
Hayatı her yönüyle paylaşmayı anlatır bu film bize. Filmin sonunda Alma-Liv Ulmann: “Acaba onu daha az sevseydim, umursamasaydım, onu daha iyi koruyabilir miydim?” der. Bütün güzelliğiyle...
"Ruhun şad olsun usta.."
Yönetmen: Mike Judge
Oyuncular: Luke Wilson, Maya Rudolph ,Dax Shepard
(2006)
Geleceğe dair bilim kurgu filmlerde bilim ve teknoloji hayalimizin uçlarındadır hep.. Peki ya insanoğlunun zeki bireyleri gittikçe daha az ürerlerken zihinsel kapasiteleri daha düşük olanları hızla çoğalmaya devam ederse nasıl bir gelecek manzarası ortaya çıkar? Mike Judge bu soruya iyi karikatürize edilmiş bir yanıt veriyor..
Film ; 2005^te iki ayrı zeka düzeyinden çiftlerin karşılaştırılmasıyla başlıyor.. Çiftlerimizden biri oldukça yüksek IQ^ya sahip olmalarına rağmen yıllarca üresek mi üremesek mi kaygılarıyla boğuşarak 50 yıl sonra tek bireye düşerken ; IQ düzeyi düşük olan çiftimiz kah kendi isteğiyle kah doğum kontrol yöntemi kullanmayı unutarak çoğaldıkça çoğalıyor .. 50 yıl sonrası soyağacı çınar büyüklüğüne ulaşıyor..
Tehlikenin farkına varan -çoğunluğun ise ne iş çevirdiklerinden çoğu kez habersiz olduğu- amerikan ordusu insan dondurma projesiyle harekete geçiyor.. sadece ve sadece ortalama zekaya sahip olduğu için ordu içinden seçilen Joe ve özel sektörden seçilen Rita bir yıl sonra uyandırılmak üzere dondurma kabinlerinde derin bir uykuya yatırılıyorlar.. Ancak işler umulduğu gibi gitmiyor ve daha bir yıl dolmadan proje ekibinin dağıtılmasıyla Joe ve Rita^da bulundukları kabinde unutulmaya mahkum kalıyorlar.. Ta ki 2505^teki büyük çöp yıkımına dek.. bıraktıkları yere 500 yıl sonra düşen iki insanın gözünde gelecekteki dünya hiç de umdukları gibi değil.. filmi en gerçekçi hale getiren idiokrasinin tüm toplum yaşamına yansımalarına ayrıntılarda da uyulmuş olması.. Joe konuşulan dili anlıyor ama o konuşmaya başladığında herkes ona gay muamelesi yapıyor.. tüketme nesneleri tümüyle 5 yaş zekasına hitap ediyor.. ve insanlık kendi temel ihtiyaçlarını karşılamaktan bile aciz haldeyken Joe birden kahraman gibi ortaya çıkmış oluyor.. Rita mı.. O Joe^dan daha akıllı:)
Kahramanlarımızın; insanın kendini dünyanın en zeki insanı olarak bulmasını yadırgarlarken aralarında geçen konuşmada “Einstein da acaba kendini böyle mi hissediyordu ve o bombayı neden yaptığını şimdi anlıyorum” demeleri ise filmde kendimize minik bir bakış atmamıza neden olan tek sahne belki de..
Sıcak bir gün için keyifli bir film..
Hayao Miyazaki’nin 1988 yapımı animasyon filmi. İzlediklerim içinde yönetmenin en sevdiğim filmi oldu Komşum Totoro. Keşke çocukluğumda izleyebilseydim diye hayıflandım filmi izlerken. Çünkü bu filmi çocukken izlemiş biri sanırım çok farklı bir çocuk ve bambaşka bir yetişkin olurdu. Tabi filmden etkilenebilmeniz için öncelikle bazı şeylere inanmanız gerekiyor; mesela baykuş ayı ve daha pek çok hayvan karışımı bir yaratık olan ve yüzünü herkese göstermeyen ancak bir ağaca gidip de "onu görmek istiyorum lütfen" derseniz görebileceğiniz Totoro’nun varlığına, içine gömülüp rahat koltuklarına oturacağınız kediotobüs’e, Totoro’nun göğsüne atlayıp onunla rüzgar olup uçabileceğinize ve gülerek, kocaman kahkahalar atarak korktuğunuz yaratıkları kaçırabileceğinize.. Son olarak da masallara inanmayı sürdüren iflah olmaz bir yetişkin olmalısınız.. Eğer tamam diyorsanız devam edelim..
Satsuki ve Mei anneleri hastanede olan ve babaları ile birlikte ormanın içindeki bir evde yaşayan iki çocuktur. Sürekli hoplayıp zıplayarak çocukluklarının tüm heyecanı ile doğanın güzelliğini keşfederler, biz de onlar sayesinde Miyazaki’nin hayal gücünün güzelliğini.. Kesinlikle karakterlerine ruh veriyor Miyazaki, çünkü Mei benim şu ana kadar sinemada izlediğim en canlı çocuk karakter. Filmi izlerken bir an bile onların gerçek olmadıklarını düşünmedim. Miyazaki’nin bütün çocuk karakterleri gibiler; hayal güçleri geniş, bitmeyen heyecanları, enerjileri var ve tabi ki sorumluluk duyguları gelişmiş, fedakar ve çalışkanlar, gerçeklerle baş etmeyi biliyorlar.
Filmden sonra tekrar çocuk olup bu filmi bir kez de o zaman izleyip tekrar büyümek istedim, ve Mei ve Satsuki ile birlikte bağırmak;
- Ama rüya değildi
- Rüya gibiydi
- Ama rüya değildi…”
* Miyazaki filmleri gösterimi Beyoğlu Alkazar Sineması’nda 2 Ağustos’a kadar devam ediyor.
Lasse Hallstrom’un yönettiği 1993 yapımı film. İlk kez yıllar önce televizyonda izlemiş, bir türlü Gilbert Grape’in hayatını unutamamıştım, boğazıma düğümlenip kalmıştı, tekrar izledim, tekrar tekrar da izlemek istiyorum..
Gilbert (Johnny Depp), özürlü erkek kardeşi Arnie (Leonardo DiCaprio), kocasının kendisini asmasından sonra sürekli yemek yiyerek evden çıkamayacak kadar şişman hale gelmiş annesi (Darlene Cates) ve iki kız kardeşi ile birlikte küçük bir kasabada yaşar. Kasabaya yeni açılan Foodland’e dayanmaya çalışan küçük bir markette çalışır, evli ve iki çocuklu bir kadınla ilişkisi vardır. Gilbert’ın hayatı her gün aynıdır. Sadece Arnie’nin ara sıra kuleye çıkması onun hayatına ve kasabaya -artık alışılmış- bir hareket getirir. Gilbert’ın günleri, doktorların on yaşına kadar yaşayacağını söyledikleri ancak 18 yaşına basmak üzere olan Arnie ile ilgilenmekle geçer, akşamları onu yıkayıp yatırmak da onun görevidir. Kendi hayatı için düşünecek hiç zamanı yoktur. Etrafındaki herkes de ondan sadece sorumluluklarını yerine getirmesini bekler. Ailenin tek amacı ve en büyük hazırlığı Arnie’nin on sekizinci yaş günü partisidir, çünkü annenin en büyük isteği onun on sekiz yaşına girdiğini görmektir.
Arnie’nin en büyük eğlencesi kasabadan hep aynı zamanda geçip giden kampçıları izlemektir. Bir gün o kampçılardan biri araçları bozulduğu için bir süre kasabada kalır. Böylece Gilbert ilk kez kendisine “Ne istiyorsun” diye soran Becky ile tanışır (Juliette Lewis). “İyi bir adam olmak istiyorum” diye cevap verir Gilbert ona. Aslında iyi bir adam olduğunun bile farkında değildir. Ara sıra kardeşinin ölmesini istediği, annesini görmek isteyen çocuklara onu pencereden gösterdiği için kendisini kötü biri sanmaktadır. Aslında sadece her şeye sessizce katlanan Gilbert’ın attığı küçük çığlıklardır onlar. İzlerken Gilbert yerine biz bağırmak isteriz, onun yerine biz çığlık atmak, yeter demek isteriz, ama o sessizdir hep. Çünkü o bilmese de biz onun annesini ne kadar çok sevdiğini biliriz, farklı nedenlerle annesi gibi o da eve "bağlı"dır, sorumluluk duygusu onun asla uzaklaşmasına izin vermez. Arizona Dream’in Grace’ine benzetmek mümkün onu, ancak Grace bu duruma isyan ediyordu, Gilbert ise sessizce katlanır.
Becky sayesinde bir hayatı olduğunun farkına varır Gilbert ve nereye isterse gidebileceğini anlar. Sürekli "gitmem gerekli" diyerek evine dönen Gilbert, en sonunda gerçekten gider, böylece rahatlarız biraz. Annesinin ona dediği gibi “zırhı parlamayan şövalye” en büyük ödülü hak eder çünkü; kendi hayatını..
Filmdeki tüm oyuncular çok başarılı, ancak Leonardo DiCaprio kesinlikle kariyerinin en iyi oyunculuğunu çıkarıyor. Johnny Depp ise bildiğimiz gibi hep. İçinde olduğu her şeyin parlamasını sağlıyor yine. Ondan başka kimse böyle bir Gilbert olamazdı.
The Virgin Suicides’da aile baskısından sıkılan, çıkış yolu bulamayan, bunun yerine ufak tefek oyunlar icat edip bu durumdan kaçmaya çalışan kadınları anlatmıştı, Lost in Translation’da kendine yabancı bir hayatın içinde ne yapacağını bilemeyen bir kadını, iletişimsizliği, yalnızlığı çok da güzel anlatmıştı. Marie Antoinette’de ise baskıcı toplumsal kurallar karşısında bunalan, kendisinden beklenenleri veremeyen bir kadını anlatıyor. Onu tarihsel bir kişilik olarak değil de ne yapacağını bilemeyen sıkışmış bir kadın olarak ele alıyor, bu nedenle de tarihsel gerçeklikten ödün verme pahasına ayakkabılarının arasına bir çift mor converse sıkıştırıyor, döneme uygun olmayan müzikler kullanıyor, çünkü niyeti tarih dersi vermek değil. Ben böyle düşünerek izledim filmi ve sevdim.
The Virgin Suicides’ın en aykırı karakteri Lux’u canlandıran Kirsten Dunst’u bu rol için seçmesi ve onun bazı hareketleriyle Lux’a göndermeler yapması iki filmi de izleyenler için çok hoş bir sürpriz olmuş.
Dönemin aykırı Fransa kraliçesini belki sadece şaibeli “ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler” sözüyle tanıyanlar, onu parti düşkünü, pasta bağımlısı, şımarık bir kadın olarak hatırlamak isterlerdi, ancak onun bahçesinde doğayla ve kızıyla kurduğu başka bir hayatı daha varmış.. Kat kat tüllerin, pudraların ardına geçme çabasını göstermiş yönetmen, ve bence başarmış da; tarih dersi vermek isteseydi sanırım onu da hakkını vererek yapardı.
* Filmle ilgili daha fazla şey merak edenlere Altyazı dergisi'nin 63. sayısında yayımlanan "Marie Antoinette; Saraya sızmış bir punk" başlıklı Fırat Yücel yazısını okumalarını tavsiye ederim.
Chan wook Park’ın “Ben bir robotum ama sorun değil” adıyla gösterilen son filmi. Chan wook Park iyi ki bırakmış artık intikam’ın peşini, böyle bir aşk hikayesini ancak o anlatabilirdi çünkü. Kendini cyborg zanneden ve bu yüzden yemek yiyemeyen bir kadın (Cha Young-goon) ile bazen küçülüp büyüdüğüne, insanların bazı özelliklerini hatta haftadan perşembe gününü bile çalabildiğine inanan, en büyük acısı annesi tarafından terk edilmek olan hırsız bir adamın (Park Il-sun) aşkı. Öyle romantize edilmeden, en naif haliyle anlatılan bir hikaye bu. Aslında naif demek doğru mu bilmiyorum, çünkü yönetmen o çok iyi bildiğimiz rahatsız edici tarafını tamamen bir yana bırakmış değil, sadece bu hikayeye uygun en naif hale indirgemiş belki.
Bir akıl hastanesinde geçiyor film, ama o kadar güzel bir dünya yaratmış ki burada yönetmen, hastaların hepsi o kadar iyi çizilmiş ki, hepsinin hikayelerini izlemek çok keyifli bu yüzden. Geceleri ayağına giydiği çoraplarıyla uçabildiğine inanan şişman bir kadın, belinde bulunan elastik bir bantla dünyaya bağlı olduğunu düşünen bir adam, kendisini herkesten özür dilemek zorunda hisseden, olup biten tüm kötülükler için kendini suçlayan ve insanlara saygısından devamlı geri geri yürüyen başka bir adam, (yönetmenin kendisinin bir parodisi olduğunu söyleyenler var).. Ancak tabi ki en önemli karakterimiz devamlı turp yiyen ve kendisini fare sanan büyükanne; çünkü böyle bir büyükannesi olmasa belki cyborg olduğuna bu kadar kolay inanmazdı Cha Young-goon ve onu götürüp turp vermeyen beyaz önlüklülerden kurtarmak için içinde öfke biriktirmeye çalışmazdı..
Film tamamen hastaların bakış açısıyla anlatılıyor, bu nedenle hasta olmayan insanlar çok sönükler, ya doktorlar gibi devamlı boş gülümsüyorlar ya da Cha Young-goon’un annesi gibi kötü kalpliler. Bu nedenle hastalarla özdeşleşen biz de onların iyileşmelerini, renkli dünyalarını bırakıp gülümseyen boş yüzlere dönüşmelerini istemiyoruz. Hem sonunda Park Il-sun bulduğu inanılmaz yöntemle Young-goon’a yemek yedirmeyi başardığına göre, bize göre sorun da kalmıyor ortada. Ama yine de keşke filmin daha mutlu bir sonu olsaydı demeden de geçemiyoruz..
Filmin o kadar güzel bir hikayesi ve o kadar başarılı bir senaryosu var ki o yüzden oraya takılıp kaldım, hem intikam üçlemesini izlemiş olanlar nasıl bir görselliği olduğunu tahmin edebiliyorlardır filmin, ama bu gerçekten bambaşka bir hikaye, üstelik çok farklı ve sıcak bir aşk hikayesi de... İnanılmaz bir hayal gücü varmış Chan wook Park’ın ve aslında çok da güzel bir masal anlatıcısıymış, ben bu yanını da bize gösterdiği için çok mutluyum..
Müzik, hayat içindir, kendini böyle paralaman için değil..
- Neden hiç otelde yatmıyoruz..
- Duvarlar üstüme üstüme geliyor..