğa oyuncu denir mi?" dememek lazım. Doğuştan yetenekli bu kerata...

Hikayenin yukarıda kıpkısacık anlattık ama filmin asıl konusu aslında adında gizli. Film bir korku filmi. Ama korkutan korku filmi değil. Güldüren ve üzen bir korku filmi. Daha doğrusu korkunun filmi. Bütün film boyunca herkesin ağzından dinlediğimiz bir çeşitleme var: İnsanlar ikiye ayrılır; şunlar ve bunlar. Bence filmi özetlemek için de şöyle demek lazım: Dünya'daki insanlar ikiye ayrılır. Korkup korkusunun üstesinden gelenler ve korkup korkusundan korkanlar. Filmimizin insanları başta birinci gruba aitler sonra yavaş yavaş bir ceplerinden öbür ceplerine taşırken korkularını arada derin derin nefesler alıp verirken ikinci gruba duhul etmeye başlıyorlar. Hayattaki en büyük korkusu sünnet olmak olan küçük Çetin, askerlik korkusu yüzünden çürük raporu almaya çalışan Ali'nin arkadaşı Aytekin, İpek'e aşkından yanıp tutuşan hafiften yarım akıllı komşunun oğlu Keten, ne güzel komşumuzdun sen hamile ve bekar ve oynak ve neşeli İpek Abla, insana belini sevdiren giysiler dikebilen terzi (modacı?) Neriman Teyze, model insanın içorganlarının tozunu alıp da kalbi yerine oturtamayınca dehşete düşen Rasih Amca, geldiği yere geri dönmekten deliler gibi kaçan spor akademisine hazırlanan Almancı Ümit... Hepsi kendince geleceklerden korkuyor ama hepsi de yavaş yavaş öğreniyor korkularla baş etmeyi. Karakterleri tek tek çözümlemek güzel olurdu aslında ama film zaten bir karakter çözümlemeleri silsilesi olduğu için bunları anlatırsak izleyecek bir şey kalmıyor.

Film gerçekten çok güzel çok sevimli, karakterlerin her birinin hikayesi kendi içinde ilgi çekiyor. Ama sorun şu ki bir yerden sonra film akmıyor. Hele ki ara vermeden izliyorsanız ilk yarında 'aman da ne olur acaba şimdi' diye merakla beklerken ikinci yarıda 'ben bi çay koyup geleyim' diyebiliyorsunuz. Zira Le Fabuleux Destine D'Amelie Poulain tadındaki detaycılık ve flashback-flashforward gidip gelen kurgu insanı yorabiliyor. Takip etmekte zorlanıyorsunuz filmi. Özellikle serim-düğüm-çözüm sıralamasına alışkınsanız filmlerde hikayenşn çetrefilleneceği sahneyi bekliyorsunuz sürekli ama bir türlü gelmiyor. Filmin en sonunda hikayeciklerin çözümleri birer birer gelirken şaşaalı bir son bekleyenlerin elleri kursaklarında kalıyor. Kime ait olduğunu bilemediğim müzik filmde neredeyse hiç durmadan aynı tempoyla çalıyor. Zaten tek şarkı var ki aslında gayet güzel. Ama bir yerden sonra 'yeter' dedirtebiliyor insana.

Sessiz sedasız galası yapılan vizyona giren sessiz sedasız izlenen bir film Korkuyorum Anne. Galasında paparazziler ünlüleri sevgilileriyle görüntülemedi, yönetmeni gazetelere dergilere çarşaf çarşaf röportajlar vermedi. Sırf bu yüzden bile takdirimizi kazanmıştı zamanında; hala da kazanmaya devam ediyor. Bütün olumsuzluklarına rağmen de bütün Reha Erdem filmleri gibi izlenmeyi hak ediyor.

4 yorum

Saibogujiman Kwenchana














Chan wook Park’ın “Ben bir robotum ama sorun değil” adıyla gösterilen son filmi. Chan wook Park iyi ki bırakmış artık intikam’ın peşini, böyle bir aşk hikayesini ancak o anlatabilirdi çünkü. Kendini cyborg zanneden ve bu yüzden yemek yiyemeyen bir kadın (Cha Young-goon) ile bazen küçülüp büyüdüğüne, insanların bazı özelliklerini hatta haftadan perşembe gününü bile çalabildiğine inanan, en büyük acısı annesi tarafından terk edilmek olan hırsız bir adamın (Park Il-sun) aşkı. Öyle romantize edilmeden, en naif haliyle anlatılan bir hikaye bu. Aslında naif demek doğru mu bilmiyorum, çünkü yönetmen o çok iyi bildiğimiz rahatsız edici tarafını tamamen bir yana bırakmış değil, sadece bu hikayeye uygun en naif hale indirgemiş belki.

Bir akıl hastanesinde geçiyor film, ama o kadar güzel bir dünya yaratmış ki burada yönetmen, hastaların hepsi o kadar iyi çizilmiş ki, hepsinin hikayelerini izlemek çok keyifli bu yüzden. Geceleri ayağına giydiği çoraplarıyla uçabildiğine inanan şişman bir kadın, belinde bulunan elastik bir bantla dünyaya bağlı olduğunu düşünen bir adam, kendisini herkesten özür dilemek zorunda hisseden, olup biten tüm kötülükler için kendini suçlayan ve insanlara saygısından devamlı geri geri yürüyen başka bir adam, (yönetmenin kendisinin bir parodisi olduğunu söyleyenler var).. Ancak tabi ki en önemli karakterimiz devamlı turp yiyen ve kendisini fare sanan büyükanne; çünkü böyle bir büyükannesi olmasa belki cyborg olduğuna bu kadar kolay inanmazdı Cha Young-goon ve onu götürüp turp vermeyen beyaz önlüklülerden kurtarmak için içinde öfke biriktirmeye çalışmazdı..

Film tamamen hastaların bakış açısıyla anlatılıyor, bu nedenle hasta olmayan insanlar çok sönükler, ya doktorlar gibi devamlı boş gülümsüyorlar ya da Cha Young-goon’un annesi gibi kötü kalpliler. Bu nedenle hastalarla özdeşleşen biz de onların iyileşmelerini, renkli dünyalarını bırakıp gülümseyen boş yüzlere dönüşmelerini istemiyoruz. Hem sonunda Park Il-sun bulduğu inanılmaz yöntemle Young-goon’a yemek yedirmeyi başardığına göre, bize göre sorun da kalmıyor ortada. Ama yine de keşke filmin daha mutlu bir sonu olsaydı demeden de geçemiyoruz..

Filmin o kadar güzel bir hikayesi ve o kadar başarılı bir senaryosu var ki o yüzden oraya takılıp kaldım, hem intikam üçlemesini izlemiş olanlar nasıl bir görselliği olduğunu tahmin edebiliyorlardır filmin, ama bu gerçekten bambaşka bir hikaye, üstelik çok farklı ve sıcak bir aşk hikayesi de... İnanılmaz bir hayal gücü varmış Chan wook Park’ın ve aslında çok da güzel bir masal anlatıcısıymış, ben bu yanını da bize gösterdiği için çok mutluyum..

2 yorum

Transylvania


Başrollerinde Asia Argento ve Birol Ünel^in yer aldığı, 2006 yapımı Tony Gatlif filmi.

Tony Gatlif sinemasının en önemli unsurlarından olan “hareket ve bu hareketin tamamlayıcısı müzik” bu filmde de bolca bulunmakta. Hareket, Gatlif filmlerinde bir karnavalın içinde olabilirken aynı zamanda seyahati de kapsar, bir seyahat ki hayatını taşıdığın, kendi kendini yolculadığın.. Kırık kalpleri kesik kemanlara, anlık neşeleri hızlı piyanolara, hüznü akustik gitarlara teslim eden ve şimdiye kadar hiç yanılmayan Gatlif, Transylvania^da da müziği filmin en önemli noktasına koyarken hata yapmamış..

Fransa^da Transylvania^lı bir müzisyen olan Milan ile aşk yaşamış ve ondan çocuk bekleyen Zingarina, Milan^ın gidişi ile birlikte yollara düşer, burada aradığı müzisyen aşkı Milan gibi gözükse de aslında kendisine sorduğu “neden kalbim tutsak?” sorusunun cevabıdır peşinde olduğu.. Arkadaşı Marie ile birlikte “ilk” arayışlarının son bulduğu andan itibaren, yüreğimizi dağlayan bir müzikle birlikte ikinci ve daha önemli yolculuk başlar..

Zingarina belki değişmez ve dönüşmüş gibi gözükse de asla tam olarak dönüşmez ama biz onda bunları görebiliriz. O özgür bir kadındır, sağda solda bir nota gibi dolaşıp nereye gideceğini asla bilmeden de yaşayabilir, belki de karnındaki çocuğun köklerindendir bu yolculuğu..

“Senin gibi bir kadın buralarda ne arar” diye soran Tchangalo^ya “aşkı arıyorum” diye cevap veren Zingarina, Tchangalo ile birlikte dolaşmaya, kısaca sürüklenmeye başlar.. Sonuna kadar da bu sürükleniş içerisinde, ters yakılan bir sigarayı tüttürürüz seyirciler olarak..

Aşktan söz etmemiz pek mümkün değil, film boyunca aradığımız şey aşk olsa da, sevginin ve sevgisizliğin türlü şekillerini görmekten öteye gidemiyoruz, aşk ne Zingarina^nın kalbine ne de filmimize pek uğramıyor..

Müzik, hayat içindir, kendini böyle paralaman için değil..

Filmin müzikleri için de bu kanıya varabiliriz, özellikle Zingarina^nın yerden kalkıp bir festivalin içinde sürüklendiği sahne ile Thicki Thicki^nin çaldığı dans sahnesi tartışmasız biçimde filmin doruk noktaları ve bu noktalarda Asia Argento^ya müzik eşlik ediyor..

Transylvania, eğer Gatlif^in arayışlarını seven bir insansanız sizi tatmin edebilecek, yönetmenin önemli filmlerinden birisi olarak kabul edebileceğimiz bir yapım. Eğer çingene müzikleri korkutuyorsa sizi, bu filmi “büyük bir içe bakış ve içte kopan fırtınanın hayata yansıması” diye özetleyebilirim sizin için, belki ilginizi çeker..

- Neden hiç otelde yatmıyoruz..
- Duvarlar üstüme üstüme geliyor..

3 yorum